HTŞ, 27 Kasım’da Halep saldırısı başlattığında, birkaç yıldır durulmuş olan Suriye savaşı yeniden başlamış oldu. Ancak bu defa, önceki savaştan ve öngörülenlerden farklı olarak, savaş çok hızlı sona erdi. Türkiye, Rusya, İran’ın 7 Aralık günü Katar’ın başkenti Doha’da yaptığı toplantının ardından, 8 Aralık sabahı HTŞ (Heyet Tahrir eş-Şam) Şam’a, savaşmadan ve bir direnişle karşılaşmadan girdi.
Direnmeden çekildiler
Bugüne kadar Suriye’de savaşan temel güçler Rusya, İran, Hizbullah gibi dışarıdan gelen askeri güçler; yanısıra kendi alanında direnen, sonrasında bu alanı genişleten SGD olmuştu. Hizbullah, İsrail-Lübnan savaşı başladıktan sonra güçlerini büyük ölçüde kendi ülkesine geri götürmüştü. Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığını azaltmasının sebebi ise, Ukrayna savaşında bir bütün olarak NATO’ya karşı mücadele veriyor olmasıydı. Her ikisi de kendi ülkeleri için daha büyük tehdit taşıyan başka savaşlarla meşgul iken, Suriye’de yeni ve daha şiddetli başlayacak bir savaş için kaynakları yetersizdi. Bu koşullarda tercihlerini Suriye’yi terketmekten yana yaptılar.
İran ise 2022’de başlayan Mahsa Amini eylemlerinden bu yana kendi içindeki direnişler nedeniyle sıkıntı yaşıyor. Bu direnişler, Cumhurbaşkanı değişikliğine kadar götürdü, eylemlerin sayısı ve gücü azaldı; ancak kitlelerin hoşnutsuzluğu ve tepkileri azalmadı. Yanısıra İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopter kazasında ölmesi, HAMAS lideri Haniye’ye İran topraklarında suikast yapılması gibi önemli siyasal darbeler de aldı. Bu durumda İran’ın yeni bir savaşa girmek için askeri, ekonomik ve moral gücü yeterli değildi. O da çekildi.
Hizbullah ise, bir yıl önce başlayan Gazze savaşına güç kaydırmak zorunda kalmış, ardından İsrail ile büyük bir savaşa girişmişti. Hizbullah’ın lider kadrosunun büyük oranda öldürüldüğü bu savaş, sonuçta İsrail’in geri çekilmesiyle bitmiş olsa da, Hizbullah’ın savaş gücünde ciddi bir yıkım yarattı. Bu koşullarda Hizbullah’ın da, İran’ın da Suriye’ye HTŞ saldırısına karşı savaşçı gönderecek olanağı kalmamıştı.
Suriye ordusu, bugüne kadar Suriye’deki savaşın asli unsuru olamamıştı. 2011’de savaş başladığında Suriye ordusunun direnme gücü olmadığını görmüştük. Sonrasında “dış güçler”in (Rusya, İran ve Hizbullah) desteğiyle savaşın seyri değişti. Savaşta “kara gücü” olarak İran ve Hizbullah savaşçıları vardı; “hava gücü” ise Rusya’nın elindeydi. Tam da bu nedenle, IŞİD’e karşı zafer kazanıldıktan sonra da, Suriye ordusu, savaşan ama iktidar olamayan, Rusya’nın (bazı yerlerde İran’ın) kontrol ve komutası altındaki bir güce dönüştü. Böyle olunca, HTŞ’nin saldırısı karşısında kendisini toparlama ve savaş hamleleri oluşturma inisiyatifi kalmadı.
