“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” (UKKTH), Öcalan’ın son mesajıyla birlikte yeniden gündeme geldi. Kürt hareketini her koşulda destekleyen siyasi yapılar, bir kez daha UKKTH’nı ileri sürerek, Öcalan’ın 25 Şubat 2025 tarihli son mesajını destekleyen açıklamalar yaptılar. Keza SDG ile HTŞ’nin anlaşmasını da yine UKKTH kapsamında görüp desteklediler. “Kürt ulusal hareketinin kararını saygıyla karşıladıklarını”, “desteklediklerini”, “omuz omuza mücadele edilmesi gerektiği”ni belirttiler arka arkaya… UKKTH deyince, bütün eleştiriler kesilmeliydi!
Son 20-25 yılda Öcalan’dan gelen her mesaj ve Kürt hareketinin aldığı her karar, bu ilke üzerinden aklanıyor, meşrulaştırılıyor zaten. Üstelik bunu Türkiye devrimci hareketi içinde yeralan partiler, örgütler yapıyor. Öcalan 1999 yılında tutsak alındıktan sonra ilk savunmalardan itibaren UKKTH ilkesini doğru bulmadığını açıklamıştı. UKKTH dahil ML tespitleri “çağdışı” ilan ederek burjuva liberal görüşlerden “yeni paradigma” oluşturmuş, onların kavramlarıyla konuşmaya başlamıştı.
Ama kendine “komünist”, “Marksist-Leninist” diyenler, Öcalan’ın her mesajını ve Kürt hareketinin her kararını, UKKTH ile açıklamaya devam ettiler. Kendi tabanlarını ikna edebilmenin, aynı zamanda Öcalan ve Kürt hareketine dönük eleştirileri bastırmanın en etkili argümanı olarak bu ilkeyi kullandılar. Kürt hareketi de devrimci demokrat kesimleri kendi görüşlerine yedekleme ihtiyacı duyduğunda bu ilkeyi hatırladı, hatırlattı. Öcalan’ın her mesajı, UKKTH oldu; bu mesajları desteklemenin tek argümanı da “UKKTH’na saygı”! Bu mantığın doğal uzantısı olarak, Öcalan ve PKK’yi eleştirenler ise tek bir kabın içine atılıyor; “UKKTH tanımayan, milliyetçi-şoven önyargılarla hareket eden” kişi ve kurumlar oluyordu!
UKKTH ilkesi nedir gerçekten? Bir ulusal hareketin her kararı, her adımı, UKKTH olarak görülebilir mi? UKKTH’nin içeriği, zemini, koşulları yok mu? UKKTH ilkesi, ulusal hareketleri her koşulda desteklemenin aracı mı? Komünist ve devrimcileri bu konuda ikna edebilmenin “sihirli değneği” mi? Komünistler her ulusal hareketi ve onun her kararını desteklemek zorunda mı?
UKKTH ilkesinin hangi koşullarda, kimler tarafından ortaya atıldığı, amacının ne olduğu, nerede, nasıl uygulandığı bilinmeden, bu ve benzeri soruları yanıtlamak mümkün değildir. Önce UKKTH konusunda doğru bilgileri edinelim, sonra günümüze ve yerli-yersiz UKKTH kullanımına dönelim.
UKKTH ilkesi hakkında kısa tarihçe
UKKTH, ilk olarak Lenin’in 1914 yılında kaleme aldığı eserde ayrıntılı biçimde işlendi. Lenin, “uluslar hapishanesi” olarak tanımladığı Çarlık Rusyası’nda, her ulusun kendi devletini kurma hakkı dahil olmak üzere kendi kaderini belirleme hakkını savundu. Esasında bu ilke, Bolşeviklerin programında 1903’ten itibaren yer almıştı. Sonrasında Stalin’in de katkılarıyla geliştirildi.
