Kölelik, feodalizm, kapitalizm… Bütün sınıflı toplumlar kadını, yani toplumun yarısını yok saydı. Çünkü egemenler, kendi hegemonyalarına son verecek sınıfın yarısını etkisizleştirmek istiyorlardı. Bütün devrimlerde önce kadını vurdular bu yüzden… Onun sahiplendiği kavgadan iki kez korktular. 1857’de fabrikalarında yakılan 129 kadını yaktıkları gibi…
Yüzyıllar geçmesine rağmen bu korku değişmedi. Emekçi kadının korkusuzluğu, kararlılığı da… Onlar boş tencerelerini ve gözyaşlarını evlerinde bırakıp direnişe sarıldılar.
Onları işçi direnişlerinde, gecekondu semtlerinde, mitinglerde görürüz. Öfkeleri herkesten daha güçlüdür. Yumruklarını kaldırıp mücadele sloganları haykırdıklarında, herkesten daha gür çıkar sesleri. Grev kırıcılar otobüsleri çalıştırmak istediklerinde, kendilerini atarlar arabaların altına, panzerlerin önüne, polis barikatının üstüne. Fabrika işgalinde, 15-16 Haziran yürüyüşünde onlar vardır. Kavel’de, Paşabahçe’de, Zonguldak’ta, Novamed’te, Polonez’de…
Cezaevi önlerinde görürüz onları. Katiller sürüsü, çocuklarının üstüne yürüdüğünde, ring aracını elleriyle durdururlar. Cumartesileri Galatasaray Lisesi önünde bir avuç kadın, çocuklarını arar onyıllar boyu. Filistin’de Kürdistan’da yakılmış evleri, parça parça edilmiş toprakları ve mücadele yangınına kesmiş dağlarından duyarız onları.
Kavgaya, yayından fırlayan ok gibi katılan yurtsever-devrimci-komünist kadınları biliriz… İşkence tezgahında cellatların yüzüne suskunluğu haykırırlar. Ellerinde silahları ölümün üzerine yürürler korkusuzca. “Bizsiz olmaz bu işler” diyerek barikatlara, kavgaya koşarlar…
Adları başka, yüzleri başkadır. Ama öğrenmişlerdir, kendi kurtuluşlarının insanlığın kurtuluşu kavgasında olduğunu… Ölümü bir karanfil gibi takarlar yakalarına… Ne devletin şiddeti-terörü-işkencesi, ne de tüm emekçi kadınların en büyük gardiyanı olan babalar-abiler-kocalar engelleyememiştir onların devrimciliğini… Çünkü kadının özgürlüğü, kendisini tutsak eden sınıflı topluma, kapitalizme karşı mücadelenin içindedir!
* * *
Emekçi kadınların mücadeleye katılması çok zor, sancılı bir süreçtir. Erkek emekçiler salt devletin baskısına karşı mücadele ederken, kadın emekçiler buna ek olarak bir de toplumsal baskı ile, ev içindeki baskı ile mücadele etmek zorunda kalırlar. Tam da bu nedenle, devrimcilikleri daha kararlı, daha yenilmez olur.
Ve yine aynı nedenle, burjuvazi, kadınların mücadeleye girmesini engellemek için, ya da kendi politikalarına yedeklemek için, iki kat daha fazla çaba gösterir. İdeolojik-siyasi-ekonomik ve pratik, bütün yöntemleri kullanır.
En başta gelen yöntem elbette devlet baskısı-terörü-işkencesidir. En küçük bir hak arama mücadelesi bile vahşi bir terörle bastırılmaya çalışılır. İşçi direnişlerinde, öğrenci eylemlerinde, HES’lere ya da “rantsal dönüşüm”e karşı eylemlerde kadınlar da coplanır, gaz sıkılır.
Devrim başarısızlığa uğradığında önce kadınlar vurulur. Paris Komünü’ne karşı savaşan ve komünü yenilgiye uğratan Alman komutan, “komüncülerin hepsi kadın olsaydı, yenmemiz mümkün olmazdı” demiştir. Alman faşizmine karşı savaşan Sovyet kadınları, yakalandıkları anda ya idam edilmiş, ya da katledilmiştir. Sağ kurtulan kadınların oranı çok düşüktür.
