ABD’nin 47. Başkanı seçilen Donald Trump, 20 Ocak günü yemin töreni düzenleyerek göreve başladı. Törende yaptığı konuşmada, ABD’nin “altın çağı”nı ilan ederken, tüm dünyaya yeni tehdit mesajları gönderiyordu. ABD’yi kastederek “bugünden itibaren bizden faydalanılmasına asla izin vermeyeceğiz” dedi. Zaten seçim sloganı da, “Yeniden Büyük Amerika”ydı!
Bu vaadi yerine getirebilmesi ihtimali ayrı bir tartışma konusu; ancak Trump’ın konuşması hem ülke içinde, hem dünya hegemonyasında büyük bir güç kaybını ifade ediyordu. İçeride ekonomik kriz, Los Angeles’teki yangına müdahale edemiyor olması, korona döneminde sağlık hakkının ne kadar gaspedilmiş olduğunun görülmesi, eğitim sisteminin yetersizlikleri gibi unsurlar, gerçekten de ABD’nin kendi içinde yaşadığı çok yönlü krizi ortaya koyuyordu. Dışarıda ise, ABD’nin dünya imparatorluğunun çöküşü, her geçen yıl daha açık bir hale gelmişti. Üstelik, 2000 yılında seçilerek göreve başlayan Bush’tan bu yana tüm ABD başkanları, ABD’nin dünya hegemonyasını “yeniden” güçlendirme sözü vermiş; her biri farklı yöntemlerle bu hegemonyayı “yeniden” inşa edeceğini belirtmişti. Mesela Bush döneminde savaş ve saldırganlığı artırarak, Obama döneminde ise “yumuşak güç” öne çıkartarak bunu yapmaya çalıştı; ancak gerileyişini durdurmayı başaramadı.
Trump’ın konuşması bu yönüyle, 2000’lerden bu yana ABD Başkanlarının vaatlerinin tekrarı ve ABD’nin dünyadaki güç ve etki kaybının büyüklüğünü bir kere daha itirafı anlamına geliyordu.
Panama, Grönland ve Kanada
Trump’un “Büyük Amerika” planının en önemli parçasının, toprak işgali olduğu görünüyor. Daha göreve başlamadan önce, Panama Kanalı, Grönland ve Kanada hakkında açıklamalar yaptı, ele geçirmek istediğini belirtti. “ABD’nin ekonomik güvenliği için”, bu toprakları satın alma ya da savaşarak ilhak etme zorunluluğu olduğunun altını çizdi. Bu ülkelerin her biri gerçekten de dünya ekonomisi ve siyaseti açısından stratejik önem taşıyordu.
Panama, 1903 yılında ABD tarafından Kolombiya’dan kopartılarak oluşturulan bir devlettir. ABD, 1898’de İspanya ile yaptığı, dünya tarihinin ilk “emperyalist paylaşım savaşı”nı kazanarak, İspanya’nın Amerika kıtasındaki kolonilerini ele geçirmiş, ayrıca Büyük Okyanus’un batısında ve Latin Amerika’da yeni bölgeler elde etmişti. ABD, İspanya’nın dünya hegemonyasına son vererek kendi hegemonyasını ilan ettiği bu savaşın hemen ardından, kendisi için stratejik önemdeki Panama’ya el attı. Önce Panama’yı “bağımsızlığını ilan etmiş bir devlet” olarak kendi hegemonyasına aldı, ardından dünyanın en stratejik su geçidini inşa etti.
Panama Kanalı’nın inşasından önce Atlantik’ten Pasifik’e geçmek isteyen gemiler, Güney Amerika kıtasının en alt noktasından Güney Kutbu’na yakın bir yerden geçmek, bu geçiş sırasında kutup soğukları ve buz kütlelerinin yanısıra şiddetli fırtınalarla da mücadele etmek zorunda kalıyorlardı. İlk olarak İspanyol sömürgecilerin planladığı, ardından Fransız bir şirketin inşasına başladığı ama 1894’te iflas ederek bırakmak zorunda kaldığı kanalı, ABD 1904-1914 tarihleri arasında, tam da I. Emperyalist Paylaşım Savaşı başlamadan günler önce tamamladı. Böylece Panama Kanalı, Atlantik ile Pasifik Okyanusları arasındaki en kısa mesafeyi kurmuş, geçiş süresini tam 22 gün kısaltmış oldu.