I.Emperyalist savaş sonrası 1918 yılında ABD Başkanı Wilson, kendi adını taşıyan “ilkeleri”ne UKKTH’nı yazdı. Fakat UKKTH’ni “bozguna uğramış imparatorlukların sınırları içinde kalan halklar için geçerli olduğunu” söyleyerek, savaştan yenik çıkan Avusturya-Macaristan, Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu içinde yeralan uluslarla sınırladı. Bu sınırlama, emperyalizmin UKKTH ile neyi amaçladığını da ortaya koyuyordu. Ardından 1920’de kurulan Milletler Cemiyeti, 95 üye devlet tarafından kabul edilen bildirgesinde, UKKTH’nı (self determinasyon) geçirdi.
ABD’nin ve Milletler Cemiyeti’nin UKKTH ilkesini kabul etmesinin en önemli nedeni, Rusya’da gerçekleşen 1917 Devrimi’nin ulusal kurtuluş hareketlerinde yarattığı etkiyi kırmaktı. ABD başta olmak üzere emperyalistler, bu ilkeyi ulusal kurtuluş hareketlerini devrim ve sosyalizm hedefinden saptırmak; kapitalist sınırlar içinde tutmak ve kendi emperyal çıkarları doğrultusunda kullanmak için savundular.
Zaten ulusal sorun kapitalizmin ortaya çıkardığı bir sorundu. İlk ulusal hareketler, feodal iktidara karşı ayaklanan burjuvazinin kendi iç pazarını oluşturma, kendi merkezi devletinin sınırlarını çizme ihtiyacından doğmuştu. 1789 Fransız Devrimi ile başlayan bu dönem, burjuvazinin ilerici rol oynayarak demokratik devrimlere ve ulus-devletlerin oluşmasına önderlik ettiği bir dönemdi.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçtiği dönemde ise, burjuvazi gericileşti, girdiği her yere “siyasi gericilik” götürdü; demokratik devrimlerin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin en büyük düşmanı, engeli oldu. Bu dönemde ulusal sorun, “sömürgeler sorunu” haline geldi. Böylece ulusal sorun dahil burjuva demokratik devrimlerin çözmesi gereken sorunlar; proletaryanın önderliğindeki devrimlerin çözmesi gereken sorunlar oldu. Ulusal sorunun çözümünde en ileri adımlar sosyalizmde atıldı. Öyle ki, Lenin, kendi devleti içindeki ulusların bağımsızlığını tanıyan, dünyadaki tek lider oldu.
Buna karşın 1990’ların başında Sovyetler Birliği başta olmak üzere “sosyalist blok”un çöküşü, kapitalizmin tek sistem olarak kalması, birçok çarpıtmayı beraberinde getirdi. “Sosyalizmin ulusal sorunu çözmediği” demagojisi bir yana, “ulusların artık yok olduğu”, “ulus devletlerin sonuna gelindiği”, dolayısıyla ulusal sorunun önemini kaybettiği şeklinde teoriler ortalığı kapladı. Bu durumda UKKTH ilkesi de gereksizleşiyordu. Fakat sonraki gelişmeler ulusların hiç de yok olmadığını ve bu sorunun daha da büyüdüğünü ortaya koydu. Balkanlarda, Ortadoğu’da ulusal boğazlaşmalar bitmedi.
Sosyalist bir ülkenin kalmadığı, komünist ve devrimci hareketlerin zayıfladığı koşullarda, ulusal hareketler de “emperyalist çözüm”lere yöneldiler. “Barış” adı altında emperyalist devletlerle ve işbirlikçileriyle uzlaşma yoluna gittiler. Bu “çözüm”ler daha büyük katliamlara yolaçtı, fiilen elde edilen hakları da eritti.
Komünistlerin UKKTH ilkesine yaklaşımı
Lenin döneminde kurulan 3. Enternasyonal (Komüntern) UKKTH ilkesini; kapitalizmin yeni geliştiği dönem, emperyalizm aşaması ve sosyalist bir sistemin varolduğu koşullar olarak üç farklı döneme ayırmış, her dönemin özgünlüklerini ortaya koyarak çözüm yollarını sunmuştur.