SDG’nin durumu ise daha farklıydı. 2011’de Suriye savaşı başladığında gerici-cihatçı çetelerin hedefi olan PYD, devrimci bir ulusal kurtuluş savaşı başlatmış; kendi alanlarında cihatçı çeteleri püskürtmeyi başarmıştı. PYD’nin verdiği savaş, Ortaçağ karanlığından fırlamış, emperyalist uşağı cihatçı çetelerin dünya genelinde yarattığı korku ve tedirginliğe karşı da bir direniş odağına dönüşmüştü. Ancak 2014 Eylülü’nde cihatçı çetelerin Kobane saldırısından sonra dengeler değişti. Küçücük bir kasabada bir direniş destanı yazdılar, tüm dünyanın dikkatini çektiler. Bu durum, ABD’nin Suriye’deki “müttefik” ilişkilerini de değiştirdi. Teşhir olmuş ve kitlelerin öfkesini çeken IŞİD’in yerine, PYD-YPG ile işbirliği yapmaya başladı. PYD ise, kendi alanını genişletti, kantonları birleştirdi; hatta ABD’nin yönlendirmesi ve desteğiyle, Kürt nüfusun bulunmadığı Rakka, Deyr-ez Zor gibi kentleri de ele geçirdi. Bu süreçte ismi SDG (Suriye Demokratik Güçleri) olarak değişti, Rojava ise “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” oldu. 27 Kasım’da HTŞ’nin saldırısı başladığında, Türkiye’nin baskısı ve ABD’nin zorlamasıyla, Tel Rıfat ve Menbiç gibi alanları da doğru düzgün savaşmadan bırakarak, “Fırat’ın Doğusu”na çekildi.
Rusya, Suriye’den çekilmesini açıklarken, “Halep’e 350 HTŞ’li girdi, 30 bin Suriye askeri ve 4 bin İran silahlı gücü direnmeden geri çekildi” diyor. Kendisini savunamayan bir ülke için, kendi askerlerinin hayatını tehlikeye atmayacağını belirtiyor. Bunu söylerken, Suriye’yi bugüne kadar nasıl bağımlı kıldığını söylemiyor elbette. Ancak şu önemli: Bir halk, ancak kendi özgücüyle direnebilirse kendi özgürlüğünü eline alabilir. Aksi halde şu ya da bu emperyalistin planlarının bir eklentisi olmaktan öteye geçmez.
Suriye’de de HTŞ saldırısı başladığında, Rusya ve İran gibi güçler savaşmadan geri çekildi, Suriye’yi cihatçı çetelere teslim ettiler. Böylece Suriye’de ve Ortadoğu’da yeni bir dönem başlamış oldu.
Azınlıklara saldırılar, direnişi büyütecek
HTŞ’nin bu kadar sorunsuz bir biçimde ilerleyebilmesi ve hakimiyeti ele geçirmesi sadece Suriye halklarında değil, Türkiye başta olmak üzere kitlelerde bir korku ve tedirginlik yarattı. 2021 Ağustosu’nda Afganistan’da iktidarı ele geçiren Taliban örneği gözler önündeyken, “yeni bir Afganistan” yaşanması ihtimali, bu korkunun temel kaynağıydı.
Bu korku, somuta dönüşmeye başladı da. Mesela HTŞ’lilerin yolda gördükleri kadınlara “neden yanında erkek yok” gibi sorularla sıkıştırdıkları duyuluyor. Alevi bölgelerinde insanlara işkence yapıldığına, katledildiğine dair görüntüler yayılıyor. HTŞ yöneticileri böyle saldırılar olduğunu inkar eden açıklamalar yapsa da, cihatçı çetelerin geçmişteki pratiği biliniyor ve bugün farklı olmayacağı görülüyor. Keza HTŞ’nin İdlib’deki kadınların örtünmesi, erkeklerin uzun sakal bırakması, okullarda cinsiyet ayrımı yapılması ve şeriat mahkemeleri kurulması gibi uygulamaları da biliniyor.
Arap ayaklanmaları başladığından beri ABD’nin, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için “radikal İslam”ı güçlendirmeyi, böylece kitleleri kontrol altında tutmayı hedeflediğini biliyoruz. Faşist saldırganlığın “dinci versiyonu” olan şeriatçı çeteler, Ortaçağ’dan kalma yöntemlerle kitleleri sindirmeye ve baskı altına almaya çalışırken, ABD emperyalizmi daha rahat sömürü olanaklarına sahip olabiliyor. Elbette Suriye’de de cihatçı-şeriatçı çetelerin hükmetmesini istiyor ve 2011’den beri, isimleri değişen ama özü değişmeyen cihatçı çetelerle, bölgedeki varlığını güçlendiriyor.