Kanalın önemi sadece iki okyanusu birleştirerek ticareti güçlendirmesi-hızlandırması değildi; daha önemlisi, ABD’nin doğusu ile batısı arasındaki denizyolunu da güvenceye almıştı.
1999 yılına kadar Panama Kanalı’nı ABD işletiyor, Panama devleti de her koşulda Amerikancı politikalar izliyordu. 1999 yılında uluslararası koşullar gereği ABD, kanalın yönetimini Panama devletine devretmek zorunda kaldı. Bu aynı zamanda Çin’in dünya sahnesine daha etkili biçimde çıkmaya, Latin Amerika’daki güç ve etkisini artırmaya başladığı süreçtir. (Mesela Venezüella’da “Chavez Devri” 1998 yılında başlamıştı.)
ABD’nin kanalı devretmesinin ardından, Panama devleti üzerindeki etkisi ve baskısı doğal olarak azaldı. Öte yandan 2000’lerin başından itibaren Latin Amerika ülkeleri üzerinde etkisini artıran ve bu ülkelerde esen “sol rüzgar”dan yararlanan Çin, aynı dönemde Panama ile ilişkilerini geliştirdi.
Trump göreve başlamadan öne “Panama Kanalı’nı Çin askerleri kontrol ediyor” demişti. Elbette yasal olarak bunun böyle olması ihtimali yoktu. Ancak yaklaşık 20 yıldır Çin’in Panama üzerinde epeyce mesafe aldığı da açıktır. Bunların en önemlisi, Panama’nın 2017 yılında Tayvan ile diplomatik bağlarını kesmesi oldu. Öncesinde Panama, Tayvan’ı egemen bir devlet olarak tanıyan birkaç ülkeden biriydi. Tayvan, Çin açısından stratejik önemde bir konu. Bunun hemen ardından Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Panama’yı ziyaret eden ilk Çin devlet başkanı oldu. 2018 yılında ise Panama, Kuşak ve Yol Projesi’ne imza atan ilk Latin Amerika ülkesi oldu. Kuşak ve Yol Projesi, Çin’in dünya hegemonyasını güçlendirmeyi, kara, deniz ve demiryollarıyla tüm dünyayı bir ağ gibi sarmayı hedefleyen bir proje; ve elbette ki ABD’nin dünya hegemonyasına büyük bir darbe indiriyor.
Bu süreçte Çin, Panama ile önemli metro, liman, yüksek hızlı tren yolu, Panama Kanalı üzerine dördüncü köprü yapılması gibi altyapı anlaşmalarına imza attı. Bunların bir kısmı, ABD’nin engellemesiyle kağıt üzerinde kaldı, hayata geçmedi. Hatta bu anlaşmalar, Panama’da hükümet değişikliğine yol açtı. Geçmişte ABD’ye tam bağımlılık içinde olan Panama’da, Çin yanlıları da güç kazandı ve içeride klikler arası çatışmalar derinleşti. Sonuçta bugün Çin, Panama Kanalı’nın girişinde iki önemli limanın işletmesini 25 yıllığına kazandı.
Trump’ın kanal üzerinden Çin’e dönük tehditlerine, Çin “kanalın daimi olarak tarafsız bir uluslararası su yolu” olmasından yana görüş belirtiyor.
Bugün Panama Kanalı’ndaki gemi trafiğinin yüzde 72’sini ABD kargo gemileri oluşturuyor. Çin kargo gemileri ise trafiğin yüzde 22’sini oluşturarak ikinci sırada yer alıyor. ABD, kendisi için hayati önemdeki bu kanalı tekrar kontrolü altına almak için, gerekirse savaşı da göze alabileceğini ortaya koydu. Ancak bu o kadar kolay görünmüyor.
Trump’ın ikinci hedefi olan Grönland adası, Danimarka’ya bağlı özerk bir bölge. Ada’nın zemini büyük oranda kar ve buzullarla kaplı; bu nedenle dünyanın nüfus oranı en düşük bölgelerinden biri.