Marks’tan itibaren komünistler, ulusal sorun üzerinde önemle durdular. Marks, İrlanda sorunu üzerinden “bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” diyerek, soruna doğru bakışın önünü açtı. Lenin’in belirttiği gibi Marks, İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını, ‘İrlanda için adalet’ düşüncesinden değil, İngiliz işçi sınıfının çıkarları açısından istiyordu. “İngiliz işçi sınıfı İrlanda’dan kurtulmadan önce hiçbir şey yapamayacak… İngiliz gericiliği İrlanda’nın bağımlılığında kök salıyor” diyordu Marks. (aktaran Lenin-Ulusal Siyaset ve Proletarya Enternasyonalizm Sorunları-Bilim ve Sosyalizm Yay. sf. 93)
Marks’a göre ulusal sorun, ‘işçi sorunu’na oranla ‘ikincil bir sorun’du ve her zaman proletaryanın çıkarları esas alınmalıydı. Çünkü Marksizm, işçi sınıfının kurtuluşunu esas alan bir ideolojiydi, dolayısıyla her soruna “işçi sınıfının çıkarları” penceresinden bakacaktı, bundan doğal bir şey olamazdı.
Sonrasında “ulusal sorun” İkinci Enternasyonal’in de gündemine girdi. Orada üç görüş ortaya çıktı. Polonya milliyetçileri, ulusal sorunun tek çözümü olarak bağımsız devletlerin kurulması gerektiğini savunuyordu. Rosa Lüksemburg, küçük devletlerin emperyalizme bağlı kalacağından hareketle ayrılmayı değil, sosyalizm içinde büyük devletler halinde kalınmasını istiyordu. Kautsky ise, devrimci olduğu dönemde Marks’ın görüşlerini savunuyordu, fakat sonrasında terketti. UKKTH ilkesini geliştiren Lenin oldu.
Marks ve Engels’in yolundan ilerleyen Lenin, Rusya’da işçi sınıfının iktidarı ele geçirebilmesi için, Çarlığa karşı olan tüm kesimlerin (ezilen ulusların da) taleplerine sahip çıkması, tek hedef etrafında birleştirmesi gerektiğine inanıyordu. Bolşeviklerin özellikle birinci emperyalist savaş döneminde Çarlık Rusyası adına savaşan farklı uluslardan askerler içinde geniş bir taban bulmasında, emperyalist savaşa karşı barışı savunması kadar, UKKTH ilkesini savunması da, çok önemli bir yer tutar. Sadece Ekim Devrimi’nin zaferinde değil, SSCB diye büyük bir sosyalist devletin kurulmasında, keza ikinci emperyalist savaşta Nazi Almanyası’nın dize getirilmesinde ve dünyanın üçte birinin ‘sosyalist kamp’ haline gelmesinde, bu ilkenin savunulması ve yaşama geçmesinin çok önemli bir rolü olmuştur.
Lenin,“işçi sınıfı, ulusal sorunu bir fetiş durumuna getirmeye en az yetenekli olan sınıftır” diyordu. O, işçi sınıfını “milliyetçi önyargılara” karşı her zaman uyarırken, ulusal harekette ‘ilerici yönleri’ desteklemek gerektiğinin de altını çizdi. (Proletarya Enternasyonalizminin Sorunları sf. 91) Bu vurgu, Komüntern’de daha somut biçimde ele alınacaktı. Ulusal harekete önderlik eden burjuva reformistlerin hem kendi burjuvazisi, hem de emperyalistlerle uzlaşma eğilimleri üzerine, ‘burjuva demokrat’ yerine ‘ulusal devrimci’ kavramını geliştirdiler ve desteğin yalnızca ‘ulusal devrimcilere’ verilmesini kararlaştırdılar. “Bu değişikliğin anlamı şudur: Biz komünistler olarak sömürgelerde burjuva kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci bir ruhla eğitip örgütlememize engel olmadıkları taktirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz.” (Lenin, 3. Enternasyonal Konuşmaları, sf. 65, abç)
Stalin sonraki yıllarda bunu daha açık biçimde şöyle ifade etti: “Kuşkusuz proletarya, her ulusal hareketi, her zaman ve her yerde, her özel ve somut durumda desteklemelidir anlamına gelmez. Desteklenmesi sözkonusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir.” (Sömürgeler Sorunu sf. 220, abç)
Marks’tan Stalin’e ML ustaların UKKTH ilkesinden anladığı şey budur. Toparlarsak, bu ilkeyi savunmalarının birinci nedeni; farklı uluslardan işçilerin birliğinin, sınıfsal dayanışmanın, ulusal önyargılardan kurtularak sağlanacağını bilmeleridir. İkincisi; köylülük, ağırlıklı olarak ezilen ulusa mensuptur ve ulusal hareketin ‘temel ordusunu’ oluşturur, farklı ulusların emekçileri arasında yaratılan güvensizlik aşılmadan işçi-köylü ittifakı gerçekleşemez. Üçüncüsü; sınıfların ortadan kaldırılması, ezilen sınıfın diktatörlüğünden (proletarya diktatörlüğü) geçiyorsa, ulusların birleşmesi de bütün ezilen ulusların tam özgürlüğünden geçecektir. Komünist toplum, sınıfsal, ulusal, mezhepsel cinsel, vb. her tür ayrım ortadan kalkmadan gerçekleşemez.