Bütün bunlara rağmen, Suriye Afganistan değildir; olmasının önünde önemli engeller vardır.
En önemli engel elbette kitlelerin direnişidir. Afganistan’da Taliban’ın yükselişi ‘90’ların ortalarından bu yana başlamış durumdadır. Taliban birçok kentte hakimiyeti ele geçirirken, oradaki direnişleri adım adım kırmış, şeriatla yönettiği bölgeleri genişletmiştir. Keza Taliban’la savaştığını iddia eden Afganistan hükümeti de, Taliban kadar katı olmasa bile, sonuç olarak İslamcı bir hükümettir. Böyle bir ülkede Taliban’ın hakimiyet kurmasına karşı direnişin sınırlı kalması ve kolay bastırılması mümkündür. Suriye’de ise, kitleler onyıllardır laik bir yönetime sahiptir. Hatta uzun yıllar Sovyetler Birliği’nin etkisi altında ülkeyi yönetmiş, devletçi-halkçı özellikleri öne çıkan bir rejim sözkonusudur. Bu toplumsal yapının, Taliban Afganistanı gibi kolayca, birkaç haftada değişmesi mümkün değildir. HTŞ’nin cihatçı saldırılarına karşı kitlelerin direnişi mutlaka olacak ve büyüyecektir.
İkincisi Afganistan nüfusu genel olarak Müslüman-Sünni bir nüfus iken, Suriye’nin nüfusu içinde Aleviler, Dürziler ve Hristiyanlar gibi farklı dini grupların çeşitliliği sözkonusudur. Böyle bir çeşitlilik içinde, şeriatçı hükümleri uygulamak da kolay olmayacaktır.
Suriye Ordusu kurumsal olarak lağvedilmiş olmakla birlikte, ordudan kalan gruplar vardır ve bunlar HTŞ’ye karşı direnişi örgütlemeye çalışacaktır. Rusya ve İran gibi dış odaklar da, bugün HTŞ’ye-ABD’ye-İsrail’e karşı doğrudan bir savaş yürütmek için enerji ve kaynak ayırmak istemiyor olsa da, içeride gelişecek direnişleri destekleyeceklerdir.
Burada uluslararası baskı da devreye girmektedir. HTŞ’yi “terör örgütleri” listesinden çıkarmak isteyen ABD, HTŞ yönetimine “daha ılımlı” davranmalarını tavsiye etmektedir. Ancak burada belirleyici olan, kitlelerin direnişidir. Kitlesel direnişler olmadığı koşulda, HTŞ’nin şeriatçı uygulamaları adım adım devreye koyması kaçınılmazdır.
Direnişin ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı bile. Mesela Hama’da Noel ağacı silahlı ve maskeli kişiler tarafından yakıldığı için, onbinlerce Hristiyan sokaklara dökülüp gösteri yapınca, HTŞ yönetimi Noel’i tatil ilan etmek ve failleri bulacağını açıklamak zorunda kaldı.
Keza Şam’da, Lazkiye’de, Tartus’ta Alevilere dönük saldırıların, işkence ve katletme görüntülerinin artması öfkeyi büyüttü. Aleviler tarihsel sembol olan bir türbenin yakılmasının ardından kitlesel protesto eylemi gerçekleştirdi. Hama’da Esad döneminde görev yapan bazı görevlilerin “kimliği belirsiz kişiler tarafından” öldürülmesi yine Şam, Humus, Hama, Tartuş ve Lazkiye’de büyük ve kitlesel protesto gösterileri ile karşılandı. HTŞ’nin bu eylemlere ateş açtığı ve belirsiz sayıda insanın öldüğü; buna karşı göstericilerin de HTŞ’ye ateş açtığı söyleniyor.
Şeriatçı çetelerin ilk hedefi olan Alevilerin ve Hristiyanların, kitlesel tepkiler koyması çok önemlidir; bu eylemler hem örgütlenmelerini kolaylaştıracak, hem de uluslararası destek oluşturarak HTŞ’nin pervasız saldırganlığını sınırlayacaktır.
