Gazi Direnişi 30. yılında… Aradan geçen 30 yıl, ona daha nesnel bakmak ve doğru dersler çıkarmak için, yeterince uzun bir süredir. Biz de Gazi’ye, Gazi Direnişi’ne bu bakışaçısıyla yeniden bakıyoruz. Onu hakettiği yere oturtmak bakımından bunun önemli olduğunu düşünüyoruz.
12 Mart 1995 Pazar akşamı saat 20.30 sıralarında, Gazi Mahallesi’nde 4 kahvehane ile bir pastane, kontrgerilla tarafından tarandı. Saldırıda 1 kişi yaşamını yitirdi, çok sayıda insan yaralandı. Saldırının ardından sokaklara dökülen kitle, 3 gün süren çok büyük bir direniş yarattı. Bu direnişte, Gazi ve Ümraniye’de toplam 23 kişi yaşamını yitirdi. Eylemler İstanbul’un semtlerinin yanısıra, başka illere de sıçradı. 3. günün sonunda, 15 Mart sabahı devlet Gazi halkının bütün taleplerini kabul etti; bunun üzerine direniş bitirildi.
Gazi Anti-Faşist Halk Direnişi, Türkiye devrim tarihinde hakettiği yeri bulamamış bir direniştir. Oysa gücü, yarattığı etkisi ve sonuçları itibariyle son derece önemli bir direniştir.
Direnişi hazırlayan unsurlar
Gazi Mahallesi, Kürt-Alevi mahallesi olarak bilinir. Nüfusun çoğunluğunun böyle olduğu doğrudur, ama eksiktir. Gazi halkını belirleyen asıl unsur, yoksul işçi ve emekçilerin mahallesi olmasıdır.
Kuruluşu 1970’li yılların ortasıdır. Stratejik bir noktadadır Gazi Mahallesi. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden itibaren, İstanbul için önem taşıyan tarihi suyolları üzerinde yer alır. Alibey Barajı’nın yakınındadır.
1970’lerde İstanbul’un kırsal alanlarında peşpeşe fabrikalar açılırken, bugün Küçükköy, Cebeci, Habibler, Mahmutbey, Atışalanı olarak bilinen bölgelerde de yoğun bir sanayileşme-fabrikalaşma yaşandı. Bu durum, işçi nüfusunun da aileleriyle birlikte o bölgelere taşınması demekti. Aynı zamanda köylerden de ciddi bir genç nüfusun bölgeye akmasını getirdi. ‘80’li yıllarda ekonomik göç daha da arttı ve Gazi Mahallesi giderek büyüdü, etrafında yeni mahalleler oluştu. ‘90’lı yıllarda ise sıra siyasi göçlere gelmişti. Sivas’ta 1993’teki Madımak Katliamı, Dersim’de Ovacık başta olmak üzere köylerin boşaltılması, Kürt kentlerinde devletin katliamlarının ve köy boşaltmalarının artması gibi unsurlar, ciddi sayıda Alevi ya da Kürt nüfusun bu bölgeye göçmesine neden oldu.
Bütün bu ekonomik ve siyasi göçler, bölgede çok kimlikli bir yapı oluşmasını getirdi. Alevilerle Sünniler, Kürtlerle Türkler birarada yaşamayı öğrendi. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi, hepsinin ortak noktası yoksul işçi ve emekçi olmalarıydı.
Bölgedeki ilk yerleşimler, derme-çatma gecekonduydu. Elektrik, su, yol yoktu. Çalıştıkları fabrikalarda ‘70’li yılların yükselen sınıf mücadelesinin içinde sınıfsal bilinci tanımaya başlamışken, evlerinde de su için, yol için, elektrik için mücadeleyi öğreniyorlardı. 1 Mayıs Mahallesi’nde, Gülsuyu’nda, Küçük Armutlu’da gördüğümüz gecekondulaşma mücadelesinin bir benzeri Gazi’de yaşanıyordu; Gazi Mahallesi devrimcileşiyordu.
‘80’lerde 12 Eylül’ün zulmü mahallenin nefesini kesmeye çalıştı, ancak devrimci faaliyeti bitirmeyi başaramadı. Ülke genelinde gelişen mücadele, Gazi’de de doğrudan etkisini gösterdi.
12 Eylül’den sonra ilk işçi grevi Netaş fabrikasında 1986’da yaşandı. Ardından hemen her fabrikada, 12 Eylül’ün getirdiği hak gasplarına karşı küçüklü-büyüklü direnişler gelişmeye başladı. Kapatılan sendikalar yeniden açılıyordu. 12 Eylül’de tutuklanan devrimcilerin de önemli bir kısmı artık tahliye olmaya başlamıştı. Örgütler yeniden toparlanıyor, yükselen harekete devrimci bir önderlik yapmaya çalışıyorlardı.
