Hepimiz “işçi” miyiz?

“Proletarya” kavramı, üzerinde en çok oynanan, tam da bu nedenle muğlaklaştırılan kavramlardan biridir. Kriterler belirsizleştirilmekte, sınıflar ve katmanlar birbirine karıştırılmaktadır.

Bazı kesimler “SGK’lı çalışan herkes”in “işçi” olduğunu ileri sürerler. Oysa şirket müdürlerinden holding CEO’suna, hastane başhekiminden restorandaki şefe kadar çok geniş bir kesim SGK’lı çalışmaktadır; ama işçi değildir.

Bazı kesimler ise “işçi” kavramını gelir düzeyi ile açıklarlar. Yoksulluk ve işçilik eşitlenir. Bu yaklaşım başka bir kargaşa yaratır. Metal sektöründeki kadrolu ve sosyal haklara sahip, üretim bandında çalışan bir işçinin 3 asgari ücret düzeyinde aylık alması onun işçi olduğu gerçeğini değiştirmez; diğer taraftan kendi küçük toprağında yaptığı üretimle açlık düzeyinde yaşayan bir köylü ya da çiftçi, işçi değildir.

Kimisi de gerçekte işçi sınıfının saflarında olan kişilerin, işçi olmadığı yanılsamasını yaratır. Fabrikada en alt düzeyde çalışanların bir üstüne çıkan kişi, kendisinin “sınıf atladığı”nı düşünür, patronlar tarafından düşündürülür.

2011 yılında dünya ayaklanmalarla sarsılırken, NewYork’ta başlayan “Wall Street’i işgal et” hareketinin sloganı “Biz yüzde 99’uz” olarak şekillenmişti. Bu yüzde 99’un, kendilerini sömüren yüzde 1’e karşı mücadele etmeleri gerektiğini anlatıyorlardı.

Elbette ki sömürücü sınıfın en üst tabakasını oluşturan, ülkede gelir dağılımından en yüksek payı alan yüzde 1’e karşı mücadeleye çağırmak doğrudur, gereklidir. Sorun burada değildir. Sorun, yüzde 99’u oluşturduğu söylenen “biz”in kim olduğudur.

Sözkonusu “yüzde 99”un içinde, “büyük burjuvazi” ya da “işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri” olarak tanımlayabileceğimiz en üst sömürücü sınıfın dışında kalan her kesim vardır. Yani “orta burjuvazi”, “zengin köylülük” gibi sömürücü katmanlar da yüzde 99’un içindedir.

“Yüzde 99”un içinde proletaryaya yabancı, sömürücü unsurları görmek zor değildir. Daha zor olan, “ezilenler”, “yoksullar”, “emekçiler” kavramlarının içindeki, “proleter” olmayan unsurları çözebilmektir. Ezilenler, yoksullar, emekçiler kavramları, proletaryanın yanına, sömürülen diğer kesimleri de ekler. Mesela topraksız ya da az topraklı köylüleri, küçük çiftçileri, küçük burjuvaziyi…

Tüm bu ezilen, sömürülen kesimlerin “işçi” olduğunu ileri sürmek, proletaryanın sayısal gücünü artıracak, böylece mücadeledeki başarısını garantileyecek çok olumlu bir tutum zannedilir. Oysa birincisi, proletaryanın gücü sayısal çokluğundan değil, üretim ilişkileri içindeki yerinden, sınıf mücadelesi tarihi içindeki konumundan gelir. Rusya’da nüfusun 5/6’sının köylü olduğu, kapitalizmin yeni geliştiği 1917 yılında, proleter bir devrimin başarıya ulaşmasının sebebi budur. Proleter olmayanları ekleyerek proletaryayı sayısal olarak büyütmeye çalışmak yerine, sınıf bilincini güçlendirmek gerekir. Sınıf mücadelesini başarıya ulaştıracak asıl unsur budur.

İkincisi, ezilen ve sömürülen kesimlerin her birinin mücadele talebi farklıdır. Topraksız köylünün talebi toprak, yani mülkiyet edinmektir; esnafın talebi büyük sermaye karşısında kendi mülkünü korumaktır; küçük burjuva katmanların mücadele talebi genel olarak mülkiyet edinmek ya da korumakla ilgilidir. Proletaryanın ise mülkiyet talebi yoktur; tam tersine proletaryanın mücadelesi, özel mülkiyeti kademeli olarak yoketmeye (büyük burjuvazinin mülküne el koymak, küçük mülk sahiplerini kooperatifleştirmek vb) dönüktür.

Ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlar, sınıf mücadelesi içinde, mücadelenin çeşitli aşamalarında, çeşitli düzeylerde proletarya ile “müttefik” olurlar; fakat proletarya ile “aynılaşmazlar”.

Bunlar basit ayrılıklar değildir. Proletaryanın tanımında ve kapsamında yapılacak bir yanlışlık, devrimin niteliğini, sınıfların mevzilenmesini ve devrim sonrasındaki yönünü doğrudan etkileyen, ideolojik savrulmalar yaratacaktır.

Marksizm-Leninizm, proletaryanın tanımını net biçimde yapmıştır. Gelişen teknolojinin “eski” tanımları değiştirdiği söyleniyor. Niceliksel değişimler ve yenilikler elbette ki vardır. Ancak sınıf mücadelesinin özünde, proletarya-burjuvazi çelişkisinde, üretim ilişkilerinin niteliğinde bir değişim yoktur. Bu nedenle, proletaryanın tanımında ve kapsamında da bir değişiklik yoktur.

“İşçi”nin tanımı nasıl yapılır?

“Kafa emeği” ile “kol emeği” arasındaki ayrım, ilk olarak köleci toplum içinde, sömürünün başlangıç aşaması olarak ortaya çıkmıştır. Ezen sınıf ile ezilen sınıf arasındaki çelişkinin başlangıç noktasında bu ayrım vardır.

Köleci toplum, ilkel komünal toplumun eşitlikçi sistemini, ortaklaşa çalışma ilkesini ortadan kaldırdı. Özel mülkiyet ve servet eşitsizliğinin ortaya çıkması, toplumun sınıflara bölünmesine ve insanın insan tarafından sömürülmesine yol açtı. Köleler ve köle sahipleri üzerinden şekillenen toplumda, köle emeğinin kullanımı yaygınlaştıkça, “çalışmak” kölelere, yoksul aşağı tabakalara özgü bir görev olarak tanımlandı.

“Köle emeğinin yaygın kullanımı, köle sahiplerinin kendilerini her türlü bedensel çalışmadan özgür kılmalarını ve bunları tümüyle kölelerin üzerine yıkmalarını mümkün kıldı. Köle sahipleri çalışmayı hor gördüler, onu özgür bir insana layık olmayan bir uğraşı olarak gördüler ve asalak bir varlık sürdüler. Köleliğin gelişmesi ile birlikte özgür halkın giderek daha büyük kitleleri her türlü üretim faaliyetinden koptu. Köle sahiplerinin ve diğer özgür nüfusun üst tabakasının yalnızca belirli bir kesimi, devlet işleriyle, bilimle ve sanatla uğraştı.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı Cilt I, sf. 49, SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi)

Bu durum, ezen ile ezilen arasındaki ayrımın en somut tanımı oldu. Egemen sınıflar “kafa emeği” gerektiren bilim, sanat, siyaset, spor, askerlik işleri ile uğraşırken, ezilen sınıflar “kol emeği” gerektiren işlerde çalıştı. Antik çağın filozofları, bu sistem içinde bilimsel-felsefi üretimlerini yaptılar. “Eğitim”, sömürücü sınıfların ayrıcalığına dönüştü. Kapsamlı bir eğitim gerektiren tıp, mühendislik, hukuk gibi alanlar için, toplumun üzerinde özel bir statü oluşturuldu. Köleci toplumda köleler, feodal toplumda köylüler, kapitalist toplumda ise işçiler, “kol emeği” ile çalışan kişiler oldular. Onlar tüm toplum için gıda başta olmak üzere yaşamsal ihtiyaçları üretirken, bir avuç ayrıcalıklı kesim, eğitimin ayrıcalıklarını kullanarak bilim ve sanatla uğraşma olanağı buldu.