Ayrıca, basında fazla öne çıkartılmasa da, Suriye ordusundan kopan grupların, HTŞ’lilere silahlı saldırılar düzenlediklerine dair haberler de duyuluyor. Mesela Esad subaylarından birini tutuklamaya çalışan 14 HTŞ’linin Tartus’ta çıkan çatışmada öldürüldüğü duyuldu. Ev aramalarında “bazı sakinlerin izin vermemesi” nedeniyle yer yer çatışmaların olduğu söyleniyor. Bu olayın üzerinden bir gecelik sokağa çıkma yasağı ilan edildi, ancak bu yasak yaygınlaştırılmadı.
Sonuç olarak, HTŞ’nin Suriye’yi ele geçirdiği 8 Aralık’tan bu yana, halka ve Esad’ın eski personeline dönük saldırıları da, bu saldırılara karşı kitlelerin öfkesi ve eylemi de büyüyor.
SGD’nin varlığı, Suriye’deki gerici-cihatçı çetelerin tutumunu nasıl etkileyecektir, bu henüz belli değil. SGD’nin kendi bölgesinde özerk-federatif bir oluşum kurması durumunda, Rojava’da farklı, Suriye genelinde farklı uygulamalar ortaya çıkabilir.
HTŞ, Batılı emperyalistlerle arayı bozmamak için Hristiyanlara karşı daha ılımlı bir tutum geliştirebilir. Burada asıl hedef tahtasında olan Alevilerdir. Alevilerin dini olarak Sünni cihatçıların ilk hedefi olması bunda bir etkendir. Daha önemlisi ise, Alevi nüfusun yerleşim yerlerinin önemidir. Aleviler asıl olarak Lazkiye, Tartus gibi Akdeniz kıyısındaki kentlerde bulunuyorlar. Suriye’nin siyasi geleceği belirsiz; ancak federatif yapılara parçalanması, bu federatif bölgelerin de Kürt bölgesi, Sünni bölgesi, Alevi bölgesi olarak tanımlanması ihtimali var. Bu durumda, Suriye’nin deniz hattının Alevi bölgesi olarak ayrılması, Sünni bölge ile Kürt bölgesinin denize ulaşımını engelleyecektir. Bu nedenle, Alevilere dönük saldırılar, genel bir Alevi düşmanlığının ötesinde, deniz kenarı kentlerin demografik yapısını değiştirmeyi amaçlayan, sistematik saldırılar olabilir.
İsrail’in işgal harekatı
Suriye, İsrail’in Ortadoğu’ya ilişkin planlarının önündeki en büyük engellerden birisiydi. İsrail devleti kurulduğundan beri bu böyleydi. Esad yönetiminin devrilmesi, İsrail’in önüne büyük bir fırsat çıkardı. Suriye’ye dönük kapsamlı bir saldırıya geçti.
Saldırının bir boyutu, Suriye’nin askeri varlığını yoketmeye dönük oldu. Aslında 27 Kasım’daki HTŞ saldırısı başlamadan önce de İsrail sistematik biçimde Suriye’ye hava saldırısı düzenliyor, küçük küçük de olsa pek çok hedefi vuruyordu. Üstelik sadece Suriye askeri gücüne değil, İran ve Hizbullah’ın askeri noktalarına da darbeler indiriyordu. HTŞ’nin saldırısı başladıktan sonra ise, tam bir yoketme saldırısı başlatıldı. Suriye’nin bütün hava üsleri, savaş uçakları ve helikopterleri, füze sistemleri, donanma gemileri, askeri tesisleri, mühimmat depoları, askeri üretim merkezleri bombalandı, yokedildi. Sadece Esad’ın düştüğü 8-9 Aralık günlerinde toplam 320 stratejik hedefi vurdu. Öyle ki, İsrail 1967’den bu yana ilk defa Suriye’nin tüm hava üslerini vurmuştu. Böylece İsrail, yönetimi kimde olursa olsun, kendisi için askeri tehdit oluşturmayacak bir Suriye’yi garanti altına almaya girişti.