1987’de üniversite öğrencilerinin “Tek tip dernek yasası”na karşı yaptıkları eylemler, büyük bir yankı yaratmış, üstelik yasayı geri püskürtmeyi başarmıştı. Bu kazanım ve moral, kitle hareketine de hız verdi. 1989 yılında işçi sınıfının önemli bir kesimini kapsayan “Bahar Eylemleri” yaşandı. “Devrim kırlangıçları”ydı bu eylemler, gençlik ve sınıf hareketinin yükseleceğini müjdeliyordu.
Aynı süreçte Kürt halkının eylemleri de başlamıştı. 1984’te Eruh ve Şemdinli karakol baskınlarıyla gerilla kendisini göstermiş, 1990’ların başında ise Kürt kentlerinde onbinlerce, yüzbinlerce kişinin katıldığı kitlesel serhıldanlar patlamıştı.
Kısacası ‘80’lerin ortalarından itibaren işçiler, öğrenciler, Kürt halkı, kamu emekçileri ve Aleviler patlamalarla yükselen bir mücadele hattını örmeye başladılar. 12 Eylül karanlığı artık dağılmaya, kitlelerin biriken öfkesi taşmaya başlamıştı. Bu dönemde ülkenin geneline yayılan mücadele atmosferi, Gazi Mahallesi’ni de İstanbul’un devrimci odaklarından biri haline getirdi. Çeşitli devrimci örgütler ve komünistler, bu mahallede örgütleniyor, çalışma yürütüyordu.
“92 Konsepti” vahşeti
Gerek sınıf mücadelesinde ve genel olarak kitle hareketinde, gerekse Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde ortaya çıkan bu tablo, devletin saldırgan politikalarını güçlendirmesini getirdi. “92 Konsepti” adı verilen vahşi saldırganlık, devrimci yükselişin “panzehiri” olarak ileri sürüldü.
’92 Konsepti’nin saldırı hükümeti, DYP-SHP koalisyonuydu. Oysa bu koalisyon, “konuşan Türkiye”, “şeffaf karakol” gibi vaatlerle kurulmuş, hükümet programı “devrim” diye sunulmuştu. ’93 yılında Demirel’in cumhurbaşkanı olmasıyla boşalan Başbakanlık koltuğuna Tansu Çiller oturtuldu. “Kadın” imajı parlatılarak kitlelerde “daha demokratik, hümanist, refah dolu bir dönem olacağı” yanılsaması yaratıldı. Çiller, herkese “iki anahtar” sözüyle (bir ev, bir araba) işbaşına geldi. Sürekli “ben sizin bacınızım” diyor, “siyasete kadın eli değdi” propagandası yürütülüyordu. Böylece “yumuşama dönemi” havası oluşturuldu. Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın ise, “sosyal demokrat” sosunu da dökerek tabloyu tamamlıyordu.
Perdenin önü böyle makyajlı iken, perdenin arkasına, icraat için katiller yerleştirilmişti. İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar… Ve tabi, Başbakan Çiller ile ne kadar uyumlu olduğunu belirtmek için “O tak diye emrediyor, ben şak diye yapıyorum” sözleriyle hafızalara kazınan Genelkurmay Başkanı “Tak-şak Paşa” Doğan Güreş…
Sokak infazlarının, işkencede katletmelerin, siyasi cinayetlerin, kitle eylemlerine azgınca saldırıların, Kürt kentlerinde köy boşaltmaların, ev yakmaların, katliamların failleri bu katillerdi.
“92 Konsepti”ni kapsayan yıllar sürecinde katledilenlerin sayısı 2000’e yakındır. Gözaltında işkence görenler ise yüzbinlerce kişiyi bulmuştur. Köylülere bok yedirildiği, öğrencilerin okul penceresinden atıldığı, gözaltına alınan insanlardan bir daha haber alınmadığı, Madımak gibi katliamların yaşandığı yıllardır ‘90’lar…
Gazi Mahallesi’ne dönük saldırı da ’92 Konsepti’nin bir parçasıdır. Fakat Gazi’de yükselen direniş, planlarını alt-üst etmiş, “92 Konsepti”nin de sonunu hazırlamıştır.
Bir direniş odağı olarak Gazi
1980’lerin ortalarından itibaren her alanda güçlü bir mücadele yükseldiğini söylemiştik. İşçi sınıfı eylemleri öylesine etkiliydi ki, 12 Eylül döneminde gaspedilen haklarını büyük oranda geri alıyordu. Kamu emekçileri sokakta yükselen mücadele ile kendi sendikalarını kurmaya başlamışlardı. Öğrenci hareketi işgallerle, faşist-gerici örgütlere karşı çatışmalarla, boykotlarla büyüyor, tüm ülkeyi kuşatıyordu. Kürt hareketinin ayrı bir devlet kurma hakkı tartışılıyordu artık. Aleviler, Cemevlerini kuruyor, buralar yeni toplanma ve direniş odağına dönüşüyordu. Gecekondu semtleri ise bir taraftan altyapı sorunlarını çözme mücadelesini yükseltirken, diğer taraftan devrimci hareketlerin en önemli beslenme alanlarından birine dönüşüyordu.
