Aysel Zehir, 1984 Ölüm Orucu (ÖO) eyleminin vücudunda en fazla hasar bıraktığı “ÖO gazisi”dir. TİKB MK üyesi Mehmet Fatih Öktülmüş, DS savaşçıları Abdullah Meral, Haydar Başbağ, Hasan Telci’nin yaşamını yitirdiği ’84 ÖO eyleminde, Aysel 60’lı günlerde bilincini kaybetmeye başladı.
Kaldırıldığı Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde ona zorla serum taktılar. Bilinci yerine gelince serumu çekip attı. Yeniden bilincini kaybetti ve yeniden taktılar ve yeniden… Bu takıp-çıkarmalar vücudundaki tahribatı arttırdı. Onun en büyük dezavantajı -erkek direnişçilerden farklı olarak- bir odada tek başına kalmasıydı. Serum takmaya gelenleri engelleyecek kimse yoktu yanında.
Aysel Zehir, TİKB davasından “birinci ekip”te yeralan tek kadın tutsaktı. Aynı ekipte yeralan DS’li kadın tutsaklar eylemi bırakınca, faşist generallerin emriyle hareket eden doktorlar, Aysel’e rahatça müdahale edebildiler. Yılları bulan yoğun çabalarla Aysel, kendi yaşamını idame edebilen bir hale gelebildi ancak.
* * *
İstanbul’a üniversitede okumak için geldiğim ’86 yılından itibaren Aysel’i sık sık ziyaret ediyordum. Genç arkadaşları da bazen yanımda götürdüğüm oluyordu. Onu her gören doğal olarak bir şaşkınlık yaşıyordu. Çünkü Aysel genellikle suskun olurdu ve sabit bir noktaya bakardı. Konuştuğunda bile göz temasından kaçınırdı. Sorulara çoğu kez tek kelimelik cevaplar verirdi. O da daha çok “bilmiyorum” olurdu. Salondaki koltukta oturur bulurduk çoğu kez. O yüzden kilo alıyordu sürekli. Annesi Fatma Teyze, salt yürütmek için “hadi kızım su getir” derdi. Yandaki mutfağa hızlı adımlarla, ama bir ayağını sürükleyerek, yalpalayarak yürürdü. Suyu da elleri titreyerek getirirdi.
Aysel’in eski halini bilmiyordum, ama yoldaşlardan çok dinlemiştim. O da beni gıyaben tanıyordu. Evlerine sıkça gidince, tanımaya, alışmayı başladı. Herkesle konuşmazdı, sadece tanıdıklarıyla az da olsa sohbet ederdi. Ben de artık onlardan biri olmuştum. Eski halini bilmediğim halde Aysel’i öyle görmek çok can yakıcıydı. Eski halini bilenler zaten hiç dayanamıyorlardı. Yine de cezaevinden çıkan hemen her yoldaşı Aysel’i görmeye gelirdi.
Bir defasında şair Adnan Yücel de Aysel’i görmek istediğini bildirdi. İhtilalci komünistlerin 12 Eylül direnişini anlattığı “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” nehir-şiir kitabı yeni çıkmıştı o yıllar. ’84 Ölüm Orucu’nda şehit düşen Mehmet Fatih Öktülmüş’ün direnişi de vardı o kitapta. Aysel Zehir’i de yazmak istiyordu. Birlikte Aysel’lerin evine gittik. Aysel yine suskundu, Adnan Yücel bir şair gözüyle onu gözlemledi; ailesinden, yoldaşlarından eski halini dinledi ve ardından “Direnç Çiçeği” şiirini yazdı. (Sonraki yıllarda Kutup Yıldızı müzik grubu o şiiri besteleyip seslendirecekti.)
Fatma Teyze, evini-yüreğini Aysel’in yoldaşlarına, arkadaşlarına açardı her zaman. Onların Aysel için geldiklerini, yardım etmeye çalıştıklarını bilirdi. Ama bir anne için çok zor bir durumla karşı karşıyaydı. Çok ağladı Fatma Teyze; kızını iyileştirmek için yıllarca çırpındı. Arada “hadi kızım iyileş de birlikte şap-şap yapalım” derdi, eliyle duvara bir şey yapıştırır gibi yaparak… Daha önce karşı çıktığı devrimci faaliyetleri şimdi birlikte yapmayı teklif ediyordu kızına, kendi üslubunca…
Giresunlu Laz bir kadındı, Laz aksanıyla konuşurdu; kendisinin “Muhsin” diye seslendiği eşi Tahsin Amca’ya göre daha konuşkan ve girişkendi. Birçok evde olduğu gibi bir kadın olarak evin temel direğiydi. Aysel için ülkede bir çözüm bulamayınca yurtdışına götürmeyi istiyordu; ama ne pasaport alabiliyorlardı, ne de yurtdışına çıkaracak maddi olanaklara sahiptiler.
Bir defasında Dr. Erdal Atabek’ten randevu almışlardı, ben de onlarla birlikte gittim. (Atabek, psikosomatik hastalıklar ve iç hastalıklar uzmanıydı, uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde yazdı, 2024 yılında yaşamını yitirdi.) O yıllarda da tanınan, tavsiye edilen bir doktordu. Aysel’i odasına aldı. 15-20 dakika kadar yalnız kaldılar, sonra bizi çağırdı. Onun herhangi bir hasta olmadığını ve kendisinin bir şey yapamayacağını söyledi. Aysel doktorlara karşı tepkiliydi, büyük olasılık ters cevaplar vermişti. Sonuçta Aysel’i götürdükleri hiçbir doktor, ne fizyolojik ne psikolojik olarak onu iyileştiremediler.