İsrail’in hava saldırılarının ikinci hedefi, başta tapu müdürlükleri olmak üzere, devlet binaları oldu. Buradaki bombardımanlar, Suriye’nin hafızasını yoketmeye dönüktü. Özellikle tapu kayıtlarının yokedilmesi, Suriye’de çok ciddi bir “sivil kargaşa” yaratmayı hedefliyor. Öyle ya, savaş nedeniyle yerinden-toprağından kopmuş, iç ve dış mülteci olarak göç etmiş olan Suriyeliler, evlerine geri döndüklerinde, mülklerini neye göre talep edecekler? Onların bıraktıkları yerlere işgalci olarak yerleşenleri nasıl söküp atacaklar? Devletin evrakları-kayıtları olmadığı koşulda, bu durum, onyıllar boyunca çözülmeyecek ve halkın kendi içinde birbiriyle ve Suriye yönetimi ile yaşayacağı gerilimler artacaktır. Keza seçimler gündeme geldiğinde, bu kargaşa ve gerilimler çok daha büyüyecektir. Bu durum sadece tapu ve ikamet bilgileri değil, her tür devlet kaydı için yaşanacaktır. İsrail bombardımanları, Suriye’yi böyle bir çıkmaza da sürüklemiş durumda.
Dahası, Suriye topraklarını fiilen işgal etmeye de başladı İsrail. 1967’de işgal ettiği Golan Tepeleri’nde belirlenmiş olan tampon bölgeyi aşarak Suriye sınırlarına girdi. BM kararlarına göre tamamı Suriye’ye ait olan Hermon Dağı’nın tümünü işgal etti. Şam’a 20 km kalıncaya kadar ilerledi, Kuneytra, Şam kırsalı ve Dera kırsalındaki yerleşim yerlerini işgal etti. Bu saldırı ile İsrail, en başta önemli su kaynaklarını ele geçirmiş oldu. Yanısıra, işgal ettiği yerleşim alanlarında halkı kontrol altına almak için kurallar koyuyor. Tarlasına gitmek isteyenlere “izin alma” uygulaması getiriyor, sokağa çıkma yasağı ilan ediyor, istediği binayı yıkıyor, ağaçları söküyor, kameralar kuruyor, toprak setler oluşturarak “savaş mevzileri” inşa ediyor, karakollar kuruyor, yeni yollar yapıyor. Altyapı çalışmalarından askeri sevkiyata kadar tüm bu hareketlilik, İsrail’in kalıcı olmak istediğini, Suriye’nin içine genişlemeye çalıştığını gösteriyor.
İsrail hiçbir dönemde, kendisine çizilen sınırlara uymadı. 1967’de Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’den de Golan Tepeleri’ni aldı, Ürdün’ü Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ten çıkardı. Yerleşimciler eliyle ve askeri-ekonomik terör estirerek Filistin topraklarından sürekli parça kopardı. Sina Yarımadası’ndan sonradan çekilmek zorunda kaldı ancak işgalci tutumu değişmedi. Şimdi de Suriye’nin içine düştüğü kargaşadan yararlanarak işgal başlatmış durumda. Ayrıca, Lübnan’daki Dürzi lider ile görüşmeler yapıyor; bu görüşmelerde Dürzileri ikna ederek Süveyde’yi de ilhak etme amacını taşıyor.
Suriye’nin parçalanmasının içeride nasıl sonuçları olacağını ilerleyen zamanlarda göreceğiz. Ancak İsrail’in bu durumdan en büyük faydayı sağladığı açıkça ortada.
Kürt hareketinin yeni yönü
Suriye’de HTŞ’nin ilerleyişi sürerken, SDG’nin büyük direnişler sonucu aldığı yerleşim yerlerini, kayda değer bir direniş göstermeden terketmesi dikkat çekiciydi. ABD ve Türkiye arasında yapılan anlaşma sonucunda, SDG’nin Fırat’ın doğusuna çekileceği, onun boşalttığı alanlara ise AKP destekli SMO’nun yerleşeceği belli oldu sonrasında.