Gazi, ‘90’larda gelişen devrimci odaklardan biriydi. Ve devletin Gazi’yi hedef almasının en önemli nedeni, bu devrimci odağı dağıtma, başka emekçi semtlerinde korku atmosferi oluşturacak bir örnek yaratma çabasıydı.
Devletin Gazi’ye dönük özel politikalar izlemesinde, başka unsurlar da vardı kuşkusuz. İstanbul’un “kırsalı”, artık şehrin içine karışmış, İstanbul’un merkezlerinden birine dönüşmüştü. Birçok önemli geçiş güzergahının kesişme noktası olmuştu. Keza depreme dayanıklı zeminiyle, İstanbul’un en önemli yerleşim alanlarından biri, “rantsal dönüşüm”cülerin iştahını kabartan bir bölgeydi. Bütün bunlar Gazi’yi ve çevre mahallelerini stratejik ve rantabl hale getiriyordu.
‘90’larda mahalle içinde devlet baskısı artarken, kitlenin devlete olan öfkesi de büyüyordu. Devletin mahalledeki odağı karakol da bu öfkenin somutlandığı nokta oluyordu. Polisin keyfi saldırıları, kitle üzerinde terör estirmesi, polise karşı öfkeyi arttırıyordu. En son, Gazi Direnişi’nden kısa bir süre önce, adli sebeplerle gözaltına alınan bir simitçi, Gazi Karakolu’nda polis tarafından katledildi. Bu saldırı, polisin pervasızlığına karşı kitlede büyük bir öfke oluşturdu; ancak o anda bu öfkeye denk bir tepki gösterilemedi.
Kitlenin patladığı nokta, 12 Mart günü yaşanan saldırı oldu. Mahallenin ana caddesindeki kahvehaneler hedef alınmıştı. Çoğunlukla Alevilerin gittiği kahvehanelerdi bunlar. Üstelik o gün maç olduğu için, kahveler daha da kalabalıktı. Kahvehanelerin tarandığı, ölü ve yaralıların olduğu haberi hızla yayıldı. İnsanlar sokaklara döküldü.
Gerek mahallede geçmişten gelen devrimci çalışmanın varlığı, gerekse polise duyulan öfke, “Katiller karakolda” sloganının karşılık bulmasını sağladı. Saldırının daha ilk saatlerinden itibaren kitleler karakola yöneldi. Saldırının arkasında devletin olduğu konusunda bir bilinç bulanıklığı yaşanmadı. Ve 3 gün boyunca direniş, devlet güçlerine karşı yürütüldü.
Direnişin dönüm noktaları
Gazi Direnişi, saldırı sonrasında bir protesto eylemi olarak yaşanabilir ve aynı gece tamamlanarak bitebilirdi. Ancak komünist ve devrimcilerin direnişin içinde yer alması, en kritik anlarda direnişe yön veren müdahaleleri, Gazi’yi çok farklı bir boyuta taşımıştır.
Gazi Direnişi’ni, Türkiye devrim tarihinin çok önemli bir halk direnişine dönüştüren unsur budur. Eylemin kaderini belirleyen üç kritik aşamada, komünistlerin stratejik müdahaleleri, eylemin rotasını belirleyen bir nitelik taşımaktadır.
İlk müdahale, daha saldırının ilk dakikalarında yaşandı. Saldırının duyulmasının ardından kitle merkezde birikmeye başladığında, kitlenin içinden bazı kişiler “biz de onların camisine saldıralım” diyerek, kitlenin yönünü camiye çevirmeye, olayı bir “Alevi-Sünni çatışması”na dönüştürmeye uğraştı. Gerçekten de taranan mekanlar, Alevilerin yoğunlukta olduğu bölgede, Alevilerin gittiği mekanlardı. Kahvenin önünde oturan yaşlı biri ölmüştü. Bu kişi bir “Alevi dedesi” değildi, ama ilk önce öyle anlaşıldı ve o şekilde yayıldı. Elbette ölen kişinin Alevi dedesi olup olmaması önemli değildi, fakat saldırıyı gerçekleştirenlerin planları açısından, bu şekilde yayılması işlerini kolaylaştıran bir unsurdu. Kitleye hedef olarak camiyi gösterenler de bu provokasyonun parçasıydılar. Böyle bir yönlendirmenin tutma ihtimali yüksekti çünkü. Amaç, bir Alevi-Sünni çatışması yaratmak, Maraş, Çorum benzeri katliamlara zemin oluşturmaktı.