Ada, ABD açısından iki nedenle önem taşıyor. Birincisi, stratejik konumu. Emperyalistler arasında Kuzey Kutbu hakimiyet konusunda büyük bir mücadele yaşanıyor. Kutup bölgesindeki buzulların giderek eriyor oluşu, bu bölgenin erişilebilir-geçilebilir hale gelmesi, burada çok büyük ve çok yönlü bir pazar kavgasını gündeme getirdi. Çünkü Arktik bölgesi, hazırlanan raporlara göre, dünya petrol rezervinin yüzde 13’ünü ve doğalgazın yüzde 30’unu barındırıyor. Yanısıra altın, elmas, gümüş gibi değerli metallere ait kaynaklar da keşfedilmiş durumda. İlaç sektöründe kullanılan temel önemdeki mineraller yönüyle de bölgenin çok önemli kaynaklara sahip olduğu görüldü. Keza somon gibi yüksek besin değeri taşıyan nadir türler, bölgedeki balıkçılık faaliyetini çok karlı hale getiriyor.
Ve hepsinden önemlisi, buzların çözülmesiyle yeni bir denizyolu ulaşımı açılıyor. 2024 yılında yaklaşık 2 bin geminin bu yolu kullandığı belirtiliyor. Çin’in Avrupa’ya ulaşmak için kullandığı iki deniz yolu da oldukça uzun ve zorlu yollar (biri Çin’in güneyinden, Hint Okyanusu-Kızıldeniz-Akdeniz üzerinden, diğer yol Pasifik Okyanusu-Panama Kanalı-Atlantik Okyanusu üzerinden.) Kuzey Kutbu’ndan geçmek, bu yolu yaklaşık 6 bin km kısaltıyor. Ve bu yol, sadece Çin’in ticari hesapları için değil, ABD ve Rusya’nın askeri planları açısından da stratejik önem taşıyor.
Rusya, Arktik bölgesine açılan, NATO üyesi olmayan tek ülke. Üstelik Arktik’e kıyıdaş 5 ülkenin içinde, en uzun sınır da ona ait. Böylece Rusya için Arktik, en önemli deniz-sınırına dönüşüyor. Kremlin sözcüsü Dmitriy Peskov, Trump’ın konuşmaları üzerine yaptığı açıklamada, “Arktik bölgesi, ulusal ve stratejik çıkarlarımızın olduğu bir bölge” diyerek, konunun kendileri için ne kadar önemli olduğunu vurguladı. Buzullar Rusya’nın Arktik sınırı için doğal bir savunma hattı oluştururken, buzulların erimesi bu “savunma hattı”nı zayıflatıyor. Bu nedenle Rusya son yıllarda Kuzey Filosu’nu güçlendirmek, bölgedeki Sovyet döneminden kalma askeri karakolları yeniden açmak gibi önlemler aldı. ABD’nin saldırganlığını baştan durdurmak istiyor.
Arktik’in bu önemi ve bütün emperyalist ülkelerin buradan parça koparma çabasının büyük bir savaşa dönüşmesini geciktirmek için, kıyıdaş 5 ülkenin (Rusya, Norveç, Alaska-ABD, Kanada, Grönland-Danimarka) yanısıra Finlandiya, İzlanda ve İsveç’in katılımıyla 1996 yılında Arktik Konseyi kuruldu. 2011’den bu yana, Çin, Güney Kore, Japonya, Singapur, Almanya, İngiltere, Fransa ve Polonya, Konsey’in daimi gözlemci üyesi olarak katılıyorlar. Elbette Arktik’teki kaynaklar bu kadar hayati, emperyalist hegemonya savaşı bu kadar güçlü iken, Konsey’in yarattığı “uzlaşma”nın geçici olacağı çok açık. ABD zaten Grönland talebiyle, bu dengeyi bozmak istediğini açıkça belirtmiş oldu.
Grönland’da ABD’nin bir askeri üssü var. Sovyetler Birliği dağılmadan önce kurulan ve stratejik konuma sahip bu üs ile, ABD Kuzey Kutbu’ndaki ve Atlantik’teki faaliyetleri rahatlıkla izleyebiliyor, özellikle Rusya’yı gözaltında tutabiliyor. Ayrıca Danimarka’nın ABD ile yakın ilişkileri bulunuyor. Buna rağmen bugün adanın ABD’ye satılması, sadece Danimarka’nın değil, AB’den Rusya’ya kadar bütün emperyalistlerin tepkisini çekiyor. Mesela AB “Grönland’ı savunmaya hazırız” açıklamasını yaparak, ABD’ye meydan okuyor.