SDG’nin çekilmesi, geride bıraktığı kitleler ve ona güven duyan siyasi yapılar açısından büyük bir olumsuzluk yarattığı çok açık. 2012’den itibaren, ulusal kurtuluşçu, ilerici ve laik yapısıyla, bölgedeki cihatçı-şeriatçı çetelere karşı önemli bir mevziye dönüşmüştü. Ancak 2015’ten bu yana ABD ile kurduğu ilişki, SDG’nin yapısını da, bölge dengeleri içindeki yerini de farklılaştırdı. Ve bugünkü çekilme, ABD-Türkiye arasındaki pazarlıkların, Suriye’de kendisine biçilen rolün bir sonucu olarak yaşanıyor.
Fırat’ın doğusuna çekilmesi, SGD’nin Afrin kantonuna ilişkin planlarını tamamen terkettiği anlamına geliyor. Keza Akdeniz’e kapı açma ihtimali de tamamen ortadan kalkıyor. Diğer taraftan önemli kazanımlar elde etti. Bu çekilmeye karşılık Deyr ez-Zor’un tamamını almasına izin verildi mesela. Ve aslında bu “takas”tan “karlı çıktı”. Fırat üzerinde bulunan Teşrin ve Tabka barajları artık tamamen SDG’nin kontrolü altında. Menbiç’ten çekilmemiş olsaydı, Fırat’ın Suriye’deki tüm kontrolü SDG’ye kalmış olacaktı; ancak Menbiç’i ele geçiren SMO, buna bir darbe vurdu. Böylece Suriye’nin çok önemli su kaynakları SDG’nin kontrolüne girdi.
Bu bölgenin aynı zamanda Suriye’nin en önemli tahıl üretim alanlarına sahip olduğunu belirtelim.
Bir başka kazanç, petrol yatakları üzerinden. 2017’den sonra petrol yataklarının bir kısmı SDG’nin eline geçmişti; 8 Aralık’tan sonra Deyr ez-Zor’un tamamını alınca, toplamda Suriye’nin petrol kaynaklarının yüzde 70’i SDG’ye geçti.
Yine 2017 yılında Suriye topraklarından IŞİD temizlenirken, ABD’nin hedefi Suriye’nin Irak’a açılan önemli sınır kapılarından biri olan El Kaim’in kontrolünü SDG’ye vermekti; ancak Rusya destekli Suriye ordusu erken davrandı ve bu kapıyı ele geçirdi. Bugün ise, El Kaim sınır kapısının kontrolü SDG’ye verildi. Bu kapı, Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin en önemli ayaklarından biri olan İran-Irak-Suriye üzerinden Akdeniz’e açılma güzergahının önemli noktalarından biriydi. Suriye’de HTŞ hegemonyası sonrası, Çin’in bu projesi de önemli bir darbe almış oldu. Keza İran’dan Irak-Suriye-Lübnan üzerinden Filistin’e uzanan “Şii Direniş Hattı” da kopartılmış oldu.
Toplamda 8 Aralık sonrasında, SGD’nin Suriye’de kontrol ettiği alan büyümüş, petrol-su-gıda kaynakları da güçlenmiş oldu. Şimdi sıra, Suriye yönetimi içinde nasıl konumlanacaklarına, nasıl bir işleyiş oturtulacağına geldi.
HTŞ, bugüne kadar Esad’a karşı savaşmış silahlı grupların “kendilerini feshedeceğini ve Savunma Bakanlığı çatısı altında birleşeceğini” duyurdu. Elbette bu diğer silahlı grupları silahsızlandırmak anlamına gelmiyor, büyük olasılıkla bir “entegrasyon” sözkonusu olacak. En azından başlangıçta. Ancak bu silahsızlanma ve birleşme sürecine SMO dahil değil. Türkiye, kendi hesapları doğrultusunda, SMO’nun ayrı ve silahlı olarak kalmasını dayatacaktır. Keza PYD-YPG’nin durumu da buna dahil değil. Kürt hareketi, kendisinin Suriye yönetimine nasıl dahil olacağı konusunda ayrı bir süreç işletmek istiyor.