Bölgede tanınan ve kitle tarafından sevilip sayılan bir yoldaşımızın bu durumu farkederek müdahale etmesi, direnişin en kritik anlarından biridir. Bir taraftan provokatöre müdahale ederken, “Katiller karakolda” sloganını yükselterek, kitlelere doğru hedefi göstermiştir. Gazi Direnişi’nin, daha ilk anda doğrudan devleti hedef alan politik bir eyleme dönüşmesinde, saldırının faili olarak doğrudan devleti görmesinde, bu müdahalenin çok önemli bir yeri vardır.
“Katiller karakolda” sloganı hemen karşılık buldu, kitle tarafından atılmaya başlandı. Ve kitlenin yönü değişti, karakola yürüyüş başladı.
Saat 20.30’daki saldırının arkasından başlayan protestolar, saatler boyunca devam etti. Ancak gece yarısından sonra düşme başladı. Öyle ya, bu insanlar ertesi sabah erkenden işe gideceklerdi. Yorgunluk artmış, kitle yavaş yavaş evine çekilmeye başlamıştı. Bir taraftan da bazı Cemevi yöneticileri ve reformist kişiler, “protestomuzu yaptık, artık evlerimize dönelim” diyerek kitleyi dağıtmak için uğraşıyorlardı. Belirsizlik, onların avantajına dönüşmüştü. Birkaç yüz kişi kalmıştı sadece. O dönemdeki benzer eylemler de bu biçimde tamamlanıyordu zaten; bir öfke patlaması ve günlük yaşantıya geri dönüş…
İkinci müdahale burada yaşandı. Nurtepe’deki yoldaşlarımız, Nurtepe ve Okmeydanı’ndaki devrimcileri de harekete geçirerek, Gazi’ye doğru yürüyüş başlattılar. Gazi’deki kitlenin dağılmakta olduğu bir saatte, gece saat 3 civarında, 5 bin kişilik bir kortejle Gazi Mahallesi’ne girdiler. Coşkulu sloganlarla mahalleye giren bu kitle, ortamı bir anda canlandırdı, sönmekte olan direniş ateşini yeniden alevlendirdi. Kısa bir zaman sonra Alibeyköy’den de kitleler geldi mahalleye. Tam o dakikalarda, sessizce yaklaşan bir polis panzeri, kitlenin üzerine ateş açtı. Direnişin ilk şehidi burada verildi; onlarca kişi yaralandı.
Bu durum, direnişi yeniden büyüttü. Evlerine dağılanlar sokağa fırladı ve yeni gelenlerle birlikte direniş daha kitlesel bir hale büründü. Artık direnişin basitçe bitmeyeceği belli olmuştu. O gece her sokağa barikatlar kuruldu.
13 Mart Pazartesi günü saat 16 sıralarında İstanbul Valisi, Gazi’de sokağa çıkma yasağı ilan etti; askerler “barikatları kaldırın” çağrısı yapmaya başladı. Ancak bu yasaklar ve çağrılar, kitlede bir geri çekilme veya kırılma yaratmadı. Barikatların başındaki insan sayısında azalma yaşandıkça, komünistlerin sabırlı ve ısrarlı çalışmasıyla bu aşılıyor, yeniden motive edilmiş kitleler alanı dolduruyordu.
Ardından bu tür direnişlerde pek başarılamayan, devrimcilerin birlikte hareket etmesi sağlandı. “Devrimci Komite” kuruldu. Direnişin devam ettiği 3 gün boyunca, Cemevi yöneticilerinin, reformist-liberaller partilerin bütün geriye çekme, direniş ateşini söndürme çabalarına, devletin “arabulucular” üzerinden kitleyi yatıştırma girişimlerine karşın, eylemin inisiyatifi Devrimci Komite’de oldu. Barikatların kurulmasından çatışma noktalarına, taleplerin oluşturulmasından kitlenin seferber edilmesine kadar, eylemin her aşaması, komite tarafından kararlaştırıldı, hayata geçirildi.
Gazi Direnişi’nde komünist ve devrimciler, kitle eylemi içinde sürüklenen değil, önderlik eden oldular. Üstelik bu süreçte Cemevi yöneticilerinin de direnişin içinde kalmasını sağladılar. Bu başarılamamış olsaydı, eylem ikiye bölünecek, bu da direnişin büyük bir zaafa uğramasına neden olacaktı.
Üçüncü kritik aşama, 14 Mart’ı 15’e bağlayan gece yaşandı. Günler süren çatışmalar ve barikat savaşlarının getirdiği yorgunluk, sadece kitleyi değil, bazı devrimci yapıları da etkisi altına almıştı. İsmen komitenin içinde kalmakla birlikte geriye çekilen, eylem alanından uzaklaşan devrimci yapılar vardı. Barikatların arkasında bu gevşeme ve yorgunluk yaşanırken, barikatların önünde devlet nihai saldırıya hazırlanıyordu. O güne kadar çatışmalardaki saldırganlıktan arabuluculara kadar her yolu denemişlerdi; şimdi yokedici saldırı ile direnişi bitirmeyi hedefliyorlardı.