Elbette teknoloji ilerledikçe işçilerin makineleri kullanmak için asgari bir eğitim alması zorunluluğu ortaya çıktı. Ancak bu eğitim iki gerçeği değiştirmedi: Birincisi, işçilerin aldıkları eğitim, toplumun genel ortalamasının altında kalmaya, nitelikli eğitim bir avuç sömürücü sınıfın ayrıcalığı olmaya devam etti; ikincisi, işçilerin çalışmasının ana unsuru “kol emeği” olarak kalmaya devam etti.

Burada şunun altını çizmek gerekiyor. Kapitalist toplumda kol emeği ile çalışanların hepsi işçi değildir (çiftçiler, esnaf vb.), ancak kafa emeği ile çalışanların hiçbiri işçi değildir (doktorlar, mühendisler, avukatlar, öğretmenler vb).

“İşçi”nin tanımını en net haliyle Engels şöyle yapıyor: “Kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için emek-güçlerini satmak durumunda kalan modern ücretliler sınıfı.” (Komünist Manifesto, Sol Yayınları, Sf. 116, dipnot)

Bu tanım bize şunu anlatıyor: İşçiler üretim araçlarına sahip değildirler ve yaşamak için işgüçlerini satmak zorundadırlar.

Marks’ın “Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur” sözü bilinir. Ancak üzerinde en fazla oynanan ve demagojiye malzeme yapılan sözlerden biridir bu. En yaygın demagoji, “artık işçilerin evi var, arabası var, bazılarının yazlığı var; işçilerin artık kaybedecek çok şeyleri var” biçimindedir. Oysa Marks, işçilerin “mülkleri”ni değil, “üretim araçlarının mülkiyetini” anlatmaktadır bu sözleriyle.

İşçiler çeşitli biçimlerde mülk (ev, araba vb.) sahibi olabilirler; ancak üretim araçlarının mülkiyetine sahip olamazlar. Mesela bir köylü, üretim yapacağı tarlaya, tarlada kullanacağı tırpana ya da traktöre sahip olabilir. Bir doktor kendi muayenehanesini, hatta kendi hastanesini açabilir. Keza bir mühendis ya da avukat kendi ofisini, bir öğretmen dershanesini kurabilir. Ama bir işçi, kendi fabrikasını kuramaz.

Çok nadiren, bir işçinin birkaç makine alarak küçük bir konfeksiyon atölyesi kurduğunu, ya da bir bakkal dükkanı açtığını görebiliriz. Ancak o zaman adı “işçi” olmaz. Bir doktor, hastane de kursa adı doktordur; fakat bir işçi, küçük bir konfeksiyon atölyesi kursa, adı artık “patron”dur; dükkan açtığında “esnaf” olmuştur.

Burada mühendis, doktor gibi meslek gruplarının genel olarak çok yoksullaştığını, çalışma ve yaşam koşulları açısından proletaryaya yaklaştığını, kendi işyerine sahip olma oranının çok düştüğünü reddetmiyoruz. Ancak konu tek tek bu meslek sahibi kişilerin konumu değil, kategorik olarak bu mesleğin toplumsal üretim içindeki yeri ve konumu ile ilgilidir.

Sınıfsız-sömürüsüz bir düzen mücadelesini verecek olan proletaryanın kaybedeceği tek şey, kendisini bağlayan, özgürlüğünü kısıtlayan zincirleridir. Oysa üretim araçlarına sahip olan (ya da sahip olma hayali kuran) bütün sınıf ve katmanlar, “sınıfsız-sömürüsüz toplum” mücadelesinin, bir aşamada kendilerini de mülksüzleştireceğini bilirler. Proletarya dışındaki bütün sınıf ve katmanların kaybedecekleri şey, işte bu “üretim araçlarının mülkiyeti”dir. Aradaki fark bu kadar nettir. Sadece proletaryanın sınıf olarak kendini de ortadan kaldırarak sınıfsız topluma-komünizme götürecek yegane sınıf olmasının nedeni de budur.

Elbette gelişen teknoloji ve üretim ilişkileri içinde, her meslek grubunu tam bir kesinlikle sınıflandırmak mümkün olmayabilir. Özellikle fabrika çalışmasında teknisyenler, ustabaşılar vb daha karmaşık bir tablo oluştururlar. Orada yaptıkları işin niteliğinden fabrika hiyerarşisi içindeki konumlarına, patronların onlara verdiği görev tanımına kadar birçok unsur devreye girecektir. Bu kesimlerin bir kısmı işçi sınıfına dahil olurken, bir kısmı küçük burjuva katmanların bileşeni olarak ayrışacaktır.