Aile içinde kullanılan şiddet ise, devletin şiddetiyle birleşerek, kadınları mücadeleden koparmaya çalışan en önemli baskı unsuruna dönüşür. Ama mücadeleye inandığı oranda cesareti ve kararlılığı artan kadın, saldırının ve vahşetin üzerine yürür militanca…
Burjuvazinin kadınları etkisizleştirmek için kullandığı ikinci yöntem, onları alıklaştırmak, yozlaştırmak ve bireyselleştirmektir. Bu konuda burjuvazinin en büyük yardımcısı, ev işlerinin tüketici ve alıklaştırıcı etkisidir. Özellikle ev kadınları, evin dört duvarının arkasında, sabahtan akşama kadar bitmez tükenmez ev işleri içinde, gelenek ve göreneklerin, dinci-gerici kültürün kuşatması altında duygu ve düşünceleri hapsolmuş biçimde yaşamaya mahkum edilmiştir.
Sadece ev kadınlarını değil, bütün kadınları hedef alan bir alıklaştırma-yozlaştırma-bireyselleştirme saldırısı ise, ekranlardan yürütülmektedir. Kadın programları, reklamlar, pembe diziler, onun hayal dünyası ile gerçeklik arasındaki bağı koparmasına neden olacak kadar yoğun bir bombardıman şeklinde yağmaktadır.
Son yıllarda giderek artan biçimde kullanılan bir yöntem ise, her yaştan kadında “güzel olmak” düşüncesinin saplantıya çevrilmesi çabasıdır. Zeka, çalışkanlık, kişisel beceriler, insani erdemler… kapitalizmin yoz dünyasında bunların hiçbir önemi yoktur. Gencecik kızlara “dünyadaki en önemli sorun”un güzel görünmek olduğu öğretilmekte, birer cinsel metaya çevrilerek “pazara”-erkeklerin beğenisine sunulmaktadır. Ve kadınların ezici çoğunluğu her türden aşağılanmaya, çok ağır saldırılara katlanmaktadır.
Burjuvazinin kadınları mücadeleden koparmak için kullandığı bir başka yöntem ise, faşizmin ya da gericiliğin piyonu haline getirmektir. Özellikle mücadelenin geriye çekildiği ve etkisizleştiği dönemlerde, faşizmin ve gericiliğin pençesine düşen kadın az değildir. Bugün ülkemizde tarikat örgütlenmesinin önemli bir unsuru, kimisi eğitimli ev kadınlarıdır. Bunlar emekçi kadın kitleler içinde çok geniş bir örgütlenme ağına ulaşmış durumdadırlar.
Kadın kitleleri kazanmak, devlet açısından toplumun çoğunluğunu (yarısını değil) kazanmak anlamına gelmektedir. Çünkü kadınlar, düşüncelerini en başta kendi ailelerine yaymak için son derece yoğun biçimde çalışırlar.
Geri bilinçli ve korkak bir kadın, direnişteki eşini ya da devrimci çocuğunu mücadeleden koparmak için her tür yöntemi nasıl kullanıyorsa; faşizmin-gericiliğin piyonu-kadrosu olmuş bir kadın da, çocuğunu ve eşini yanına çekmek için tüm gücünü, bildiği bütün yöntemleri kullanacaktır. Üstelik bunu, kadını en fazla aşağılayan, küçümseyen, yaşamdan silen, yokeden bir sistemin yaygınlaşması için yaptığının farkına bile varmadan…
Bu bombardıman, en fazla küçük-burjuva ve burjuva kadınlarda etkili olmaktadır. İşçi kadınların asıl sorunları “kadın” olmaktan önce “işçi” olmaktır. Sınıfsal bilinçleri çok geri olsa bile, ya içgüdüsel olarak ya da doğrudan yaşamlarını belirleyen sınıfsal sorunlar nedeniyle, faşizmin uygulamalarına karşı daha mesafelidirler. Hatta faşist ülkelerde ilk direnişler, işçi kadınların eylemleriyle başlamıştır.