Komünistler o gecenin belirleyici olacağını söylediler ve diğer devrimci yapıları, halkı ikna etmek için cansiperane uğraştılar. Buna rağmen barikatların başında çok az insan kalmıştı. Bu çok az insan, o gece kendi üzerine düşen tarihi görevin farkında olarak bekledi devletin saldırısını. Ve gecenin ilerleyen saatlerinde saldırı başladı. Barikat savaşları saatlerce sürdü. Sadece o gece 1500 molotof kullanıldı. Komünistler, yanlarında kalan bir avuç anti-faşistle birlikte ölümüne bir savaş verdiler. Devlet barikatları aşmayı başaramadı.
Ve sabah güneşi, barikat direnişçilerinin zaferinin üzerine doğdu. Komutan İsmetpaşa Caddesi’nin alt tarafındaki barikata gelerek, Cemevi yöneticilerini aradı ve görüşmek istedi. “Ama sizinle görüşmenin bir faydası yok, damda, elinde megafonla bekleyen o sözcü gelsin görüşmeye” diye özellikle belirtmişti. Direnişin önderliğini yapan yoldaş, 4 talebi bir kağıda yazdı; bir direnişçi ile bir Cemevi yöneticisini beraber görüşmeye gönderdi ve şart koştu: “Bu taleplerin kabul edildiği, televizyonda altyazı olarak geçmeden bu direniş bitmeyecek!”
Direniş kazanmış, komutan “bütün taleplerinizi kabul ediyoruz” demek zorunda kalmıştı.
O gece panzerler barikatları aşarak Gazi’ye girebilseydi, Gazi’yi yerle bir edeceklerdi. Gazi yenilseydi; günlerce sokağa çıkma yasağı uygulanacak, mahallede vahşi bir terör uygulanacak, binlerce insan gözaltına alınacak, katledilecekti. Bu yenilginin, sadece Gazi Mahallesi’nde değil, bütün ülke genelinde halk üzerinde etkisi olacak; devletin devrim cephesine saldırıları daha da pervasızlaşacaktı.
Eğer direnişle karşılanmasaydı, devrim cephesi yeni saldırılarla karşı karşıya kalacaktı. Moral üstünlüğünü de kaybetmiş olacağından, ağır bir yenilgi alma ihtimali yüksekti.
Komünistlerin üç kritik aşamada yaptığı müdahaleler, direnişin rotasını değiştirdi. İlk müdahale, direnişin bir Alevi-Sünni çatışmasına dönüşmesini engelledi. İkincisi, ilk protestonun ardından eylemin sönümlenip gitmesini engelledi. Üçüncüsü ise, ağır bir yenilgi ihtimalini durdurdu; devleti “taleplerinizi kabul ediyoruz” noktasına getiren görkemli bir direnişe çevirdi.
Gazi Direnişi, komünistlerin doğru zamanda doğru önderliği ile “Gazi Zaferi”ne dönüştü.
Gazi neden önemli bir direniştir?
Gazi Direnişi’nin farkı; protesto ile yetinmeyen, taleplerini oluşturan ve “kazanıncaya kadar” sürdüren bir direniş olmasıdır. Kendiliğinden başlayan öfke patlamasını örgütlü bir güce çevirmesi, komünist ve devrimcilerin önderliğini dosta-düşmana kabul ettirmesi ve direnişi zafere kadar götürmesidir.
‘90’lı yıllar, bir yönüyle mücadelenin görkemli yükseliş yıllarıdır. İşçi ve emekçiler, öğrenci gençlik, Kürt ulusal hareketi… hepsi bir biçimde yükseliyordu elbette. Ve bu yükseliş, kendi içinde önemli kazanımlar da getiriyordu. Mesela kamu emekçilerinin sendikaları bu süreçte kuruldu. Yasak olan Cemevlerinin kurulması ve Alevi mücadelesinin gelişmesi de öyle. Kürt halkının mücadelesi öylesine meşrulaşmıştı ki, “Kürdistan’a askere gitme, kirli savaşa alet olma” kampanyamız, büyük bir destek buluyordu. Yıllar sonra 1 Mayıs kutlamaları, Taksim hedefiyle ve çatışmalı direnişlerle yükseliyordu. Başta öğrenci gençlik olmak üzere, memur hareketinden semtlere kadar her alanda yeni kuşak devrimciler örgütlere akıyor, devrimci örgütlerin eylemini ve mücadelesini de güçlendiriyordu.