Ondan dolayıdır ki, komünistler ulusal sorun konusunda ‘ikili’ bir yaklaşım sergiler. Bunun bir yanını, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını kayıtsız şartsız tanımak; öbür yanını ise, işçilerin sınıf mücadelelerinde uluslararası birliğini sağlamak oluşturur. Bu, daha I. Enternasyonal döneminde kabul gören en köklü, en temel perspektiftir. Bolşevikler bunu “birleşmek için ayrılmak” şeklinde tanımlamıştır.
Lenin, kapitalist-emperyalist sistemde “gerçekten ciddi ve derin bir nitelik taşıyan her siyasal sorunda kümelenme, uluslara göre değil sınıflara göre gerçekleşiyor” tespitini yapmıştı. Ve “her şeyden önce proleter görevler” demişti. “Çünkü proleter görevler yalnızca emeğin ve insanlığın sürekli ve yaşamsal çıkarlarına yanıt vermekle kalmıyor, demokrasinin sürekli ve yaşamsal çıkarlarına da yanıt veriyor”du. (Lenin, Proleter Enternasyonalizm Sorunları sf. 30)
Örneğin her koşulda ezilen ulusların “ayrı devlet” kurmalarını savunmadılar. Bir hakkı tanımak başka, onu her koşulda doğru bulmak başkaydı… “Boşanma hakkını savunmak, her evli insanın ayrılmasını istemek” anlamına gelmeyeceği gibi… Onun için Bolşevikler, SSCB’yi oluşturan ulusların “ayrı devlet” kararını sadece sınır bölgelerde kabul ettiler, iç bölgelerde bu hakkın kullanımını doğru bulmadılar. Aksi halde sosyalist bir ülkenin ortasında kapitalist bir devletin kurulması ihtimali vardı. “Demokrasinin çeşitli istemleri, ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkı dahil, bir mutlak değil, ama demokratik hareketin tümünün bir parçacığını oluşturuyor. Bazı somut durumlarda parçacığın bütün ile çelişmesi olanaklıdır; o zaman parçacığın reddedilmesi gerekir”. (Lenin, Proleter Enternasyonalizm Sorunları, sf. 149)
Esasında komünistler düzinelerce küçük devlet kurulmasını istemezler. Böl-parçala-yönet” taktiği, egemenlerin en klasik, bilinen yöntemidir. Devletin sönümlendiği, sınırların kalktığı sınıfsız bir dünyaya büyük, güçlü, merkezi sosyalist ülkelerle ulaşılır. Fakat “gönüllü birlik” olmadan böyle bir dünya yaratılamaz. “Gönüllü birlik” için de UKKTH savunulmalı, hayata geçirilmeli ve her ulus özgür iradesiyle bu birliğin parçası olmalıdır. Elbette bu zaman alacaktır; ama bu göze alınmak zorundadır. Bu da kendiliğinden değil, ulusal önyargıları kıran kitlesel bilinç dönüşümü ve ona uygun politikalarla olacaktır. Lenin “ezen ulusun komünistleri ayrılıktan yana, ezilen ulusun komünistleri birleşmeden yana olmalı” derken, ilk başta komünistlerde bu bilinç dönüşümünü sağlamaya çalıştı. “Sosyalizmde UKKTH ilkesinin gereksizleşeceğini” savunanlara karşı, birliğin zor ve baskıyla değil, gönüllü olması için bunun şart olduğunu savundu. SSCB bunun somut kanıtı oldu. Başlangıçta “ayrı devlet” kararını alan uluslar (Finlandiya dışında) SSCB içinde federasyon olarak kalmayı tercih etti.
