27 Kasım günü HTŞ’nin Halep saldırısı ile başlayan süreç, 10. gününde tamamlandı. 7 Aralık günü Katar’ın başkenti Doha’da Türkiye, İran, Rusya dışişleri bakanlarının toplantısında alınan karar doğrultusunda, HTŞ savaşsız ve direnişsiz biçimde, 8 Aralık günü Şam’a girdi.
Bu tabloya bakarak, “12 yıllık savaş 10 günde bitti” yorumları yapılıyor. 12 yıl boyunca gerçek bir savaş yaşanmıştı; son 10 gün ise, savaşın değil uzlaşmaların, emperyalistler arası anlaşmaların süreci olarak geçti.
Yeni harita, yeni güçler dengesi
Yapılan anlaşmanın içeriği ve nasıl geliştiği konusunda bir süre sonra çeşitli açıklamalar yapılacaktır. Bugünden belli olan, Suriye’deki siyasi ve askeri hareketler, yeni haritanın nasıl çizildiği konusunda bir fikir veriyor.
Öncelikle İdlib’den başlayıp, Halep, Hama, Şam’a kadar uzanan bölge HTŞ’li cihatçı çetelere bırakıldı. Halep savaşı başladığında çok fazla direniş göstermeyen Suriye Ordusu, ilerleyen günlerde doğrudan savaşmadan, silahlarını, tanklarını vb. bırakarak çekildi.
Suriye’nin “Fırat’ın doğusu ve batısı” olarak bölünmüş olduğunu görüyoruz. AKP destekli SMO (Suriye Milli Ordusu) adı verilen cihatçı çetelerin Menbiç’e girdiğini, PYD’nin ise Dey-ez Zor’un tamamını ele geçirmek üzere hareketlendiğini öğreniyoruz. Kürt basınında Menbiç’te direnişin sürdüğü yolunda haberler çıkıyor; ancak bunun kapsamı ve doğruluk düzeyi belli değil. Eylül 2014’te cihatçı çeteler Kobane’ye saldırdığında ya da Mart 2018’de TSK Afrin’e girdiğinde Kürt basınında ne kadar büyük bir infial koptuğunu ve Avrupa’da-Türkiye’de eylemler örgütlediğini hatırlayalım. Bugün benzer bir tablo yok. Öyleyse Menbiç’te küçük grupların kendiliğinden bir direnişi sürüyor olabilir; ancak PYD, Fırat’ın doğusuna çekilmeyi, karşılığında Deyr-ez Zor’daki petrol bölgelerini ele geçirmeyi kabullenmiş görünüyor.
Rus emperyalizmi için en stratejik nokta olan Lazkiye ve Tartus’taki askeri üslerin kalacağı anlaşılıyor. Yapılan pazarlıklarda, Esad rejiminin çökmesi ve Suriye’nin yönetiminin cihatçı çetelere bırakılması kabullenilmiş olsa bile, Rusya kendi alanını koruma altına almış durumda.
Rusya’nın bu bölgeyi elinde tutması, aynı zamanda cihatçı çetelerin Akdeniz’e açılma kapısı bulamadığını (en azından şimdilik) gösteriyor.
Türkiye’nin işgal bölgeleri elinde kaldığı gibi, Menbiç de bu bölgeye dahil oluyor ve tam da Erdoğan’ın 12 yıldır hedeflediği gibi, Suriye’nin kuzey sınırında Türkiye’nin güdümünde bir alan oluşturuluyor.
Bu arada İsrail, fırsattan istifade Golan Tepeleri’ni istediğini, belki de bu kargaşa döneminden yararlanarak, ele geçirebileceğini gösteriyor.
Bu gelişmeler, çok parçalı bir “yeni Suriye” tablosu oluşturuyor. Bu durum, doğrudan ve resmileştirilmiş bir parçalanma mı getirecek, yoksa Irak’ta olduğu gibi fiilen bölünse bile geniş özerklikler taşıyarak üst devlet birliğini koruyan bir yapıda mı olacak; bu henüz belli değil. Önümüzdeki günlerde biraz daha netleşecektir.
ABD kazandı
Bu savaşın kazananı ABD emperyalizmi olmuştur. ABD, 8 Aralık günü birçok hedefini birden hayata geçirmiş görünmektedir.
En başta, 2011 yılında savaşı, Suriye yönetimini değiştirmek, Esad’ı devirmek amacıyla başlatmıştı; bu gerçekleşti. Esad ülkeyi terketti, 61 yıllık Baas rejimi bitti.