Diğer taraftan bu yükseliş, kendi içinde önemli zaaflar da taşıyordu. 12 Eylül tasfiyeciliğinin izleri, bu mücadelenin içinde kendini çeşitli yönleriyle gösterdi. Örgütlerde ve kadrolarda “iktidar perspektifi”nin zayıflaması, örgütlerin biçiminde, içeriğinde ve mücadele anlayışında kendisini ortaya koymaktaydı. Legalist bir mücadele anlayışı gelişmekteydi mesela. Dernekler, dergiler furyası dört bir yanı kaplarken, yeraltı mücadelesi giderek arka plana itilmişti. Kadroların mücadele kararlılığı, adanmışlığı zayıflamakta, örgütlenmeler gevşemekteydi.
Bu tablo, devrimci örgütlerin yeni kadrolarla büyüyen ve güçlenen yapısına rağmen, kitle eylemlerine önderlik etmede zayıflığa yol açıyordu. Kitlelerin kendiliğinden mücadelesi ise, kaçınılmaz tıkanmalara mahkum kalıyordu. Mesela 1990’da Zonguldak maden işçilerinin görkemli Ankara yürüyüşü, Bolu-Mengen’de kurulan polis-jandarma barikatı ile durdurulmuştu. Maden işçileri, bu barikatı aşamadı; çünkü asıl barikat kitlelerin bilinçlerine kurulmuştu. Öğrenci gençlik, 1991 yılından itibaren üniversitelerin içine giren polisi püskürtecek bir eylem hattı geliştiremedi mesela. Yine TC tarihinin en büyük işçi katliamı olan 1992 Kozlu madenci katliamı karşısında, zayıf protesto eylemleri dışında, ortak bir eylemlilik örgütleyemedi. (Genç Komünarlar, Boğaziçi İşgali’ni tek başına yapmak zorunda kaldılar.) Kürt hareketi kitleselleşmeye ve büyümeye devam ediyor olmasına rağmen “1993 Ateşkesi” ile ilk kırılmayı yaşadı. Sivas’ta devlet destekli dinci bir saldırı olan Madımak Katliamı’na karşı sadece protesto eylemleriyle yetinildi.
Gazi Direnişi, tam da böyle bir dönemde, farklı ve çok önemli bir direniş yarattı. Bu tür büyük hareketler, genellikle kendiliğinden halk hareketi olarak ortaya çıkar. Devrimciler bu harekete sonradan dahil olurlar; bir parçası olmaya, değiştirip-dönüştürmeye çalışırlar. Ancak çoğunda bir sürüklenişten öteye gitmez. Kendiliğinden hareket kendi yükselişini tamamladıktan sonra, reformistlerin ya da doğrudan devletin müdahalesiyle nihayete erer.
Gazi ise, doğrudan komünist ve devrimcilerin önderliğinde bir hareket olarak gelişti. Bütün kritik aşamalarda komünistlerin müdahalesi, etkisi ve belirleyiciliği vardı. Gazi’yi diğerlerinden farklı kılan ve çok önemli bir direniş haline getiren en önemli unsur budur.
İkincisi, Gazi Direnişi Madımak Katliamı’nın rövanşı olmuştur. Devlet de bunu böyle algıladı; devrimciler de…
2 Temmuz 1993’te yaşanan Madımak Katliamı, “92 Konsepti” adı verilen vahşi saldırganlığın, Kürt kentleri dışında yaşanan en ağır saldırısı ve kitle katliamıydı. Adım adım planlanmıştı, her aşamasında devletin rolü çok açıktı. 2 Temmuz günü Sivas’ta toplanan devlet destekli gerici güruh, önce Gençlik Merkezi’ne saldırdı; ancak Gençlik Merkezi’nde devrimciler ve komünistler vardı. Büyük bir direniş göstererek saldırganları püskürtmeyi başardılar. Sonra bu gerici güruh, aydın ve sanatçıların bulunduğu otele yöneldi. Aydın ve sanatçılar, devletin niyetini anlamaktan uzaktılar. O dönem SHP hükümet ortağı olduğu için, onun üzerinden sorunu çözmeye çalıştılar. SHP’lilerle telefonlaşarak, devletin kolluk güçlerinin müdahale etmesini beklediler. Dışarıdaki saldırgan güruh, otele bir şeyler fırlatmaya başladığında bile, aydınlar “biz Erdal İnönü ile görüştük, hemen asker gönderecekler, merak etmeyin” diyerek, genç sanatçıları yatıştırmaya çalışıyorlardı. O kadar güveniyorlardı ki SHP’li bürokratlara, devrim sempatizanı bazı genç sanatçıların zemin kat kapısına barikat kurmak, pencerelerine bir şeyler dayamak gibi çabalarına bile destek olmadılar. Bu önlemler de olmasaydı, dışarıdaki gerici güruh içeriye girerek, herkesi kıyımdan geçirecekti. Dahası, devlete bu kadar güvenip, sorunun çözümünü onlara bırakmamış olsalardı, arka pencereden dışarıya çıkmak gibi çözümler daha erken akla gelebilir, daha fazla sayıda insan ölümden kurtulabilirdi.