Sonuçta ML’ler, ulusal sorunu, her ülkenin sosyo-ekonomik, tarihsel, sınıfsal vb. gelişimi içinde ‘somutluk ilkesi’ üzerinden değerlendirmiş ve çözümler üretmişlerdir. Fakat “sosyalist blok” çöktükten sonra sosyalizmin bu alandaki başarısını gölgelemek isteyenler “sosyalizm ulusal sorunu çözemedi” yaygarasını yaptılar. Halbuki komünistler, kadın sorunu gibi ulusal sorunun da tamamen ortadan kalkmasının ancak sınıfsız toplumla gerçekleşeceğini söylemişlerdi. Ama hem kadın sorununda hem ulusal sorunda en ileri adımların sosyalizmde atıldığı da bir gerçekti.
PKK’nin kararları UKKTH mıdır?
“Sosyalist blok”un yıkılışı sadece ulusal hareketleri değil, komünist ve devrimci hareketleri de olumsuz yönde etkiledi. “Elveda proletarya”da cisimleşen kapitalizmin teknolojik üstünlüğüne vehmedilen misyon, “yenilenmek” adına ML’den uzaklaşmaya götürdü. Tasfiyecilik ve teslimiyet yaygınlaştı.
‘90’ların başındaki bu gelişme, 12 Eylül’ün yenilgisini üzerinden atmaya çalışan Türkiye Devrimci Hareketi’nde (TDH) ikinci büyük darbe oldu. Kürt ulusal hareketi açısından ise, uzlaşmacı adımlar daha hızlı atıldı. ’93 yılında PKK’nin “ateşkes” ilan etmesi ve emperyalist çözüme yeşil ışık yakması, bunun ilk sinyaliydi. Başlangıçta TDH’nin önemli bir kesimi bu adımları tepkiyle karşıladı. Fakat ideolojik gerileyişe koşut biçimde örgütsel-pratik gerileyiş, TDH üzerinde Kürt hareketinin etkisinin arttırmasına yol açtı. İşçi-emekçi hareketi gerilerken, Kürt ulusal hareketinin büyümesi de bunun nesnel temelini oluşturdu.
Öcalan’ın ’99 yılında tutsak düşmesinden sonra ortaya attığı görüşler de TDH’nin çoğu tarafından, başlangıçta “teslimiyet” olarak nitelendirilmişti. Ama 2000’li yılların başında, devletin 19 Aralık saldırısı ile TDH daha fazla kan kaybedince, direnme mevzilerini birer birer terketti. Legalizm ve parlamentarizm yayıldı.
Kitle tabanı giderek eriyen TDH’nin önemli bir kesimi, ayakta kalabilmenin yolunu Kürt ulusal hareketine tutunmakta buldu. O tarihten itibaren Kürt hareketinin her yaptığını onaylamaya, ona kılıflar uydurmaya başladı. Bunun en önemli argümanı ise UKKTH ilkesi oldu. Öcalan ve Kürt hareketi ortaya hangi görüşü atarsa, “saygı duymak lazım” dediler, desteklediler. Oysa PKK, ilk kurulduğu ‘70’li yıllarda “bağımsız, birleşik Kürdistan” diyordu, fakat o yıllarda UKKTH ilkesi adına bu “çözüm” savunulmadı. (Hatta bugün PKK kuyrukçuluğu yapanlar, o dönem PKK’ye “karşı-devrimci” diyordu.) ‘90’ların başında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “federasyon dahil her şeyi tartışabiliriz” sözü üzerine PKK “federasyon olabilir” dediğinde, bunu da UKKTH adına savunmadılar!
