Gerilla liderliğinden devlet başkanlığına: Jose Mujica

“En yoksul devlet başkanı” olarak bilinen Uruguaylı Jose Alberto Mujica Cordano, 13 Mayıs günü 89 yaşında yaşamını yitirdi. Uruguay’ın ‘60’lı-70’li yıllarına damgasını vuran Tupamaro gerillalarının kurucularından Mujica, 2010-2015 yılları arasında Uruguay devlet başkanı olarak görev yapmıştı.

Ölümünün ardından onu öven konuşmalar yapıldı, yazılar yazıldı. Eski bir gerilla olması, uzun zaman hapis yatması, halkçı söylemleri, Mujica’yı öne çıkarmıştı. Gerçekte, 1960’lardan devrimci bir gerilla örgütündeki yaşamının üzerinden çok sular akmıştı. Artık kendisinin bile sahiplenmediği “sosyalist” sıfatının verilmesi ise, onun sıradan bir liberal-reformist olduğu gerçeğini gizleyen, abartılı bir değerlendirmeydi.

 

İlk kent gerillası pratiği: Tupamarolar

“Kent gerillası” kavramı ilk olarak 1950’lerde Cezayir’in Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşı sırasında gündeme geldi. Etkin biçimde kullanılması ve dünya devrim tarihine malolması ise, Tupamarolar tarafından gerçekleştirildi.

Tupamarolar, ismini Güney Amerika’nın İspanyol sömürgecilere karşı direniş tarihinden alıyordu. İspanyol sömürgeciler işgal ettikleri kıtayı yağmalarken, 1532’de son İnka Kralı Tupac Amaru’yu vahşi biçimde katletmişlerdi. İki asır sonra, İspanyol sömürgecilere karşı bir başka direnişin, 1780’de başlayan büyük bir ayaklanmanın önderliğini yapan Jose Gabriel, “Tupac Amaru 2” adını kullandı. Bölgedeki yerli halkların tamamına yakınını birleştiren ve yaklaşık 6 ay süren bu ayaklanma, İspanyol sömürgecilerin yerli halktan binlercesini öldürmesiyle sonuçlandı. Tupac Amaru ise yakalandı, çok ağır işkencelere karşı direndi; dili kopartılıp derisi yüzüldükten sonra, vücudu dört parçaya ayrılarak öldürüldü. Onun ölümüyle Tupac Amaru efsanesi daha da büyüdü; sömürgeciliğe karşı mücadelenin ve direnişin sembolü oldu.

1960’ların başında, Uruguay’da devrimci mücadele yeniden yükselirken, kendi direniş tarihlerine yaslanarak yine Tupamaro (MLN-T) ismini kullandılar. Farklı görüşlere sahip bir avuç insan biraraya gelmişti. Bu farklarını, sonradan dünya devrim mücadelesinde sembolleşecek “söz böler, eylem birleştirir” sloganıyla arka plana atarak mücadeleye başladılar. İşkencecilerin cezalandırılması, patronların ve diplomatların (mesela bir işkenceci CIA ajanının) kaçırılması, hapishane baskınları, büyük market araçlarının kamulaştırılması ve içindekilerin yoksul halka dağıtılması, ordu karargahlarına baskınlar, banka ve kumarhane soygunları… New York Times gazetesinin onlara “gerilla Robin Hood’lar” ismini vermesini sağlayacak kadar etkili eylemler yaptılar.

Özellikle 1969 yılında, başkente 30 km uzaklıktaki Pando şehrinin işgali, yarım saat içinde şehirdeki tüm devlet kurumlarının ele geçirilmesi ve banka kasalarının boşaltılması, ardından gerillaların geri çekilmesi çok ses getiren bir eylem oldu. Lüks bir eğlence kulübünü bastıktan sonra “Ya herkes dans edecek ya da hiç kimse!” yazılaması yapmaları da sonradan sembolleşen bir slogana dönüştü. Örgüt, en kalabalık olduğu dönemde 10 bin kadar militanın yanısıra yaygın Tupamaroları Destekleme Komiteleri’ne sahiptir. Küba Devrimi’nden etkilenerek başladıkları mücadelede, kendileri dünya devrim hareketinde etkili bir isim ve mücadele çizgisi yarattılar.