2 Temmuz Katliamı’ndan çıkartılan en önemli ders buydu. Gazi Direnişi’nde devletin hiçbir unsuruna güven duyulmadı. Devletin tüm görüşme-uzlaşma çabalarını, direnişçiler elinin tersiyle ittiler. Taleplerini belirlediler, barikatlarını kurdular, “taleplerimiz kabul edilinceye kadar direneceğiz” dediler, öyle de yaptılar.
Yanısıra Madımak Katliamı’nın ardından büyük bir öfke patlaması yaşandı, kitleler sokaklara döküldü. Ama sonrasında hareket sönüp gitti… Gazi ise 3 gün boyunca İstanbul’u saran, Türkiye’yi etkileyen çok büyük bir direnişe dönüştü… Direnişin gücü devleti gerçekten korkutmuştu. Kontrolden çıkması, yeni patlamalara sebep olma ihtimali, devletin “komite”yi muhatap almasını ve taleplerini kabul etmesini sağladı. Madımak, ’92 Konsepti’nin en büyük saldırılarından biriydi; Gazi ise, ’92 Konsepti’ni yavaşlatan, gerileten bir direniş oldu.
Gazi’yi farklı kılan üçüncü önemli unsur, müthiş bir kitle kahramanlığı yaşanmasıydı. Gazi direnişine önderlik eden yoldaşlarımız yaptıkları ilk toplantıda, “biz burada öleceğiz” diye karar aldılar. Komünist öncünün doğal refleksiydi bu. Ancak kitleler de aynı duygu içindeydiler.
Lenin “kitlelerin gözünde ölüm küçüldükçe zafer yakınlaşır” der. Kitlelerin gözünde ölüm küçülmüştü Gazi’de. Bunu direnişe katılan herkes hissetti, gözlemledi, yaşadı. Kurşun yağmurunun üzerine yürüyen kitle fotoğrafları, bunun kanıtıdır. Orada ölüm korkusu değil, öfkeydi doruğa çıkan. Yaralıları kenara çekerek, ölüleri güvenli alana taşıyarak çatışmaya devam eden, duraksamayan bir kitle psikolojisi vardı. Lyon Barikatları’nda, Paris Komünü’nde, 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde gördüğümüz türden bir kitle kahramanlığı ortaya çıkmıştır Gazi’de.
Bu üç etken, Gazi Direnişi’ni dönemin bütün direnişlerinden ayıran, öne çıkartan, Türkiye devrim tarihine altın harflerle yazdıran etkenlerdir.
Gazi neden hakettiği yeri
bulamadı
Tüm bu görkemine rağmen, Gazi direnişi, mücadele tarihimiz içinde hakettiği yeri bulamadı. Bunun da çeşitli sebepleri vardı.
Elbette en başa devletin saldırılarını yazmak gerekiyor. Gazi direnişinin kazanımlarla bitmesinin ardından gözaltı-tutuklama furyasından semtin dokusunu bozmaya, bedava uyuşturucu dağıtmaya kadar bütün yöntemlerle Gazi’yi kuşatmaya aldılar.
Direniş bittikten hemen sonra Hasan Ocak’ın kaçırılıp kaybedilmesi, böyle bir devlet vahşetinin yaşanması, kitlede bir tedirginlik yarattı. Diğer yandan Cemevi başta olmak üzere bölgedeki reformist-liberal kurumların, kitlenin geri bilincine oynayan tutumları, tedirginliği arttırdı. Direniş sırasındaki bütün mahalle o kahraman duruşun etkisi altındayken, direniş bitip evlerine çekildikten sonra devlet baskısının, reformist ideolojik argümanların, direniş sırasındaki ölümlerin acısının basıncı altında kaldılar.
Sadece Gazi değil, mahkeme süreci de kuşatma altındaydı. Gazi davasının görüldüğü mahkeme Trabzon gibi İstanbul’a çok uzak ve gerici-faşist kesimlerin baskın olduğu bir kente taşındı. Karadeniz bölgesinin gerici-faşist kadroları mahkeme günlerine dönük özel hazırlık yapıyor, mahkeme üzerinde baskı kuracak, aileleri yıldıracak saldırılar düzenliyorlardı. Böylece ailelerin ve devrimcilerin mahkemeye gidişleri fazlasıyla zorlaştırıldı.
Bu dört bir yandan kuşatılmışlık, devrimcilerin o süreçteki zayıflıklarıyla birleşti. Diğer devrimci yapılar 12 Eylül tasfiyeciliğinin izlerini taşıyorlardı. Bu izler, Gazi direnişi sürerken de kendisini göstermişti zaten. Direnişin içinde de birçok aşamada kitlelerin gerisine düşen tutumlar görülmüştü. Direniş bittikten sonra da kitleyi toparlayacak, mücadelesine önderlik edecek bir perspektif ve mücadele hattıyla hareket etmediler. Komünistler ise o süreçte tasfiyeci bir erozyon yaşıyordu; ardından “iç mücadele ve bölünme” süreci başladı, sadece Gazi’de değil, tüm çalışma alanlarında geriledi.