Grönland’ı önemli kılan ikinci unsur ise, yine küresel ısınma nedeniyle adanın zeminindeki buzulların erimesi, yeraltı kaynaklarının erişilebilir hale gelmesidir. Grönland’da altın, platin gibi değerli metaller, lityum, titanyum gibi nadir elementler, kömür, uranyum, elmas, yakut gibi önemli kaynaklar da bulunuyor. Elektrikli otomobillerle rüzgar tribünlerinde kullanılan pillerin üretimi için nadir metaller büyük önem taşıyor. Keza savaş uçakları başta olmak üzere savaş sanayiinde de nadir metallerin önemli bir yeri var.
Çin, dünyadaki nadir metal kaynaklarının yaklaşık yüzde 90’ını tek başına kontrol ediyor. Şimdi Grönland’da ortaya çıkan yeni kaynaklar, bu nedenle bütün emperyalistlerin radarına girmiş durumda. Burada da ilk atağı Çin yaptı. Çin bağlantılı bir Avustralya şirketi, bu nadir metallerin madenciliği için Grönland hükümeti ile bir anlaşma yapmıştı; ancak 2021 yılında Grönland bu anlaşmayı iptal etti.
Trump’un Grönland talebinin bir yönünü de AB karşısındaki tutumu oluşturuyor. ABD’nin AB’yi küçümseyen, kendisine bağımlı bir emperyal güç olarak konumlandıran, kendisini güçlendirmek için AB’nin kaynaklarına göz diken tutumu, Grönland’da en somut ve çarpıcı haliyle kendisini gösteriyor.
Trump’un göz diktiği bir başka ülke ise Kanada. Kanada’nın aslında ABD toprağı olduğunu söylüyor ve “ABD’nin 51. eyaleti olmasını” istiyor. ABD’nin Kanada üzerindeki hak iddiası Amerikan bağımsızlık savaşına kadar uzanıyor. 1775-1783 tarihleri arasında Kuzey Amerika’daki 13 Koloni, Büyük Britanya İmparatorluğu’na karşı bağımsızlık savaşı verdi. Savaş bittiğinde ABD kurulmuş, kuzeyde savaşa katılmayan 4 koloni ise İngiltere’ye kalmıştı. Savaş sonunda, ABD’de yaşayan İngiliz yanlıları da Kanada’ya geçti. 1865’de ABD kendi iç savaşını tamamlayıp ülkenin birliğini sağladıktan iki yıl sonra, İngiltere kuzeydeki 4 eyaletten oluşan federasyona yerel yönetim hakkı verdi. “Kanada Konfederasyonu” adını alan bu bölge, ABD’nin giderek büyüyen emperyalist gücüne karşılık, İngiltere’nin Amerika kıtasındaki uzantısı olarak kaldı.
İngiltere, “Büyük Britanya İmparatorluğu” dönemindeki sömürgeleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, hegemonyasını sürdürebilmek için “İngiliz Milletler Topluluğu-Commonwealth” adını verdiği bir sistem kurdu. Bu ülkeler bağımsız bir ülke gibi parlamentolarını seçiyor, başbakanı belirliyorlar; ancak resmi “devlet başkanı” koltuğu İngiliz Kralı’na ait oluyor. Seçilen başbakan, İngiltere Kralı’nın onay belgesini aldıktan sonra göreve başlayabiliyor. Kanada da, İngiliz Milletler Topluluğu’na dahil olan, İngiliz Kralı’nı kendi en yüksek devlet görevlisi olarak tanıyan ülkelerden birisi.
ABD ile Kanada’nın ilişkilerinin yakın olduğu, Kanada’nın ABD uzantısı olduğu düşünülür. Sınır geçişlerinin çok kolay, ticaretin asıl olarak ABD ile yürütüldüğü, kültürel yakınlığın olduğu bir ülke olması, böyle bir yanılsama yaratıyor. Gerçekte ise ABD-Kanada ilişkileri geçmişin sömürgeci süreçlerinin izlerini taşır. Ve Trump’ın Kanada’yı ilhak etme talebi, doğrudan İngiltere emperyalizmine dönük bir meydan okumadır.
Kanada’yı Trump için önemli kılan ilk unsur, kıtanın tümüne hükmetme arzusu. 150 yıl önce bağımsızlık savaşı verirken İngiltere’yi yenmiş ama kıtadan tamamen kovamamış olmanın rövanşını almak, Kuzey Amerika kıtasının tamamını ele geçirmek istiyor. Yanısıra, Grönland ve Kanada’yı ilhak ettiğinde Arktik bölgesindeki sınırları ve hakları artmış oluyor.