1970’lerin başından itibaren devletin vurduğu darbeler, “ölüm mangaları”nın saldırıları artar. 1973 yılında ordu darbe yapar. Bu darbe, aynı dönemde Latin Amerika’da gerçekleşen ABD darbeleri zincirinin bir parçasıdır. 1964 yılında Brezilya, 1968’de Peru, 1971’de Bolivya, 1973’te Şili ve Uruguay, 1976’da Arjantin darbeleri, Küba devriminin ardından daha da güçlenen Latin Amerika devrimci mücadelelerini yoketme çabasının ürünüdür.

Darbe olduğunda Tupamaro militanlarının çoğu tutsak ya da şehittir. İşçilerin darbeye karşı genel grev kararı ise hızla bastırılır. Bu nedenle darbeye karşı güçlü bir kitle direnişi geliştirilemez.

Önce devletin, ardından askeri cuntanın saldırıları Tupamaroların ağır bir yenilgi almasına neden olmuştu. Kalanların reformistleşmesi Tupamaroların sonunu getirdi. Ancak aynı süreçte Peru’da, 1980’lerin ortalarından itibaren yeniden Tupac Amaro (MRTA) ismini kullanan devrimci bir örgüt kuruldu. Peru’da Fujimori diktatörlüğüne karşı mücadele eden bu örgüt Aralık 1996’da Peru’daki Japon Büyükelçiliği’ni bastı, Noel kutlaması için orada olanları rehin aldı. Eylem 126 gün sürdü. Eylemin talepleri, cezaevlerindeki 400 MRTA gerillasının serbest bırakılması ve uygulanan neo-liberal politikalara son verilmesiydi. İlerleyen günlerde rehinelerin önemli bir kısmı serbest bırakıldı. ABD ve İsrailli özel komando birlikleri başta olmak üzere, bütün emperyalist ülkelerden özel birlikler gönderildi. 12 Nisan 1997 günü, elçiliğe yapılan baskınla örgütün lideri Nestor Carpa dahil 14 gerilla ve bir rehine öldürüldü.

 

Mujica’nın evrimi

1935 doğumlu Mujica, sağcı bir geçmişe sahip olmakla birlikte, artan toplumsal sorunlar üzerinden bir değişim yaşamıştır. 1962’de Tupamaroların kuruluşuna önderlik edenlerden biri olur. Mücadele yaşamı içinde 4 kez yakalanır. 1970 yılındaki yakalanması sırasında ağır yaralı şekilde ölümden döner. Cezaevinden 2 kez firar eder. Bunlardan birinde 105 MLN-T gerillasıyla birlikte tünel kazarak çıkmış ve ülke tarihinin en büyük firarını gerçekleştirmişlerdir.

1973 yılında askeri darbe gerçekleştiğinde, önder kadroların tümü yakalanmıştı. Uruguay devleti bu önder kadroları “9 kişilik rehine” olarak ilan etmiş ve gerillaların saldırıları sürerse bu rehineleri öldüreceğini söylemişti. Mujica bu rehinelerden biriydi. 1970’lerde ve 80’lerde 14 yıl hapis yattı, yaklaşık 10 yıl tek kişilik hücrede kaldı, işkence gördü. Askeri cuntanın bitirildiği 1985 yılına kadar zorlu hapis koşulları altında yaşadı.

Mujica, serbest bırakıldıktan sonra yasal siyaset zeminlerini kullanmaya başladı. Tupamaroların asıl önderi ve devrimci karakterinin mimarı Raul Sendic 1989 yılında kanserden öldükten sonra, Tupamarolar Halkın Katılım Hareketi (MPP) adıyla yasallaştı; partileşti. Bu sürece Mujica önderlik ediyordu. Yani Mujica, daha o dönemde ile Tupamaroların reformist-uzlaşmacı yüzünü temsil ediyordu. 1988 yılında Uruguay solunu biraraya getiren “Geniş Cephe” (Frente Amplio) içinde yer aldılar, seçim çalışmalarını sonraki yıllarda da birlikte yürüttüler. Bu cephenin adayı olarak Mujica 1995’te yasama meclisine seçildi; 1999’da senatör oldu.

Venezüella’da Chavez ile başlayan “solcu” rüzgar, 2000’lerin başında bütün Latin Amerika kıtasını sarmış, neredeyse bütün ülkelerde “solcu”, halkçı hükümetler yönetime gelmişti. 2005 yılında bu rüzgara Uruguay da, Tabare Vazquez’in devlet başkanı seçilmesiyle katıldı. Mujica bu hükümette tarım bakanlığı yaptı. 2010 yılında ise “solcu başkan” bayrağını devralarak devlet başkanı seçildi.