Bu tabloya, 1996’dan itibaren devrimci hareketin iniş eğilimine girmesi de eklendi. Mücadele genel olarak geriye düştükçe, Gazi Direnişi’nin yıldönümü eylemleri de zayıflamaya başladı. Devrimcilerin Gazi üzerindeki etkinliği azaldıkça Cemevi ve reformist partiler gibi devletle uzlaşmaya hazır, kitle eylemlerinde yangın söndürücülüğü yapan kurumların etkinliği arttı.
Devrimci yapılar, Gazi yıldönümlerini kutlamayı bırakmadılar elbette. “Gazi 12 Mart Platformu” gibi yapılarla her yıl Gazi yıldönümünü devrimci bir içerikle anmak için çaba gösterdi. Ancak devrimci yapılar güç kaybettikçe, semtteki öncü rolü zayıfladıkça, Gazi yıldönümlerindeki inisiyatifleri azaldı; genel olarak Gazi yıldönümünü örgütlemekten, “kendi eylemini koymak” sınırlarına çekilmeye başlandı.
Cemevi ve reformistlerin tutumu ise, yıldönümü eylemlerinin içeriğini tamamen boşaltmaktı. Kimi zaman HDP ya da CHP milletvekillerinin seçim propagandası yaptığı, kimi zaman Cemevi yöneticilerinin polis müdürleriyle (yani Gazi Katliamı’nın katilleriyle) yemek yediği görüldü. Aynı süreçte “Gazi Direnişi” de “Gazi Katliamı”na dönüştürüldü. Kitlelerin kurşunların üzerine koştuğu, polisin can korkusuyla arkasına bakmadan kaçtığı, barikatların başında kitlelerin direniş ve zafer sloganları haykırdığı, devletin “bütün taleplerinizi kabul ediyoruz” sözüyle zafer kazanıldığı gerçeği unutturuldu. Gazi sadece devletin vahşi saldırılarından, katliamından ibaretmiş gibi bir anlatı oluştu. Direniş çağrısı yapılması gereken bir yıldönümü, şehitlerin anılmasına indirgenince; öfkeli ve coşkulu sloganların haykırılması gereken bir gün, mezar yürüyüşüne çevrilince, kitlelerde bıraktığı etki de değişti. Giderek o günleri yaşayan orta yaşlı kuşağın acılarının ve yılgınlığın pekiştiği, gençlerin genellikle uzak kaldığı bir hale büründü.
Tüm bu süreç, Gazi direnişinden sonraki yıllarda kitlelerin devrimcilerden uzaklaşmaya başladığı ve çocuklarını da uzak tutmaya çalıştığı; devletin ise mahalle içinde gençlere bedava uyuşturucu dağıtmaya, bağımlılık oluşturmaya başladığı, eski devrimcilerin kardeşlerini bile “torbacı”ya çevirdiği bir süreç ile birlikte gelişti. Zaman içinde uyuşturucu Gazi’nin kılcal damarlarına kadar girdi; semtin eski devrimci çocukları çeteleşti, mafyalaştı…
Bu anlattıklarımız, Gazi Direnişi’nin Türkiye devrim tarihinde çok önemli bir direniş olduğu gerçeğini değiştirmez. Hakettiği görkemli yeri bulamamasının asıl sebebi, devrimci hareketin tasfiyeciliği aşamaması, ‘90’ların sonuna doğru tasfiyeciliğin ve teslimiyetin baskın hale gelmesidir.
* * *
Gazi Direnişi, 1990’ların en önemli direnişlerinden biridir. Dönemin devrimci hareketinin zaaflarına rağmen tüm ülkede yankılanan, devlete geri adım attıran, ’92 Konsepti’nin vahşetini sınırlandıran bir direniş ortaya çıkmıştır. İstanbul’un birçok bölgesinde yapılan eylemlerin yanısıra insanlar Gazi’ye koşmuş, buradaki direnişi güçlendirmiştir. Şehitlerin arasında ev kadınları da vardır, komünist kadrolar da… Ve şehitlerin çoğu, nişan alınarak, tek kurşunla, hayati bölgelerinden, öldürme amacıyla vurulmuşlardır. Bu, devletin büyük korkusunun; aynı zamanda karşısındaki kitlenin kararlılığının göstergesidir.
Gazi, yiğitçe toprağa düşen şehitleriyle, ölümün üzerine yürüyen kitle kahramanlarıyla, barikat çocukları, başeğmez kadınlarıyla, Türkiye devriminin en önemli direnişlerinden birini yaratmıştır. Ve tarihin şanlı sayfalarından birini oluşturmuştur.
Direnişin 30. yılında Gazi-Ümraniye şehitlerini bir kez daha saygıyla anıyor, direnişi selamlıyoruz.