Türkiye’nin niyetini ve beklentisini Hakan Fidan, “3 maddelik bir süreç” olarak açıkladı. Önce YPG saflarındaki Suriyeli olmayan savaşçılar ülkeyi terkedecek; sonra Suriyeli olsalar bile YPG’nin bütün komuta kademesi Suriye’yi terkedecek; ve sonra PKK’li olmayan kadrolar silah bırakıp rejimle bütünleşecek. YPG Komutanı Mazlum Abdi’nin “Türkiye ile ateşkes olursa, Suriyeli olmayan savaşçıları gönderebiliriz” demesi, bu pazarlıkların Türkiye-ABD-YPG arasında zaten yürütülmekte olduğunu gösteriyor.
Ancak bundan sonrası belirsiz. SDG’nin asıl talebinin “federasyon” olduğunu biliyoruz. ABD’nin Irak’takine benzer bir model istediğine dair belirtiler var. Irak’ta Kürdistan bölgesi federasyon olarak geniş bir özerkliğe sahipken, devlet yönetiminde de cumhurbaşkanının Kürt olmasına dikkat ediliyor. Suriye’de SDG’nin HTŞ kontrolü altına girmeyeceği, silahlarını bırakmayacağı çok açık. Anayasa çalışmalarının yanısıra, ABD’nin güvencesi altında bir süreç yaşanmasını isteyeceklerdir.
Suriye’de Kürtlerin taleplerinin yanısıra AKP’nin dayatmalarının nasıl sonuçlanacağı, bu arada halkın direnişinin emperyalist hesapları nasıl değiştireceği henüz belli değil. Belli olan şu: Kürt hareketi giderek daha açık biçimde, kaderini ABD’nin Ortadoğu planlarına bağlıyor. Bu hem Türkiye, hem de Suriye politikaları açısından böyle. Savaşarak kazandığı ve halkına bir gelecek vadettiği toprakları, ABD’nin talimatları doğrultusunda savaşmadan terketmiş olması, bu yoldaki en büyük hatalarından biridir.
AKP, Suriye planlarının neresinde
AKP, sürecin belirleyici aktörü gibi davranmak, Suriye’de kontrolün kendisine olduğu mesajını vermek için büyük bir çaba harcıyor. İbrahim Kalın’ın Emevi Camii’nde namaz kılıp HTŞ lideri Colani’nin arabasına binmesinin ardından, Hakan Fidan da Şam’a giderek Colani ile ilk resmi görüşmeyi yaptı. Erdoğan’ın ise coşkun bir şekilde, “Birinci dünya savaşı farklı sonuçlansaydı İdlib gibi, Şam gibi, Halep gibi, Rakka gibi şehirler bizim vilayetimiz olacaktı” sözlerini sarfetmesi, yeniden yayılmacı hayallerin güçlendiğini gösteriyor.
AKP, Suriye’deki yıkımdan, kendisi için büyük bir fırsat oluşturmaya çalışıyor. İlk hamlesini 7 Aralık’ta Doha’da Rusya ve İran’ın karşısında ABD’nin temsilcisi konumunda oturarak yapmış, Şam’ın düşmesinin kararına imza atmıştı. Sonra SMO’nun işgal alanlarını genişletti, SDG’nin elinde olan Menbiç’i ele geçirdi. Şimdi ise, HTŞ’nin dünyaya açılma sürecini, diplomasisini yürütmeye çalışıyor. SMO’nun HTŞ ile beraber iktidarda yer almasından, SDG’nin silahsızlandırılmasına, Suriye içinde eritilmesine kadar her konuda müdahil olmak istiyor. Öcalan üzerinden de, Türkiye’deki Kürt hareketini kontrol altına almaya çalışıyor.
HTŞ’nin 27 Kasım saldırısı başlamadan önce AKP’den büyük destek aldığını biliyoruz. Neredeyse tüm lojistiğini Türkiye’den karşılayan bir örgüttü HTŞ. Ancak bu, Türkiye’ye bağımlı olduğu, AKP’nin kontrolü altında bulunduğu, Suriye’de kuracağı yönetimin AKP’nin gölgesi olacağı anlamına gelmiyor. Çünkü HTŞ, SMO gibi doğrudan AKP tarafından kurulan ve yönetilen bir örgüt değil. Kendi planları, hedefleri olmasının yanısıra, ABD ve İsrail ile de doğrudan bağlantı içinde.