 

Sosyalist değil, liberal reformist

Ölümünün ardından övgü dolu yazılar yazıldı. “Devrimci” olduğu, “sosyalist” olduğu anlatıldı. Gerçekte ise, 2000’lerin başlarında Latin Amerika ülkelerinin büyük çoğunluğunda gördüğümüz, “halkçı”, “reformcu” diğer devlet başkanlarından fazlası değildi.

Onun hakkında yazılanların çoğunda “ülke dışında daha popüler” olduğu belirtiliyor. Bu da icraatlarından daha çok “medyatik” yönünün öne çıktığını gösteriyor.

Ülkedeki başarıları şöyle sıralanıyor: Eşcinsel evliliğe izin vermesi, kürtajı yasal hale getirmesi ve esrar satışını yasallaştırarak devlet kontrolüne alması. İlk ikisi bir yana; kitlelerin talebi esrar kullanımının azaltılmasıdır, yasallaştırılması değil. Zaten bu düzenlemenin kitle desteği almadığı da belirtiliyor. Burada amaç, kitleleri uyuşturucu bataklığından çıkarmak, uyuşturucunun toplumu yozlaştırıcı etkisini azaltmak değil, uyuşturucu kartellerinin kazanacağı paraya devletin el koymasını sağlamaktır.

Mujica konusunda öne çıkan unsurlar, onun ne kadar mütevazi yaşadığına ilişkin bilgiler. Başkanlık sarayında yaşamaması, maaşını yoksullara dağıtması vb. Elbette saraylarda lüks yaşayan, yozlaşma ve yolsuzluk batağına batmış devlet başkanlarının yanında, onun mütevaziliği taktir topluyor. Ancak bir devlet başkanının kendisinin nasıl yaşadığından çok, halkın yaşamlarına ilişkin ne yaptığı daha büyük önem taşır. Dikkatler Mujica’nın sade yaşamına odaklanırken, onun hükümetinin bütçe açıkları ve aşırı harcamaları gözlerden gizlenmektedir mesela.

Bir başka sorun, yaptığı reformların asıl olarak sosyal hayata ilişkin olmasıdır. Kürtaj, eşcinsel evlilik, esrar satışı gibi… Oysa “halkçı” bir yönetimin asıl olarak işsizlik, yoksulluk ve kitlelerin refah düzeyi konusundaki iyileştirmeleri konuşulmalıdır. Uruguay’da, cunta döneminin bitmesinden itibaren kitlelerin yaşam düzeyinde kısmi bir iyileşme olduğu görülüyor; Mujica da bunu sürdürmüş. Ancak bu iyileşme, yöneticilerin-hükümetlerin başarılı politikalarından çok, kitlelerin eylem gücü ile ilgilidir. Keza cuntanın geri püskürtülmesini sağlayan da, cuntaya karşı gelişen kitle direnişidir. 1984 yılında Uruguay’da günlerce süren ve tüm ülkeyi etkisi altına alan genel grev, cuntanın geri adım atmasını ve seçimlerin yapılmasını, Tupamaro tutsaklarının “affedilerek” serbest bırakılmasını sağlamıştı. Yoksa hiçbir hükümet, kitlelerin refah düzeyini kendiliğinden artırmaz. Hele ki Mujica’nın bu konuda somut hiçbir adım atmadığını özellikle belirtmemiz gerekir. Tam tersine, Mujica muhalefetteyken de, devlet başkanı olduktan sonra da, egemen sınıfları karşısına alacak tek bir söylem geliştirmemiş, burjuvazinin sömürü politikalarına ilişkin tek bir itirazda bulunmamıştır.

Mujica’nın ekonomiye ilişkin söylediği temel sözler, “alçakgönüllü yaşam”, “açgözlülükten uzak durmak”, “çok fazla şey istememek”, “doğa ile uyum içinde yaşamak”, “kanaatkar olmak” gibi söylemlerdir. Onun bu söylemi, burjuvazinin sömürü politikalarını teşhir etmek anlamına gelmez; tam tersine ücretleri yükseltme mücadelesi veren işçiler için bu söylem, sınıf mücadelesinden vazgeçmeyi vaazetmektedir. “Bankaların kitleleri soyma aracı” olduğunu sıkça söyler; ancak bu söylem, tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi insanların kredi kartı kullanma düzensizliklerinde kitleleri suçlamak anlamına gelir. Diğer taraftan ülkede bankaların ya da büyük tekellerin çıkarlarına zarar verecek hiçbir politikayı savunmamış, hiçbir yasal düzenleme yapmamıştır.