2000’lerde ise, işler tamamen değişti. Tutsak alınan Öcalan, bağımsızlıktan da federasyondan da vazgeçtiğini açıkladı; bu kez “demokratik özerklik”, “özyönetim” demeye başladı. O güne kadar PKK’nin kararlarını UKKTH olarak görmeyenler, “demokratik özerkliği” UKKTH diyerek savunmaya başladılar. Şimdi Öcalan “demokratik özerkliği” hatta “kültüralist çözümleri” “aşırı milliyetçi savruluşlar” olarak niteleyip “çözüm” olarak gerici-faşist rejimle “demokratik uzlaşma” diyor; bunu bile UKKTH diyerek destekleyebiliyorlar.
Bırakalım “demokratik özerklik” talebini, gerici-faşist yönetimlerle “demokratik uzlaşma” ne zamandan beri UKKTH ilkesine girdi? UKKTH “Kürt hareketi neylerse güzel eyler, bize de onu desteklemek düşer” ilkesi midir?
İlk başta UKKTH ilkesi, ezilen bir ulusun ayrı devlet kurma hakkını savunmaktır. Ezilen ulus UKKTH ilkesini, federasyon, özerklik biçiminde kullanabilir. Ancak UKKTH ilkesinin, “demokratik uzlaşma” diye bir biçimi yoktur.
İkincisi, UKKTH ya referandumla ya da ulusun kendi seçtiği temsilcilerden oluşan meclisle belirlenir. Örneğin Kürtler kendi kaderini nasıl tayin ediyor? Öcalan’ın veya PKK’nin kararları, Kürt ulusunun hepsini kapsıyor mu? Kürtlerin yaşadığı dört parça bir yana, sadece Türkiye’yi ele alsak bile PKK’nin ağırlığı olmakla birlikte birçok Kürt partisi veya hareketi bulunuyor. Dahası Kürt halkının önemli bir kesimi AKP gibi gerici-faşist bir partiyi destekliyor.
Kaldı ki, Öcalan’ın son mesajını dinlemek üzere alanlara sloganlar, zılgıtlarla giden kitlenin, mesaj okunduktan sonra çıt çıkarmadan hızla alanı terketmesi de, Kürt halkının bu kararı onaylamadığına dair bir gösterge değil midir?
Keza Güney Kürdistan’da IKBY (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi), 2017 yılında referandum kararı aldı ve “bağımsızlık” kararı çıktı. Ne PKK ne de PKK’nin kuyruğuna takılanlar UKKTH diyerek bu kararı “saygıyla” karşılamadı ve desteklemedi. “Barzani’nin propagandası” diyerek referanduma karşı çıktılar. PKK, Iraklı Kürtlerin de “demokratik özerklik” için mücadele etmelerini savundu. Oysa Barzani de Iraklı Kürtlerin lideriydi, üstelik Iraklı Kürtler “bağımsızlık” kararını referandum yaparak almışlardı. UKKTH onlar için geçerli olmuyordu da, Öcalan ve PKK sözkonusu olduğunda neden geçerli oluyordu?! Barzani “uzlaşmacı”ydı da, Öcalan komünist miydi?!
Üçüncüsü, gerçekten bir ulusun kendi kaderini belirlediği bir karar bile, işçi ve emekçilerin çıkarlarıyla çatışıyorsa, komünist ve devrimciler bu kararı doğru bulmaz ve desteklemez. Komünistler için aslolan işçi sınıfının çıkarlarıdır. Ulus kavramı, karşıt sınıflar dahil olmak üzere birçok sınıfı ve katmanı içinde barındırır. “Ulusun çıkarları” da asıl olarak o ulusun burjuvazisinin çıkarlarıdır. Öcalan’ın son mesajı, Kürt işçi ve emekçilerinin değil, Türk ve Kürt burjuvazisinin çıkarlarına hizmet etmektedir. Aksi halde emperyalistlerin ve AKP-MHP yönetiminin bu kararları desteklemesi mümkün olmazdı. Keza “yeni süreç” başlar başlamaz Türk ve Kürt burjuvalarının Urfa’da “GAP’ı yeniden geliştirme” toplantıları yapması da boşuna değildi.