Ve “ABD’nin yeniden güçlendirilmesi” politikasının en önemli unsuru, toprak ilhakı ile ABD’nin doğal kaynaklarının, yeraltı zenginliklerinin, nüfus ve toprak büyüklüğünün, stratejik avantajlarının ve bütün bunların doğal sonucu olarak dünya hegemonyasındaki yerinin artması-büyümesi istemidir.
Göçmen düşmanı politikalar
Trump’ın önemli vaatlerinden ve göreve başlama konuşmasının başlıklarından biri de, göçmenlere dönük saldırgan politikalardı.
Trump, güney sınırında acil durum ilan edeceğini, yasadışı girişleri tamamen durduracağını, milyonlarca suçlu yabancının sınırdışı edileceğini belirtti. Ve bu konudaki hamleler, hemen yağmaya başladı.
Öncelikle ABD’den giriş vizesi almış kişilerin bile ABD’ye girişleri durduruldu. Basında çıkan haberler, göçmenlerin çeşitli nedenlerle ülkeye kabulünü öngören programların hepsinin durdurulduğunu yazıyor. Öyle ki, doğrudan ABD’nin yarattığı bir savaşın mağduru olan Ukraynalıların bile ülkeye alınması durduruldu.
Meksika sınırına duvar örülmesi konusu yeniden gündeme alındı; ayrıca Meksika sınırına 10 bin kişilik takviye birlik gönderilmesi konuşuluyor. İçerideki yasadışı göçmenlerin hızla sınırdışı edilmesi konusunda da adımlar atılmaya başlandı. Bugüne kadar ABD’ye yasadışı yollarla girenlere karşı “yakala ve bırak” politikası uygulanıyordu. Yakalanan yasadışı göçmen için mahkeme süreci başlatılıyor, mahkeme devam ederken ABD’de kalmasına izin veriliyordu. Trump “yakala ve bırak” politikasını sonlandırdı. Bundan sonra, yasadışı yollarla sınırı geçen Meksikalı göçmenler, doğrudan sınırdışı edilecek.
“Doğum yoluyla vatandaşlık” konusu da Trump’ın gündemindeydi. ABD’de iç savaşın sona ermesinin ardından köleliğe son verilince, eski kölelerin vatandaşlık sorununu çözmek için 1868 yılında anayasaya, ABD’de doğan bir çocuğun ebeveynleri ABD vatandaşı olmasa bile ABD vatandaşı olarak kabul edileceği şeklinde bir madde eklenmişti. Öncesinde Afrikalı köleler ABD vatandaşı olamıyordu. Madde eklendikten sonra, büyük göç alan ABD’de göçmen çocukları da bu maddeden yararlanmaya başladı. Şimdi Trump bu maddeyi kaldırmak, göçmenlerin ABD’de doğan çocuklarını da, ebeveynleri ile birlikte sınırdışı etmek istiyor. Verilere göre, 2022 yılında yasadışı göçmen olarak ABD’de doğum yaparak, çocuğu üzerinden vatandaşlık almış kişilerin sayısı 1,2 milyonu buluyor.
Trump’ın göreve gelir gelmez ilk imzaladığı kararnamelerden biri, ABD’de doğan çocuklarla ilgili bu karar oldu. Ancak bu kararın anayasaya aykırı olduğu için uygulanamayacağı söyleniyor. Buna karşın yasadışı göçmenlerin sınırdışı edilmesi girişimleri başladı. Trump’ın göreve gelmesinin hemen ardından, bir günde 500’den fazla göçmenin gözaltına alındığı duyuruldu. Bu göçmenlerin bir kısmının adı ve işledikleri suçlar kamuoyuna açıklanarak teşhir edildi. Ardından yaklaşık 160 göçmenin ABD askeri uçaklarıyla Guatemala’ya gönderildiği öğrenildi. Biden döneminde, sadece 2024 yılında sınırdışı edilen göçmen sayısı 274 bine ulaşmıştı; bunun Trump döneminde artarak süreceği belli oldu.
Trump’ın göçmenlere dönük saldırgan politikaları, daha ırkçı-faşist uygulamalara geçeceğinin de işareti aslında.