Benzer bir durum hizmet sektörü için de geçerlidir. Üretim “mal ve hizmet” olarak ikiye ayrılır ve tıpkı metal sektöründeki üretim gibi, hizmet sektöründeki üretim de işçilerin üzerindedir. Ancak hizmet sektöründe bazı kesimlerin işçi, bazı kesimlerin ise küçük burjuva kimliğe sahip olduğu, biraz daha karmaşık ilişkiler sözkonusu olabilir.

Son dönemlerde “beyaz yakalı”, “kafa emeği” ile çalışan pek çok kesim, maddi-manevi ciddi bir statü kaybı yaşıyor. Doktorlar, avukatlar, mühendisler, öğretmenler, temel sosyal haklarını ve mesleki saygınlıklarını kaybederek bir patronun yanında çok ağır koşullarda düşük ücretlerle çalışıyorlar. Ve bu kesimlerin de artık “işçi avukat”, “işçi mühendis” vb. olduğu ileri sürülüyor.

“Burjuvazi şimdiye dek saygı duyulan ve saygın olarak değer verilen bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçileri durumuna getirdi.” (Marks, Komünist Manifesto. Sf. 119-120)

Yani aslında bu mesleklerin “konum kaybı” bugüne özgü değildir; Marks 150 yıl önce bu tespiti yapmış. Burada sözü edilen “saygın meslek” konusu ise, yukarıda bahsettiğimiz, köleci toplumda kol emeği ile yapılan işlerin küçümsenip, kafa emeği ile yapılan işlerin “saygın”, “kutsal” gibi sıfatlarla yüceltilmesiyle ilgilidir. Yani o “saygınlık”, doğrudan egemen sınıflar tarafından, kendilerini ayrıcalıklı kılmak, toplumun üstünde bir statü oluşturmak için, kendileri tarafından verilmiş bir niteliktir, egemen sınıfların tanımlamasıdır. Proletaryanın gözünde ise saygın olan şey, şu ya da meslek değil, genel olarak çalışmak, üretmektir. “Emek en yüce değerdir” sözü, bunu ifade etmektedir.

“Prekarya” ne anlama geliyor

Son dönemde ağırlaşan kapitalist sömürü koşulları içinde, yeni bir “sınıf”ın gelişmeye başladığı tartışılıyor ve “proletarya”dan farklı olduğu iddia edilen bu sınıfa “prekarya” adı veriliyor. Kavram “Precariat” (güvencesiz) sıfatı ile “proletariat” (proletarya) isminin birleştirilmesinden oluşturuluyor.

Kavramın literatüre yerleşmesinde Michael Hardt ve Tony Negri gibi ABD’nin 1990’lardaki dünya hegemonyasına hayranlık duyan burjuva ideologların büyük payı oldu. (Bu ideologlar 2001 yılında yazdıkları “İmparatorluk” kitabında, ABD’nin dünya hegemonyasının sonsuza kadar süreceğini ilan ettiler; birkaç ay sonra 11 Eylül saldırıları geldi ve ABD’nin hegemonya kaybı başladı.) Ancak “prekarya” kavramını teorize eden asıl kişi İngiliz iktisatçı Guy Standing oldu.

Standing prekaryanın proletarya olmadığını iddia eder. Çünkü ona göre proletarya, uzun süreli, sürekli, sabit-zamanlı, sendikalaşmış, TİS imzalayabilen, patronunun ve işletmenin net olarak bilindiği bir çalışan grubudur. Prekarya kavramıyla ise son süreçte çok yaygınlaşmış güvencesiz, esnek, geçici sözleşme ile çalışan, iş tanımı belirsiz, patronluk ilişkisi net olmayan, her an sistemin dışına itilme korkusundan dolayı haklarının çiğnenmesine, vasıflarının önemsizleştirilmesine, ağır sömürü koşullarına boyun eğen bir çalışan grubunu anlatır. Çağrı merkezi çalışanlarından stajyerlere geniş bir kesimi prekarya içine dahil eder. Ve “prekaryanın farklı bir sosyo-ekonomik grup” olduğunu, “kendi için sınıf olmaktan ziyade, henüz oluşum sürecinde bir sınıf” olarak şekillendiğini ileri sürer.