İkincisi, bugüne kadar “Şii direniş ekseni” olarak tanımlanan, İran, Irak, Suriye, Lübnan Hizbullahı, Filistin hattı parçalandı. Artık Lübnan ve Filistin’in İran ile bağlantısı kalmadı; İsrail’in bu iki ülkeyle yürüteceği savaşta her zaman görülen İran desteği kopartıldı. Dahası, “İran savaşı” başlatılması planı, artık daha yakın bir hedef olarak görünüyor.
Üçüncüsü, Suriye’nin bu hale gelmesi, İsrail’i güçlendiren bir tablo oluşturuyor. İsrail’in en büyük düşmanı ve baş hedefi her zaman Suriye’deki Esad yönetimi olmuştur. Lübnan’da Hizbullah’la savaşından yenilerek çıkan İsrail için, Suriye’nin yeni durumu, hem bu yenilgisini hem de Gazze’deki saldırganlığını unutturacak bir gelişmedir.
Dördüncüsü, Çin’in dünya hegemonyasını kurma aracı olarak planlanan, “Yeni İpek Yolu” projesinin en önemli ayaklarından biri olan, İran-Irak-Suriye üzerinden Akdeniz’e açılan güzergahı bozuldu.
Beşincisi, Rusya bütün gücü ile Ukrayna savaşına kilitlenmişken, Ortadoğu’da Rusya’nın çıkarlarını zedeleyecek önemli bir darbe indirmiş oldu.
Altıncısı, Bahçeli’nin DEM Partililerle mecliste tokalaştığı Eylül ayından bu yana yeni bir “çözüm süreci”nden sözediliyor. Bu sürecin, Kürt halkının taleplerini karşılamak için değil, ABD’nin Ortadoğu savaşında Türkiye ile Kürt hareketini uzlaştırmak ve ABD politikaları doğrultusunda harekete geçirmek için olduğunu önceki yazılarımızda belirtmiştik. Şimdi Suriye’de bunun hayata geçtiğini görüyoruz. PYD’nin HTŞ ve SMO önünde kayda değer bir direniş göstermeden çekilmesi; Kürt basınında çıkan yazılarda, cihatçıların katliamlarından daha çok “Kürt halkının özgürleşmesi”, “Demokratik bir Suriye’nin geliştirilmesi” ifadelerinin kullanılması vb, bunun göstergesidir.
ABD bugün Suriye’de birçok yönden kazandı. Ancak bunun ne kadar “zafer” olduğu gelecekte belli olacaktır. Suriye içinde etkinlik kuran güçlerin ne kadar “uyumlu” olacağı; HTŞ gibi şeriatçı ve “terörist” olarak adlandırılan bir çetenin Arap ülkeleri içinde ne kadar destek bulacağı; İran, Rusya ve Çin’in bu duruma karşı hangi hamleleri geliştireceği; HTŞ’nin şeriatçı saldırılarının Suriye halkı içinde nasıl bir tepkiye dönüşeceği vb. pek çok unsur sözkonusudur. Ve bu konularda bugünden öngörüde bulunmak için henüz erkendir.
Erdoğan’ın yönü
Suriye’deki gelişmeler bizi, Türkiye’deki işçi ve emekçileri doğrudan ilgilendiren bir nitelik taşımaktadır.
En başta, siyasal yaşamının sonuna yaklaştığı düşünülen Erdoğan, bir kere daha yerini, konumunu güçlendirmiş oldu. Bu durum, Türkiye’deki işçi ve emekçiler için daha ağır bir sömürü, baskı ve saldırganlık döneminin başlayacağının işaretidir. Erdoğan’ın saldırılarını püskürtmenin tek yolunun seçim sandığı olduğunu ileri süren ve kitlelerin mücadelesini parlamentarizme hapseden muhalif kesimler de; son yıllarda yapılan her seçimde, salt Erdoğan kaybetsin diye CHP’ye oy vermeyi savunanlar da; seçimde kazandığını sayımda yeniden Erdoğan’a teslim eden CHP de bu tablonun sorumlularıdır.
Bugünden sonra kitlelerin yaşadığı ekonomik ve siyasi baskı daha pervasız bir hal alacak, muhaliflerin üzerinde estirilen Demoklesin Kılıcı, daha da keskinleştirilecektir.
İkincisi, AKP’nin Suriye’de oynadığı rol, ABD ile bağlarını güçlendirdiğini, önümüzdeki süreçte ABD politikalarına daha fazla yedekleneceğini göstermektedir. Bu bir yanıyla Suriye’deki gelişmelere müdahil olma, belki de parçalanmasına yardım etme biçiminde olacaktır; diğer yandan, olası bir İran savaşına Türkiye’nin de katılması ihtimali artmıştır.