Kararnamelerle yönetmek
Trump göreve başlar başlamaz bir dizi kararname imzaladı. Bu kararnameler, içeride yasakçı politikaların, dışarıda ise hegemonyacı hedeflerin ifadesiydi.
Trump’ın imzaladığı kararnamelerden biri, 6 Ocak 2021’de düzenlenen Kongre Baskını nedeniyle tutuklu olan yaklaşık 1.600 kişinin serbest bırakmasına ilişkindi. Oysa yaşanan olay, ABD tarihinin en önemli siyasi olaylarındandı. Trump 2017-2021 yılları arasında başkanlık yapmış, ikinci dönem için girdiği başkanlık seçimlerini kaybetmişti (Joe Biden kazanmıştı); bunun üzerine seçimlere hile karıştırıldığını, kendisini başkanlığının gaspedildiğini ileri sürdü. Ardından taraftarlarına çağrı yaparak, 6 Ocak 2021 günü kitlenin başkentte toplanmasını sağladı. Kitle, Beyaz Saray’ın önünde toplandı, Trump burada yaptığı konuşmada “yenilgiyi asla kabul etmeyeceğiz” dedi. Ve kitle güvenlik bariyerlerini aşarak Kongre binasının içine girdi.
Bütün ülkelerin parlamento binası önemli bir semboldür; ABD için çok daha özel bir önem atfedilmekte, “Amerikan demokrasisi ve yaşam tarzının simgesi” olarak tanımlanmaktadır. Tarihi boyunca sadece bir kere, 200 yıl önce 1814 yılında, İngiliz askerleri tarafından işgal edilmiş, ateşe verilmişti. İkincisini gerçekleştirmek Trump’a düştü. İşte o baskın nedeniyle yaklaşık 1600 kişi tutuklanmıştı. Trump göreve gelir gelmez, doğrudan kendisine sadık, saldırgan ve pervasız bu insanları serbest bıraktı.
Bir başka kararnamesi, hükümet işleyişine ilişkindi. Hükümet maliyetlerini azaltmak ve denetlemek için “Hükümet Verimliliği Departmanı-Doge” kurdu ve bu birimin yönetimini Elon Musk’a bıraktı. Hükümet üzerinde tam kontrol sağlayıncaya kadar kamuya yeni işe alımları durdurdu. Federal çalışanlar için evden çalışmayı yasaklayarak tümünün ofiste çalışmasını zorunlu kıldı. Biden yönetimi altında çalışan kolluk kuvvetleri ve istihbarat kurumlarının çalışmalarının gözden geçirilmesini kararlaştırdı.
Bunların yanısıra, Çinli sosyal medya uygulaması TikTok’un yasaklanmasını erteledi, Paris İklim Anlaşması’ndan çekileceğini açıkladı, Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilme süreci başlattı. Bu kararnameler dizisine, “hayat pahalılığı kriziyle mücadele edilmesi” ve “ifade özgürlüğünün sansürlenmesinin önlenmesi” gibi, kendisini daha demokrat, halkçı gösterecek maddeler eklemeyi de unutmadı. Ama bu arada, eşcinsellere dönük daha saldırgan bir süreci başlatacağını gösteren kararnameler de imzaladı.
Aslında imzaladığı kararnamelerin içeriğinden daha önemli olan, Trump’ın “kararnameler dönemi”ni başlatmış olmasıdır. Kimseye sormayan, danışmayan, karar ve yasa mekanizmalarını dikkate almadan kendi başına, kendi tercihleri ve kişisel kararları doğrultusunda ülkeyi yönetmeye çalışan yaklaşımıdır. Bu durum, Trump’ın başkanlığındaki ABD’nin yeni dönemde pervasızlığının artacağını göstermektedir.
Elon Musk ve paranın gücü
Amerika’yı yeniden güçlü yapma projesinin en önemli unsurlarından birinin Elon Musk ile kurulan ilişki olacağı görülüyor.
Musk, elektrikli araç üreten Tesla’nın, uzay taşımacılığı şirketi SpaceX’in, sosyal medya uygulaması X’in, insan beynine çip yerleştirmeye çalışan Neuralink’in patronu ve dünyanın en zengin insanı. Trump’ın seçim kampanyasına yaptığı 200 milyon dolardan fazla bağışla, seçim çalışmalarında önemli bir rol oynadı. Zaten seçim sonrasında da “gölge başkan” gibi sıfatlar takıldı ve doğrudan kendisi için oluşturulan bir bakanlık (Hükümet Verimliliği Bakanlığı) görevi aldı.