* * *
Feminizm de burjuvazinin ideolojik saldırı yöntemlerindendir. Feminizm için hedef, burjuvazi, kapitalizm ya da bir bütün olarak sömürücü toplumsal sistemler değil; “erkek”tir çünkü.
Kadın sorununa sınıfsal yaklaşımın özünde, kapitalizme karşı kadınla erkeğin birlikte mücadelesi vardır. Bu mücadelenin içinde kadın, çok yönlü bir gelişim sağlar. Öncelikle sınıfsal sömürünün özünü ve kadın sorununun nereden kaynaklandığını, kendisinin neden ezildiğini öğrenir, kavrar. Mücadelenin içinde kendine güveni artar. Dahası işçi erkeğin, kendisine düşman değil, mücadelede omuz omuza yürüyeceği kavga yoldaşı olduğunu, pratikte öğrenir. İşçi-emekçi kadın, sınıfsal mücadele içinde piştikçe, işçi-emekçi erkekle giderek daha fazla eşitliği yaşamaya başlar.
Emekçi erkek için de aynı süreç işler. Kendisiyle birlikte mücadele eden kadının, “cahil” olmadığını görür, yaşar, öğrenir. Kendisiyle aynı koşullarda polisle çatışan, grev çadırında kalan, yollarda yürüyen kadına saygısı artar; emekçi kadına değer vermeyi, dikkate almayı ve eşitliği, mücadelenin içinde öğrenir. Ortak mücadele, kadınla erkeğin birlikte dönüşmesini, sorunları birlikte göğüslemeyi, paylaşmayı, dayanışmayı, birbirine sahip çıkmayı öğretir.
Feminizm, en başta kadın ile erkeği ayrıştırarak, burjuvazinin “böl-parçala-yönet” politikasının cins alanına uygulanmasına hizmet eder.
Eylem çizgileri, sadece kadınların “erkeklerden” kaynaklanan sorunları ile sınırlıdır. Feminist eylemlerin, kadına yönelik şiddet ve tecavüz, hükümetin doğum politikaları vb. ile sınırlı olmasının nedeni budur.
Sınıfsal kavramların yerine cins kavramlarıyla konuşmak, zaten kendi başına bile mücadelenin sınıfsal özünü karartan bir unsurdur. Burjuvazinin hedefi de, kitlelerin sınıfsal mücadeleden uzaklaşıp farklı “uğraşlar” bulmasını sağlamak, öfkelerini boşaltacakları düzeniçi kanallar yaratmaktır.
“Sosyalist feministler” kendilerinin sınıfsal baktığını, sadece “kadın”ların değil, “emekçi kadın”ların sorunlarını ele aldıklarını söyler. Ancak başına “sosyalist” eklenmiş olsa bile, mücadele alanında “sosyalistler”le değil, “feministler”le birlikte hareket etmeleri, durdukları yeri göstermektedir.
Kadın Sorunu konusunun tanımlanması, çerçevesinin çizilmesi aşamasında, kadınların ayrı eylemler yapması, ayrı kurultaylar-kongreler toplaması o gün için olağan bir durum olabilir.
Ancak komünist hareket her süreçte, “devrim ordusunun kadın yarısı”nın, devrim ordusunun erkek yarısı ile birlikte örgütlenmeye ve mücadele etmeye zorunlu olduğunun farkında oldu. Clara Zetkin, bunu çok somut olarak şöyle ifade etmişti:
“Kadın sorunu, büyük toplumsal sorunun yalnızca bir parçasıdır ve ancak proletarya, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin bütün sömürülenlerin ve ezilenlerin ortak mücadelesi içinde kapitalizmi parçaladığında ve komünizmi inşa ettiğinde bu büyük sorunla birlikte çözülebilir.” (Kadın Sorunu Üzerine, İnter Y. sf. 282)