Ucuz yaşamlarımız…

Bolu-Kartalkaya’da Grand Kartal Otel’de çıkan yangın, 78 can aldı. 21 Ocak gecesi sabaha karşı başlayan yangın, hayatlarımızın ne kadar değersiz olduğunu bir kere daha gösterdi.

12 katlı otelde 238 kişi kalıyordu. Ölenlerin kaçının personel, kaçının müşteri olduğu ise açıklanmadı.

Yangına ilişkin anlatılanları dinlemeye yürek dayanmıyor. Yangında mahsur kalan, odadan çıkamayan ve ölümü kabullenen ebeveynlerin çocuklarını karların üzerine doğru atmaya çalışması; pencerelerden sarkıtılan çarşaflarla inmeye çalışanlar; otelde garson olarak çalışan bir genç kızın, kurtulamayacağını anladığında babasını araması, babasının ise “pencereden atla, hiç değilse cenazeni alabileyim” demesi; kendileri yangından kurtulan iki üniversite öğrencisinin, içeriden gelen çığlıklara dayanamayıp, “bir yardımımız dokunur” diye yeniden içeri girmesi ve bir daha çıkamaması…

Çünkü “78” diye söylenen, bir rakam değil, bir hayatı olan, duyguları, düşünceleri, sevdikleri olan insanlar…

Kartalkaya’daki yangın, “dünyada en fazla can kaybı olan otel yangınları” listesine girmiş. Listedeki diğer yangınlara bakıyoruz; Tayland’da 1997 yılında, Güney Kore’de 1977 yılında, ABD’de 1946 yılında…

Dünyada en geri ülkelerde bile en son çok ölümlü otel yangını 27 yıl önce yaşanmış. Çünkü her otelde yangın çıkabilir; ancak bunun yayılması, can kaybına yol açması önlenebilir. Üstelik son derece basit önlemlerle. Tüm dünyada oluşturulmuş basit standartlara uyarak…

Nedir bu standartlar? Yangın detektörü, yağmurlama sistemi, alarm sistemi, yangın merdiveni, personele yangın eğitimi…

Grand Kartal adlı lüks otelde, bunların hiçbirisi yok. Yangın detektörü yok, duman görünce otomatik çalışan yağmurlama sistemi yok, yangını haber veren alarm sistemi yok, yangın merdiveni yok, acil çıkışları gösterecek ışıklı tabelalar yok, katlarda yangın söndürücü tüpler bile yok…

Hesap yapılmış, tüm bu önlemlerin maliyeti yaklaşık 1 ile 2 milyon arasında tutuyor. Geceliği 30 bin TL olan bu otelde, sadece 1 gecelik gelir 7 milyon TL’den fazla.

Bu zaten olması gereken önlemleri bir kenara bıraktık, sadece yangın anında yapılan hatalar bile öylesine korkunç ki…

Sağ kurtulanlardan biri, gece saat 2.30 civarında yangın kokusunu aldıklarını ve zorlukla dışarı çıktıklarını anlatıyor. Yani saat 2.30’da yangın odalara, katlara yayılmaya başlamış. Ancak itfaiyenin çağrıldığı saat, 3.30! Sadece o bir saat bile, hiç can kaybı yaşanmadan insanların tahliyesi için yeterli bir süredir. Ama ilgisizlik, umursamazlık, belki de “yangın çıktığı duyulursa otelin kötü reklamı olur, kendi olanaklarımızla söndürelim, kimseye duyurmayalım” pervasızlığı… Sebep nedir bilinmez, ancak bir saat boyunca itfaiyeye haber verilmemiş. Zaten itfaiyeye haber verildikten sonra, araçların gelme süresi de 45 dakika.

Ve geride kalan; kapitalizmin kar hırsına kurban edilmiş insanlar…

Önlenebilir katliamlar

Ülkemizde “önlenebilir ölümler” nedeniyle sistematik bir katliam yaşanıyor.

Temmuz 2018’de yaşanan Çorlu tren kazasında 25 kişi yaşamını yitirdi. Kazanın sebebi, demiryollarındaki özelleştirme nedeniyle, günlük rutin ray kontrolünün yapılmamasıydı.

5 ay sonra Aralık 2018’de Ankara’da yüksek hızlı tren kazasında ise 9 kişi yaşamını yitirdi. Sebep yine demiryollarındaki özelleştirmeydi. Demiryollarının en temel unsuru olan sinyalizasyon sistemi kurulmamış, buna rağmen tren seferleri başlatılmıştı.

Soma’da Mayıs 2014’te yaşanan maden katliamında 301 madenci yaşamını yitirdi. Soma’daki katliamın sebebi, gazın yükselmesi ve riskin artmasına rağmen, madenin tahliye edilmemesi, madencilerin çalışmaya zorlanmasıydı. Soma’daki yargı sürecinin sonucunda, maden sahibinden denetleyiciye kadar katliamda sorumluluğu bulunan herkes tahliye edildi; tek tutuklu olarak madencilerin avukatı Can Atalay kaldı.