Twitter’ı satın aldıktan sonra çalışanların büyük çoğunluğunu işten çıkartan, sendika karşıtı tutumunu açıkça ifade eden, zenginliğini şımarıkça gözlere sokan, uzaya bir araba (yani uzay çöpü) gönderecek kadar küstah, egosunun yüksekliğinden başı dönen Musk’un seçimlerdeki rolü ve misyonu sadece para saçmakla sınırlı değil. Musk, Güney Afrika’da doğan yoksul bir çocuk olarak, zenginlik basamaklarını hızla tırmanması, yarım trilyon dolarlık bir servete ulaşarak dünyanın en zengin-başarılı kişisine dönüşmesiyle, bir “rol model”. Daha doğrusu Musk üzerinden, emeğiyle çalışmaya uzak, hızla “köşeyi dönme” çabası içinde olan, teknoloji-yapay zeka-kripto evreninde kendine rahat-kolay-zengin bir hayat vaadedildiğini düşünen genç kuşaklar için bir “rol model” oluşturulmaya çalışılıyor. Ve onun çizdiği bu profilin, Trump’ın seçimleri kazanmasında, genç kesimlerden oy almasında etkili olduğu düşünülüyor. Trump’ın 2016’da aldığı oydan daha geniş bir kesimi bu sayede kazanabildiği görülüyor. Musk’ın anlattığı “başarı hikayesi” çok geniş bir kesimin hayallerini süslüyor.
Gerçekte ise bu başarı hikayesinin önemli bir kısmı “şişirme”ye, çok daha önemli bir kısmı da devlet desteğine dayanıyor. Mesela Musk’un şirketi Tesla’nın araba satışlarının devletin vergi indirimleriyle finanse edildiği; buna rağmen şirket iflasın eşiğine gelince Enerji Bakanlığı’ndan yaklaşık 500 milyon dolar krediyi neredeyse sıfır faizle ve çok uygun ödeme koşullarıyla aldığı öğrenildi. Keza Musk’ın SpaceX şirketinin 2008’den bu yana kamudan aldığı ihale ve yaptığı sözleşmelerin değeri, 20 milyar doları aşıyor.
Diğer taraftan göçmenlerin, eşcinsellerin, Müslümanların, azınlıkların “ülkeyi ele geçireceği” korkusunu yaşayan ABD aşırı sağı-faşist tabanı da Elon Musk’ın pervasızca verdiği Hitler selamı ve savunduğu görüşlerinden etkileniyor, açıkça destekliyorlar. Bu sadece ABD açısından değil, dünyada faşist liderlerin buluşma noktasına dönüşmüş bir Musk görüyoruz. Trump Kasım 2024’teki seçimleri kazandığında kutlama partisine Arjantin’in faşist başkanı Javier Milei de katılmış, Musk Milei’ye övgüler dizmişti. İtalya’nın faşist başbakanı Meloni ile yakın ilişkisi olan Musk, Almanya’da neo-Nazi AfD partisine de tam destek açıklamış; hatta Almanya seçimlerine “ayar verecek kadar” ileri gitmişti. Birleşik Krallık’ta ise faşist, göçmen karşıtı Reform Partisi’ne, başkanlarını değiştirirlerse 100 milyon dolar vereceğini söyledi. Son olarak İspanya’da Katalonya’ya dönük açıklamalarının ardından, İspanya başbakanı Pedro Sanchez, Musk’ın Nazilerin mirasçılarına sahip çıktığını belirtti.
Musk, tüm bu yaptıklarıyla hem ABD içinde hem de pervasızca el attığı diğer ülkelerde, aşırı sağın, faşist ideolojinin, işçi sınıfı düşmanlığının, göçmen karşıtlığının, insanlıkdışı sömürü politikalarının simgesi haline geldi adeta.
“Yeniden Büyük” mü
giderek küçülmek mi?