Keza ülkede yenilebilir enerji kaynaklarına önem vermesi ve güçlendirmesi de önemli. Ancak ülkede büyük sorun olan ve seçim vaadi olan eğitim reformu konusunda somut hiçbir adım atmadığı biliniyor. Uruguay’da yüzde 98,6’lık çok yüksek bir okuryazarlık oranı olmasına rağmen, 2017 yılında yetişkinlerin yalnızca yüzde 30’u ortaokul mezunudur; ve eğitim her kademede ücretsiz olmasına rağmen, yoksulların eğitime erişimi yine de çok düşüktür. Mujica’nın egemen sınıflarla “barışık” ilişkisinin bir başka göstergesi de tarımda çok büyük bir ihtiyaç olmasına rağmen tarım reformu konusunu gündemine bile almamış olmasıdır.

Mujica’nın bir başka özelliği, emperyalistlerle kurduğu ilişkidir. Obama onu Beyaz Saray’a davet etmiş, ağırlamıştı. Bir ABD diplomatını kaçırıp öldürmüş bir örgütün lideriydi; ancak ABD Başkanı, onu misafir etmekte bir sakınca görmemişti. Demek ki o kadar “zararsız” hale geldiği düşünülüyordu.

Gençliğinde ziyaret ettiği Sovyetler Birliği hakkında konuştuğu tek şey, “parti üyelerinin lüks yaşamları ve fabrika işçilerinin mutsuzluğu”dur! Ancak ABD’de ya da kendi ülkesinde hiçbir burjuvanın lüks yaşantısını aynı biçimde eleştirmiyor, hatta “burjuvalarla arkadaş olmak gerektiği”ni anlatıyor; kapitalist fabrikalardaki işçilerin çalışma koşullarından ise hiç sözetmiyor.

Mujica’ya “dünyanın en yoksul başkanı” ünvanını vererek öven, dünyanın daha fazla dikkatini çekmesini sağlayan da Time dergisiydi mesela.

Görünen o ki Mujica, Uruguay halkından daha fazla egemen sınıflar ve emperyalistler için “makbul” ve sevilen bir devlet başkanı olmuştu.

* * *

2000’lerin başından itibaren Latin Amerika’da esen “solcu” rüzgarların asıl sebebi, ABD darbelerine, onyıllar süren cunta koşullarına ve ABD’li tekellerin ağır sömürüsüne duyulan tepkiydi. Büyük kitle hareketlerine dönüşen bu tepkiler nedeniyle, o süreçte Latin ülkelerinin büyük çoğunluğunda “sosyalizm” söylemlerini öne çıkaran halkçı hükümetler başa geldi.

Bu hükümetlerin bir kısmı, ülkedeki ABD tepkisini de dikkate alarak Çin ve Rus emperyalistleri ile yakın ilişkiler kurdular. Mujica gibi bazıları ise, ABD emperyalizmi ile ilişkileri sürdürmenin yolunu aradılar. Hangi emperyalistle ilişki kurarlarsa kursunlar, tümü de kapitalist sömürücü sisteme darbe vuracak, büyük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına zarar verecek hiçbir adım atmadılar. Sadece çeşitli reformlar yoluyla, kitlelerin yaşam düzeylerinde kısmi iyileştirmeler gerçekleştirdiler.

Mujica da bunlardan biriydi. Kapitalizme karşı mücadele eden bir “sosyalist” ya da “devrimci” değil, kapitalist sömürücü sistemin bekası için uğraşan bir liberal reformist olarak yaşamını sonlandırdı.

Bunlara da bakabilirsiniz

Gezi Direnişi’nin 12. yılında eylem

Gezi Direnişi’nin 12. yılında devletin saldırıları protesto edildi, Gezi’de yitirdiklerimiz anıldı. İstanbul’daki eylemin bu yıl, …

Hindistan’da öldürülen gerillalar için İsviçre’de eylem

Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Genel Sekreteri Basavaraj ve 27 savaşçının, 21 Mayıs günü Chhattisgart eyaletinde …

İzmir belediye işçilerinin grevi 3. gününde

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İzelman, İzenerji ve Egeşehir’de çalışan 23 bin işçinin grevi, 3. gününde. …