Balıkesir’de mühimmat fabrikasında, Aralık 2024’te meydana gelen patlamada, 11 işçi yaşamını yitirdi. Katliamdan önce çalışanların, güvenlik önlemlerinin yetersizliği ve çalışma koşullarındaki riskler nedeniyle sayısız kez şikayette bulunduğu ve şikayetlerin hiç dikkate alınmadığı ortaya çıktı.

Bu örnekleri sayfalarca artırabiliriz. İliç madeninden Torunlar Center’deki asansör kazasına, Kastamonu’daki selden 6 Şubat Hatay-Maraş depremine, tarikat yurtlarındaki yangınlardan devlet yurtlarındaki-askeri garnizonlardaki gıda zehirlenmelerine kadar yüzlerce örneği alt alta sıralayabiliriz.

Bu örneklere HES’ler, ya da maden sahaları, ya da termik santraller, ya da aşırı betonlaşma nedeniyle doğası tahrip olan, suya-toprağa erişimi azalan, nefes aldığı hava kirlenen bu nedenle kanser başta olmak üzere çeşitli hastalıklarla ölen binlerce insanı; yaşam kalitesi düştüğü ve yoksullaştığı için göç etmek zorunda kalan milyonlarca insanı da ekleyebiliriz.

Hepsinin ortak özelliği devlet-patron işbirliği ile işlenmiş katliamlar olmasıdır. Maden, otel, santral, demiryolu işletmecileri, patronları, müteahhitleri, kar hırsı ile gerekli önlemleri almamış, devlet ise denetleme görevini yerine getirmemiştir. Çok basit önlemlerle yüzlerce hayat kurtulabilecekken, bu önlemler alınmamış, devlet de bunun kontrolünü yapmamış, zorlayıcı tedbirler almamıştır. Üstelik en fazla katliamların yaşandığı işletmeler, devletten en fazla teşvik alan, vergi borcu silinen, hatta devlet kademelerinde görev alan şirketlerin parçasıdırlar.

Katliamlar yaşanır, onlarca insan yaşamını yitirir; ne tek bir üst düzey kamu görevlisi ne de patronlar ve patron temsilcileri ceza alır.

Sistem tepeden aşağıya böyle kurulmuştur. Özellikle cezasızlık politikası, katliam için doğrudan teşvik niteliğindedir. Her gün milyonlar kazanan bir otel sahibi, halkın güvenliğini-sağlığını hiçe sayan yöntemleriyle katliamlar yaratır ve bunun bedelini ödemezken, 5 metrekarelik bir dükkan sahibi dönerci de gıda güvenliğini sağlama konusunda zorunluluk hissetmez, “tavuk döner” yediği için insanlar ölür. Bu değersizlik, insan yaşamının ucuzluğu, toplumun bütün kesimlerini sarmaya başlar. “İnsan yaşamı” değersiz bir kavrama dönüşürken, değerli olan tek şey patronların karı, değerli tek yaşam patronun yaşamı haline gelir.

“Hem suçlu hem güçlü” bir yönetim tarzı

Bu katliamları yaratan sistem, katliam sonrasında kendisini korumak için de son derece etkili yöntemler kullanır. Önce devlet yetkilileri katliamı görmezden gelmeye, yok saymaya, boyutunu küçültmeye çalışırlar. Katliamın vahşeti ortaya çıktığında, kalıplaşmış açıklamaları yayınlarlar. Ardından büyük bir saldırı furyası başlatırlar; her türden demagojinin, yüzsüzlüğün, karşı atağın yağmur gibi yağdığı bir saldırı…

Bir “suçlu” bulunur hemen. Tren kazasında makinisttir bu suçlu; madenci katliamında “fıtrat”tır; selde dere yatağındaki evlerde kalanlar suçludur; depremde ise “takdiri ilahi”… Muhalif kesimlerden öne çıkan birinin suçlu ilan edilmesi ise mutlak zorunluluktur. Otelin denetimi tümüyle kültür bakanlığına devredilmişken, CHP’li belediye başkanının suçlu bulunması gibi mesela…

Sonra ölenlerin hikayeleri ile toplumsal travmalar oluşturulmaya, yaşanan acıların sömürülmesine başlanır. Artık sorumlular, ihmaller, hatalar geriye itilmiştir; sadece ölenlerin dramları ile yürekler dağlanır. Kitlelerin bu acının ağırlığı altında çöküp kalması, acının yoğunluğundan dumura uğraması hedeflenir.