2001 yılında İkiz Kuleler’in üzerinde bir molotof gibi patlayan uçaklar, ABD’nin giderek güç kazanmakta olan Çin’den ve kendini toparlamaya başlayan Rusya’dan duyduğu tedirginlikle 3. Emperyalist Paylaşım Savaşını başlatmasına vesile olmuştu. “Önleyici vuruş konsepti” adını verdiği politikayla Ortadoğu’yu ateş çemberine sokan ABD, “Çin büyümeden önünü kesme” planını hayata geçiremedi. Geçen yaklaşık 24 yıl içinde, savaşın belli etaplarında güçler dengesi sürekli olarak değişti. Ancak ABD’nin adım adım güç kaybetmesi ve Çin’in ekonomik-siyasi gücünün yanısıra askeri gücünü de sistematik olarak artırması gerçeği değişmedi. Bu süreçte ABD’nin kimi zaman saldırgan ve savaşçı (Bush, Trump), kimi zaman “yumuşak güç” (Obama, Biden) uygulamaları ve bu doğrultuda göreve getirdiği başkanların hiçbiri, genel gidişatı değiştiremedi; ABD emperyalizmi 1990’larda yakaladığı “küresel” güç ve etkisine tekrar ulaşamadı.
Şimdi Trump, daha saldırgan ve daha savaşçı politikalarla yeniden sahneye sürülüyor. Daha ırkçı, göçmen karşıtı, sömürücü ve meydan okuyan bir ABD ile karşı karşıya kalacağımız görülüyor.
Trump’ın belli bir moral üstünlükle göreve başladığını söylemek mümkün. Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı bitirebilmek bir yana, askeri-ekonomik gücünü sömüren, insan kaynaklarını tüketen bir döngüden çıkamadığı görülüyor. Öyle ki, Ukrayna’daki sıkışmışlık, Rusya’nın Suriye gibi stratejik bir hedefini ikinci plana itmesini getirdi. Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi, oluşturduğu karmaşık dengeleri nedeniyle tartışmalı bir “zafer” olsa bile, şimdilik ABD’nin moral üstünlüğünü büyütüyor. İran’da bir geri çekilme ve içe kapanma, Lübnan’da Hizbullah’ın ciddi bir güç kaybı sözkonusu. İsrail Hamas’ı yenmeyi başaramadı, ancak Lübnan savaşı ve Suriye “zaferi” ile birlikte Hamas ve Filistin sorunu gündemin gerisine itilmiş oldu. Tüm bu süreçte Çin ve Rusya bölgeye aktif bir destek sunmayarak, o ülkeleri kaderlerine terketmiş oldu. Avrupa emperyalistleri ise, seçimlerle somut biçimde ortaya dökülen iç sorunları ile bir tıkanma yaşıyorlar.
Bu tablo, ABD’nin saldırgan politikalarını açıkça ifade etmesini kolaylaştırıyor. Trump’ın Panama, Kanada ve Grönland’ın ilhakını doğrudan ifade etmesi ve savaşma ihtimalini de ortaya koyması, çok büyük bir meydan okuma. Keza gümrük vergilerinden Dünya Sağlık Örgütü konusundaki açıklamalarına kadar, bütün emperyalistleri küçümseyen, karşısına alan bir tutum izliyor. Ve bütün bunlarla, gerçekten de ABD’nin “eski, görkemli günleri”ni yaratmaya çalıştığı, bunun için mücadele edeceği görülüyor.
Ancak 1990’ların dünyasında değiliz. Son döneme damgasını vuran saydığımız zayıflıklara rağmen, rakip emperyalistlerin gücü ve hedefleri gerilemiş değil. Son dönemde yapay zeka, elektrikli otomobil gibi bazı alanlardaki üretimiyle öne çıkmış olsa bile, ABD eski ekonomik-askeri-siyasi gücünden uzak. Üstelik Amerikan halkı ağır bir ekonomik kriz ve yoksullaşma yaşıyor; siyahların ayaklanmaya dönüşen protestoları ile azınlık politikalarını eleştiriyor; eğitimden barınmaya kadar her alanda bir düşüş görülüyor; seçilen her bir başkanın görev süresi fiyaskoya dönüşüyor… Ve bütün bunlar, ABD halkının devlet politikalarına güvensizleşmesini, hükümetin arkasındaki desteğini çekmesini getiriyor.
İç ve dış gelişmeler, Trump’ın iddialarını hayata geçirmesinin hiç kolay olmadığını gösteriyor. Ancak her koşulda, Trump ile dünya artık daha güvensiz! Daha zorba, daha sömürücü, daha saldırgan yönetimler altında iyice yaşanmaz hale geliyor.