Diğer yandan emperyalist-kapitalist sistemde ezilen ulusların “bağımsızlık” dahil kendi kaderini tayin edebilmesi, ancak demokratik veya sosyalist bir devrimle mümkündür. UKKTH, emperyalistlerin ve işbirlikçi devletlerin çıkarlarına uygun olduğu zamanlarda, kitlelerin gözünü boyamak için ortaya atılan bir savdır. Irak Kürt Yönetimi’nin “bağımsızlık” kararını kabul etmemeleri bunun somut göstergesidir.
Bir başka gösterge Suriye’de Alevi katliamı sürerken SGD komutanı Mazlum Abdi’nin, ABD helikopteri ile apar topar HTŞ lideri Colani’nin yanına götürülerek anlaşma imzalatılmasıdır. ABD emperyalizminin çıkarı doğrultusunda imzalanan bu anlaşma, Suriye’deki diğer halkları bir kenara bırakalım, Kürt halkına bile fayda getirmeyecektir.
Sonuç olarak
Öcalan’ın tutsak düştüğü andan itibaren ortaya attığı görüşlerin, ABD ve Türk egemenlerinin onayından-süzgecinden geçerek piyasaya sürüldüğünü bilmemek mümkün değil. Dolayısıyla bu görüşleri UKKTH diye savunmak, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin “çözüm”lerini UKKTH kapsamına almak ve desteklemek anlamına gelir.
Komünistler, Marks’tan itibaren ulusal soruna proletaryanın çıkarlarını esas alan bir perspektif ile baktılar. Sadece ezen ulusun işçi ve emekçilerine değil, ezilen ulusun işçi ve emekçilerine de zarar verecek, emperyalist ve bağımlı devletlerin işlerine yarayacak hiçbir çözümü, UKKTH adına savunmadılar ve savunmayacaklar. Devrim ve sosyalizm dışında ulusal sorunun çözülmeyeceğini, somut gelişmeler üzerinden tekrar tekrar hatırlatacaklar.
Komünistlerin farkı, bedeli ne olursa olsun gerçekleri söylemekten çekinmemesidir. Onların gücü de buradadır. Söylendiği anda birçok tepkiyle karşılansa da gerçekler er ya da geç ortaya çıkacak ve kimin gerçek dost olup olmadığı da anlaşılacaktır.
Akıntıya karşı kürek çekme pahasına gerçekleri söylemeye devam edeceğiz. Kadın sorunu gibi, ulusal sorunda da konjonktüre, esen rüzgarlara teslim olmayacağız. Şu ya da bu partinin veya akımın güdümüne girmeden bağımsız tavrımızı her koşulda ortaya koyacağız. ML ilkelerden taviz veren, dün savunduğunu bugün yalanlayan, yarın da neyi savunacağı belli olmayan tutarsız hareketler kervanına katılmayacağız.
Devrimci siyaset, doğru zamanda doğru tavrı koymaktır. Her şey ayan-beyan ortaya çıktıktan sonra veya işin sahipleri bile o görüşleri terk ettikten sonra “özeleştiri” vermek değildir. Dün UKKTH adına “açılım”, “çözüm” denilen süreçleri savunanlar, PKK “oyalandık, kandırıldık” diyene kadar sustular. Yarın da benzer şeylerin yaşanması, şaşırtıcı olmayacaktır. Kaderini bir başka harekete teslim edenlerden farklı bir tutum beklenemez. Gecikmiş ve göstermelik özeleştirilerle siyaset yaptığını sananlar, en başta kendi taraftarlarından gereken tepkiyi görecekler elbette.
Biz doğru bildiklerimizi söylemeye devam ediyoruz: UKKTH, emperyalistlerle ve işbirlikçilerle uzlaşma, onların çıkarlarını realize etme ilkesi değildir! Ezen ve ezilen ulusun işçi ve emekçilerinin tek kurtuluşu, sosyalizm hedefiyle birleşik mücadeleyi yükseltmek, hak ve özgürlükler alanını genişletmektir. Bunu hiçbir emperyalist güç ve burjuva yönetim bahşetmeyecektir. Dün olduğu gibi bugün de direne direne, birleşe birleşe kazanacağız.