Üçüncüsü, Erdoğan’ın Rusya ile olan ilişkileri fazlasıyla yalpalayan durumdaydı zaten. Bir taraftan Rusya’dan S-400’leri satın alırken, diğer taraftan Ukrayna’ya askeri malzeme satıyordu mesela. Ancak şimdi Suriye’deki gelişmeler, bunların hepsinin ilerisine geçti, Rusya’ya açık tavır almış oldu. Rusya bugün sessiz sedasız Esad’dan ve Suriye’den vazgeçmiş görünüyor. Ancak Rusya bu kadar kolay teslim olacak bir emperyalist değildir. Yarın yeni hamlelerle Ortadoğu’ya geri döndüğünde, Erdoğan ile yaşananları da masaya yatıracaktır.
Dördüncüsü, Türkiye’deki Suriyelilerin geri gönderileceği beklentisi ve umudu oluştu. Ancak bu o kadar kolay bir şey değil. Çünkü genel olarak mültecilerin, gittikleri ülkeden geri dönmeleri oranı oldukça düşüktür. Gittikleri ülkede kurdukları yaşamı, edindikleri olanakları bırakıp, belirsizliğe doğru dönmek kolay değildir zaten. Diğer taraftan bu mülteciler, Erdoğan için hazır ve silahlı bir “yedek güç” konumundadır. Türkiye’nin kendi içindeki dengelerdeki değişmelerde (bu, kitle hareketindeki bir yükseliş olabilir ya da egemen sınıfların Erdoğan’dan vazgeçmesi, onu zorla değiştirme çabası olabilir) bu silahlı çeteler, Erdoğan’ın koruması olacaktır. (Suriye’nin düştüğü 8 Aralık günü Türkiye’nin hemen her yerinde, Suriye ve IŞİD bayraklarıyla kutlamalar yapan cihatçı güruh, bunun somutlanmasıdır.) Bu nedenle, göstermelik olarak bir grup mülteci geri gönderilse bile, Türkiye’deki Suriyelilerin ana gövdesi, burada kalmaya devam edecektir. Ve bu durum, Türkiye’de şeriatçı çetelerin daha güçlü, daha pervasız olmasını da getirecektir. Suriye’nin düştüğü 8 Aralık günü Türkiye’nin hemen her yerinde, cihatçı güruhların Suriye ve IŞİD bayraklarıyla kutlamalar yapması, bunun ilk işaretidir.
Türkiye’de bugün devrimci ve muhalif kesimlerin, parlamentarizmin bataklığına sırtını dönerek, tasfiyeciliğe karşı mücadele ederek, sınıf mücadelesini daha da yükseltmek için birlikte hareket zeminlerini güçlendirmeleri, vazgeçilmez önemdedir.
* * *
HTŞ bugün kendisini daha ılımlı, uzlaşmacı göstermeye çalışıyor; şeriat söylemlerini öne çıkarmıyor; yıkılan rejimin başbakanlığının, bakanlıklarının ve bürokrasisinin (savunma bakanlığı hariç) işlemeye devam edeceğini belirtiyor.
HTŞ de tıpkı Taliban gibi, ilk anlarda kendisini farklı göstermeye çalışmaktadır. Dünya kamuoyunun dikkati uzaklaştıkça, küçük küçük adımlarla şeriat kurallarını devreye sokması, açık cihatçı yüzünü ortaya koyması çok yüksek olasılıktır. Ancak bunu yapmasa, Suriye’de basit bir hükümet değişikliği yaşanmış gibi davransa bile, Suriye halkı, eskisinden çok daha kötü bir baskı ve sömürüye maruz kalacaktır.
Suriye’de Esad rejimi elbette bir diktatörlüktü. Suriye halkının tarihsel direnişleri nedeniyle kazanılmış haklarının olması, birçok alanda sosyal haklarının bulunması, Esad rejiminin halka dönük baskı, sömürüsünü, Kürt halkına dönük katliamını aklamıyor.
Ancak bir diktatörlüğün, emperyalist politikalar, anlaşmalar ve uzlaşmalar ile yıkılmasının o ülkedeki işçi ve emekçilere, ezilen halklara faydası yoktur. Diktatörlükler, kitlelerin mücadelesi ile yıkılmadığı sürece, yeni yöneticiler, kitleler için çok daha ağır bir baskı, sömürü ve diktatörlük kuracaktır.