Yurtdışında bu tür hastalar için “rehabilitasyon merkezleri” olduğunu duymuştuk, biz de son çare olarak gitmesinden yanaydık. Fakat pasaport engeline takılınca, zamana bırakmıştık. Ruhi Su’ya pasaport verilmediği için öldüğü bir dönemi yaşıyorduk.
* * *
1986-87 öğretim yılında gençlik hareketi Öğrenci Dernekleri’nde örgütlenmeye başlamış, akademik-demokratik sorunları için eylemlere geçmişti. Gençliğin hareketlenmesiyle birlikte birçok siyasi hareket de 12 Eylül yenilgisinin ardından toparlanmaya başlamıştı.
12 Eylül yıllarında örgüt olarak direnen tek siyasal hareket TİKB’ydi. Osman Yaşar Yoldaşcan, Mehmet Fatih Öktülmüş, İsmail Cüneyt gibi önderlerini ve militanlarını, çatışmalarda, işkencelerde, ölüm oruçlarında kaybettiler. Kadrolarının önemli bir kısmı hapisteydi. Buna rağmen faaliyetlerini kesintisiz sürdürdüler. ’85 sonrası öğrenci gençlikte hareketlenme başlayınca, gençlik içinde çalışma kararı alındı ve gençlik örgütü kuruldu.
Geçmişin en kitlesel hareketi DY’nin de gençlik içinde önemli bir kitlesi vardı, fakat dağınıktılar. Gecikmeli de olsa “Demokrat Arkadaş” adlı bir dergi etrafında kümelendiler. Bu dergiyi çıkaranlar, aralarında ihtilalci komünist gençlerin de olduğu gençlik önderleriyle röportajlar yaptılar. Bürolarındaki görüşmede, ’84 ÖO ve Aysel Zehir’in durumu gündeme geldi. Anlatılanlar üzerine bu konuda dergilerine yazı yazabileceğimizi söylediler.
“Arkadaş” dergisine Aysel Zehir’in nasıl bu hale geldiğini ve ne durumda olduğunu anlatan bir yazı yazdım. Yayınlandıktan sonra dergiyi çıkaranlar yeniden görüşmek istedi. Okurlarından “Aysel için ne yapabiliriz” diye soran çok sayıda mektup almışlardı; “yardım kampanyası açalım mı” diye sordular.
Yoldaşlarla konuştuktan sonra Fatma Teyze’ye durumu açtım, o da kabul etti. Ama Aysel’i ikna etmek en zor olanıydı. O bilincini yitirmişti, fakat bazı şeyler bilinçaltına öylesine yerleşmişti ki, “ben yurtdışına çıkmam” diyordu da, başka bir şey demiyordu. 12 Eylül sonrası örgütün “yurtdışına çıkmama” duruşu, beynine kazınmıştı adeta. Yurtdışına çıkışı, yoldaşlarına ihanet gibi görüyordu.
Aysel’i ikna etmek cezaevindeki yoldaşlara kaldı. Ablasının da tutsak olduğu cezaevine görüşe gittik birlikte, tutsak yoldaşları saatlerce dil dökerek kabul etmesini sağladılar.
Fatma Teyze’den bir bankaya hesap açmasını ve bana iletmesini istedim. Böylece “yardım kampanyası”nı derginin bir sonraki sayısına yetiştirdik. Amacımız para toplamak değildi sadece. “Aysel’e pasaport” talebini yükseltmek, geniş kitlelere yaymak ve sahiplenilmesini sağlamaktı. Öyle de oldu. Yardım kampanyası ile birlikte “Aysel’e pasaport” talebi ülke geneline yayıldı.
Sadece bir dergiyle yetinmedik; Cumhuriyet Gazetesi başta olmak üzere birçok gazete ve dergi ile görüşmeler yaptık, hakkında yazılar çıkmasını sağladık. Şükran Soner, Mustafa Ekmekçi gibi köşe yazarlarıyla görüştük, onlar da köşelerinde Aysel’in durumunu yazdılar.
Bunun üzerine yurtdışında bulunan taraftarlar, bazı devrimci örgütler, Aysel için harekete geçtiler. Hollanda’dan, İsviçre’den gazeteciler geldi, onları Aysel’in evine götürdük. Aysel ve ailesiyle röportajlar yaptılar, bunları Avrupa’daki televizyon kanalları yayınladı. Avrupa’daki devrimci-demokrat kesimler de ilgilenmeye başladı.
Bu arada Aysel için açılan banka hesabına yurdun dört bir yanından para yatırılıyordu. Fatma Teyze’den banka dökümünü istedim; Karadeniz başta olmak üzere hemen her yerden para yatırılmış olduğunu gördüm. İçlerinde çok küçük miktarlarda yatıranlar da vardı, bunca yoksulluğun içinde Aysel için para ayırmış olmaları çok kıymetliydi. Zaten miktardan çok daha önemli olanı, yüzlerce-binlerce kişinin ÖO’da bilincini yitirmiş bir devrimci tutsağı sahiplenmesi, onun için bir şeyler yapmasıydı.
İki-üç ay gibi kısa bir zaman içinde toplanan para, Aysel’le birlikte anne ve babasını yurtdışına çıkartacak miktara ulaştı. Ama hala pasaport alınamamıştı. Araya milletvekilleri girdi; yurtdışındakiler Avrupa’daki kurumları harekete geçirdiler. Sonunda devlet, pasaportu vermek zorunda kaldı.
* * *
Aysel Zehir’i yurtdışına ancak böyle gönderebildik. Her şey bir dergide çıkan yazıyla başlamıştı, sonra kartopu misali büyüyerek amacına ulaştı…