Burjuva ideologların ML bilimini nasıl pervasızca çarpıttıklarının somut örneğidir bu konu. Basitçe soralım: Marks 150 yıl önce Komünist Manifesto’yu yazdığı dönemde “proletarya” kavramını kullanırken, işçiler fabrikalarda günde 8 saat, sigortalı, sendikalı, sosyal haklarla donanmış olarak mı çalışıyordu?

İşçi sınıfı tarih sahnesine çok ağır sömürü koşulları altında çıktı. Güvencesiz ve ölümüne çalışma, düşük ücretler, açlık sınırında yaşama, 1800’lerin işçi sınıfının tamamının rutiniydi. Tüm dünyada verilen sınıf mücadelesi, başta 8 saatlik işgünü mücadelesi olmak üzere somut talepler üzerinden direnişler, 1848 Devrimleri, Paris Komünü gibi çok büyük direnişler, ayaklanmalar, kitle hareketleri üzerinden ve onyıllara yayılan süreler içinde bugünkü temel haklarını kazandılar.

Bugün proletarya, sınıf mücadelesindeki gerilemenin doğrudan sonuçlarını yaşıyor. Hak kayıpları artıyor, çalışma koşulları ağırlaşıyor, güvencesizlik ve esnek çalışma yaygınlaşıyor, sendikalar güç kaybediyor…

Hayır, “yeni bir sınıf” doğmuyor! Prekarya kavramı, proletaryanın ne kadar büyük hak kayıpları yaşadığını gözlerden gizlemek, proletaryayı parçalara ayırarak daha da güçsüzleştirmek için uyduruluyor. Yeni ve “afilli” kavramlarla, proletaryanın artık değiştiği, yeni sınıfların çıktığı, dolayısıyla Marksist-Leninist ideolojinin çöktüğü savlarını güçlendirmeye çalışıyorlar.

* * *

Kapitalist toplumun temel çelişkisi, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkidir. Ezen sınıf burjuvazi, ezilen ve sömürülen sınıf proletaryadır. Ve burjuvaziyi yenecek, sınıfsız-sömürüsüz toplumu inşa edebilecek yegane sınıftır. Ezilen-sömürülen diğer sınıf ve kesimler, proletaryanın mücadele berraklığına, kararlılığına sahip değildir. Kır yoksulları, küçük üreticiler, küçük-burjuvalar, burjuvazinin sömürüsü altında ezilmektedirler. Ancak kapitalist sistemin “emekçi” sınıfları olan bu kesimlerin sosyalizm hedefleri, ufukları ve mücadeleleri yoktur; talepleri kapitalist sistem içinde de gerçekleşebilir.

Proletarya bu mücadelede küçük burjuvaziden kır yoksullarına kadar ezilen ve sömürülen tüm kesimlere önderlik eder; ancak onlarla aynılaşmaz. Bu kesimler devrim ve sosyalizm mücadelesinde proletaryanın müttefikleridir; ama proletaryanın kendisi değildir.

Burjuvazi, proletaryanın mücadelesini güçsüzleştirmek, saflarını deforme etmek, bölüp parçalamak, sınıfsız-sömürüsüz toplum hedefinden uzaklaştırmak için her dönem birtakım teoriler üretir, ideolojik deformasyon yaratmaya çalışır. Tüm bu çabalara karşı net bir ideolojik mücadele verilmesi, bu teorilerin ve üretilen kavramların Marksizm-Leninizm’e dayanarak çöpe atılması zorunluluktur.

Bunlara da bakabilirsiniz

6 Şubat depreminin ikinci yılında İstanbul’da eylem yapıldı

6 Şubat depremlerinin 2. Yılında, başta deprem yaşanan kentler olmak üzere birçok yerde eylemler ve …

“Ucuz ölümler ülkesi”ni yaşanabilir kılmak için BİRLEŞİK, MİLİTAN, MEŞRU MÜCADELE!

Her şeyin çok pahalı olduğu ve pahalanmaya devam ettiği bu ülkede, en ucuz şey insan …

ABD’de yeni Trump dönemi: Daha güvensiz bir dünya!

ABD’nin 47. Başkanı seçilen Donald Trump, 20 Ocak günü yemin töreni düzenleyerek göreve başladı. Törende …