Arkasından sürece yayarak unutturma saldırısı gelir. Yıllara yayılan mahkemeler, kitlelerin bu katliamın etkisinden uzaklaşmasını, unutmasını hedefler. Zaten kısa bir süre sonra ya yeni bir katliam yaşanacak ve onun daha taze olan etkisi, bir öncekini bastıracaktır; ya da eskisini unutturacak yeni bir acı yaşanmıyorsa, devlet yeni bir operasyon, yeni bir yasa, yeni bir tutuklama ile bir saldırı başlatacaktır. Kartalkaya katliamı konusunda sistematik yayın yapan ve hesap soran muhalif haber kanallarının gündemi, hızlı biçimde sanatçılara dönük operasyona çevrilmiştir mesela…

Gündemin hızla değiştiği, muhalif kesimlerin hangisine koşacağını, hangisini önemseyeceğini şaşırdığı, oradan oraya savrulmaktan hiçbirisi için etkili bir muhalefet oluşturamadığı bir anafor içinde kaybolur bütün önemli gündemler. Devletin bilinçli bir biçimde oluşturduğu bir anafordur bu; ve çoğunlukla etkili olur.

Üstelik bu mahkeme süreçleri, yargılayan ile yargılananın birbirine karıştığı; çoğu kez katliamın sorumlusu sanıkların mağdur ailelere pervasızca saldırdığı; kaybettiği yakını için kararlılıkla mücadeleyi sürdürenlerin “hakime hakaret” vb karşı davalar açılarak yıldırılmaya çalışıldığı, son derece yıpratıcı bir süreç olarak işler. Soma’nın avukatlarından Çorlu’da oğlunu kaybeden anneye kadar, katliamın hesabını soran hemen herkes mahkemenin hedefi olmuş, haklarında davalar açılmıştır mesela…

Sonuç?

Bu topraklarda birçok olay, cinayet, katliam için “unutursak kalbimiz kurusun” sloganı atılmıştır; ancak bunların her biri gündemin arka sıralarına çoktan düşmüş ve ne yazık ki, unutulmuştur.

Hayat hakkımız

mücadele gücümüz kadardır!

Kapitalist sistem içinde yaşamlarımızın değeri yoktur. Değerli olan tek şey patronların kar hırsı ve onların karını garanti altına almaya çalışan devlet yönetimleridir.

Patronlar için bugün yanan otelin maliyeti ve oluşturduğu gelir kaybı, yanan 78 insanın canından daha büyük, daha önemlidir. Onların gözünde insanlar, sadece ve sadece kendi karlarını artırma aracıdır. Kendi lüks yaşamlarını sürdürebilmek için, insanların çalışma güvenliğini, konut güvenliğini, tatil güvenliğini hiçe sayarlar. “Yaşamak” ve hatta “iyi yaşamak” sadece onların hakkıdır; geriye kalanlar sessizce kendilerine sunulan sefalete razı olmalıdırlar!

Bu, onların bize bakışıdır. Daha fazla ve daha yoğun sömürü aracı olarak kullanmak isterler bizleri.

Peki ya bizim kendimize bakışımız?

Hayat hakkımız mücadele gücümüz kadardır. Biz kendi hayat hakkımızı savunmadığımız, bunun için mücadele etmediğimiz, haklarımızı kopartarak almadığımız sürece, bize layık görülen bu yaşamı sürdürmek zorunda kalırız.

“Her insanın hayatı değerlidir” denir, genel bir yaklaşım olarak. Oysa sadece ve sadece, mücadele edenler kendi hayatlarını değerli kılabilirler. Bu değeri kimse bahşetmeyecek; azgın sömürü koşulları altında kimse bizim hayatlarımız önemsemeyecektir. Sadece ve sadece mücadele ettiğimiz kadar, örgütlendiğimiz kadar, sömürücü sınıfların karşısında kendi haklarımızı savunduğumuz kadar değerli olabiliriz.

Özcesi, patronlara ve onların savunucusu devlet yetkililerine “değerli” olduğumuzu göstermek, toplumsal bir güç olarak karşısına dikilmemizle mümkündür.

Bunu başaramadığımız sürece, her şeyin giderek pahalandığı, insan hayatının ise sürekli ucuzladığı koşulları yaşamaya mahkumuz ne yazık ki…

Bunlara da bakabilirsiniz

6 Şubat depreminin ikinci yılında İstanbul’da eylem yapıldı

6 Şubat depremlerinin 2. Yılında, başta deprem yaşanan kentler olmak üzere birçok yerde eylemler ve …

“Ucuz ölümler ülkesi”ni yaşanabilir kılmak için BİRLEŞİK, MİLİTAN, MEŞRU MÜCADELE!

Her şeyin çok pahalı olduğu ve pahalanmaya devam ettiği bu ülkede, en ucuz şey insan …

ABD’de yeni Trump dönemi: Daha güvensiz bir dünya!

ABD’nin 47. Başkanı seçilen Donald Trump, 20 Ocak günü yemin töreni düzenleyerek göreve başladı. Törende …