Aslında bu süreçte AKP’nin HTŞ’ye olduğu kadar, HTŞ’nin de AKP’ye ihtiyacı var. Uluslararası düzeyde “terörist” lakabına sahip bir örgüt ve lideri, ara formüller üretmesi ve meşruiyet sağlaması konusunda Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor. Ancak yönetim kademelerine sadece kendi adamlarını ataması, henüz SMO’nun Suriye’nin geleceğinde nasıl yer alacağının belirlenmemesi, geçen bir aya yakın süre içinde SMO ile ilişki kurulmaması gibi unsurlar, AKP’nin yaratmaya çalıştığı “Suriye’nin hamisi” havasını darbeliyor.
Süreç içinde AKP’nin en büyük kazanımı Suriye’de değil, Suriye üzerinden estirilen “zafer” havası ile Türkiye’de olacak görünüyor. Anketler son bir ayda Erdoğan’ın oy oranının birden yükseldiğini ve en yakın rakiplerini birkaç puan geride bıraktığını gösteriyor. Bu bir ay içinde CHP’nin iyice silikleşmesi de, Erdoğan’ın elini güçlendiriyor. Erdoğan “zafer” havasını Kürt hareketi üzerinden de estiriyor. DEM Parti’nin Öcalan ile görüşmesi ve Kürt hareketinin yeniden “barış”, “demokrasi” hayallerine kapılması, DEM Parti’den çok Erdoğan’a yarıyor ve onu güçlendiriyor. Zaten kendisini bu kadar güçlü hissetmese, asgari ücreti bu kadar düşük tutamazdı. Suriye zaferinin ve Kürt hareketi ile işbirliğinin, içerideki ekonomik ve siyasi baskıyı unutturacağını umuyor.
Elbette ki kitlelerin açlığı, bu beklentiyi boşa düşürecek, asgari ücretin yarattığı yıkım, kitlelerin öfke patlamalarına dönüşecektir. Ancak şu anda rüzgarın Erdoğan’dan yana olduğunu görmek zor değil.
Suriye’de karmaşa
Tüm dünyanın “terör örgütü” diye tanımladığı HTŞ cilalanarak bir siyasal örgüte dönüştürülüyor; “terörist Colani isim değiştirerek, takım elbise ve kravat eşliğinde parlatılıyor… İsrail fırsat bu fırsat, Suriye’den parçalar koparıyor. Rusya’nın iyi bir satranç oyuncusu olduğunu unutmamak gerekiyor; Suriye’yi kaybederek “at”ını feda etmiş olabilir; ancak “sıcak denizlere açılma” planının temel unsuru olan Suriye sahasını tümden bırakmayacak, sabırla savaşı sürdürecektir. HTŞ şimdiden Rusya’ya ılımlı mesajlar vermeye başladı bile. Kürt hareketi ise, hem Suriye hem Türkiye halklarının düşmanı olan rejimlerle işbirliği yapmayı, “umut zamanı” diyerek güzelleme çabasında…
ABD, Suriye’yi savaşmadan ele geçirmiş olmanın sarhoşluğu içinde. Suriye halkı ise büyük bir dehşeti, korkuyu, gelecek belirsizliğini yaşıyor. Bu korku, yaşam hakkını savunma mücadelesine dönüşecektir. İlk işaretleri ortaya çıktı bile. Bir yandan çeşitli kitle gösterilerinin haberlerini duyuyoruz, diğer yandan yer yer silahlı çatışmalar yaşandığını öğreniyoruz.
Bunlar direnişin ilk kıvılcımları. Bu kıvılcımlar yangına dönüştüğünde Suriye’nin durumu çok farklı olacaktır. Suriye halkı, Suriye’deki tüm hesapları parçalayıp atabilecek tek güçtür.