Akşam erken inse de mahpushaneye, sol memenin altında hiç kararmayan bir cevahir, gündüze devirir geceyi. Dünyanın en sağlam kelepçesi ya da en kalın duvarları zaptedebilir mi coşkumuzu? Hangi işkence, hangi zulüm indirebilir yüreğimizin gönderindeki özgürlük bayrağını? Hayatımızın rüzgardan yelesini tutuklayabilir mi zindanlar?
“Bizden sonra gelenler/ demir parmaklıklardan değil/ asma bahçelerden seyretsinler diye bahar sabahlarını/ yaz akşamlarını”, yüreğimizi güneşten düşen ateşlere fırlattık. Alev toplarının sıcaklığında yıkadık bilincimizi. Kestik umutsuzluğa dolanan saçlarımızı. Çelik çubuklar gibi sertleşti bakışlarımız. “Ve artık öyle bir ufka vardık ki/ yalnız değiliz…/ Gerçi gece uzun, gece karanlık/ Ama bütün korkulardan uzak/ bir sevdadır böylesine yaşamak…/ Tek başına/ ölüme bir soluk kala/ tek başına/ zindanda yatarken bile/ asla yalnız kalmamak…” Tek başına bir yüreğin perdeleri inik, kapısı kilitli yalnızlığından uzaktır gözlerimizdeki pırıltı. Ol sebepten dostlar, özgürdür yüreklerimiz…
Hiç dinmeyen özgürlük tutkumuzu, yüreklerimizin kızıl atlasına şiirce işler Nazım ve Ahmed Arif. Terk etmeyen ve terk edilmeyen sevdalardır, dört duvar arasına gürül gürül akan dünyaları ve delikanlı baharları taşıyan. Uzun seneler de olsa açılmasına demir kapının; “İnsanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani duvarın arkasındaki dışarıyla” beraber yaşanır saniyeler. Çünkü duvarların içine sığmaz hiçbir zaman aklımızın ve yüreğimizin tutkusu. Çukurova’da çatlamış ırgat ellerinde; İstanbul’da işçi sofralarında; Amed’de serhıldan çocuklarında nefes alır sevdamız. Vardiyada, grevde, barikatta, pirinçte, pamukta ve tütündedir; yani sonu gelmez bir akışın hızındadır yüreklerimiz…
Dağların ardındaki sevdalı, kurşun eritmeye çağırır Ferhat’ı. Ve Ferhat’ın en aşılmaz dağları delen tutkusudur içimizde boy atan. Dağlarına bahar gelince adı yasak memleketin, Dengbej’ler söylemeye başlar en güzel türkülerini; “Vurun ulan vurun/ ben kolay ölmem/ Ocakta küllenmiş közüm/ karnımda sözüm var haldan bilene…” Ve aldırmadan gece devriyelerine, puşt zulalarına; bildiriler çoğalır ellerde yaprak yaprak, işçiler geçer kapıların ardına barikat barikat, özgürlüğü sular kanları gerillaların…
Gözyaşlarını ve en güzel dünyaları bırakıp ardımızda, bağışlamayı çoktan çıkardık sözlüğümüzden. Ol sebepten dostlar, kan ter içinde yükselir yapımız. Her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde biraz daha özgürleşir ellerimiz. Çünkü insanlar katledilirken ağaçlardan ve sineklerden daha kolay, daha rahat… duramazdık yerimizde. Görüp de susamaz, bilip de oturamazdık. Bu katliam tufanında ve ekmeğimizi ve sevdiklerimizi kaybettik biz de. “Fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinde/ güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan gelecek günlere” güvenimizi kaybetmedik hiçbir zaman. Bu yüzden özgürdür bilincimiz…
Asıl tutsaklık, ışığını yitirmiş yüreklerde, karanlığa gömülmüş bilinçlerdedir. “İçerde/ dışarda/ derste/ sırada” yürümeyelim diye celladın üstüne; tükürmeyelim diye fırsatçının, fesatçının, hayının yüzüne; ve tırnak ile, diş ile dayanmayalım diye iğrençliğe, umutlarımızı çalmak istediler seher vakti. Düş görmek yasak diye buyurdu karanlığın bekçileri. Ve hapsetmeye çalıştılar milyarlarca insan gözünü, insan kulağını, insan beynini… Ne diyor Nazım; “Ufak iş bizimkisi/ asıl en kötüsü/ bilerek bilmeyerek/ hapishaneyi insanın kendi içinde taşıması/ insanların birçoğu bu hale düşürülmüş/ namuslu, çalışkan, iyi insanlar…” Ve ne diyor Ahmed Arif; “Yaşamak, sade yaşamak/ yosun, solucan harcıdır…” Yosunlardan ve solucanlardan ya da dünyadaki tüm cansız varlıklardan daha beter etmek isteyenlere inat bir çağlayandır bilincimiz. Çoğalır, çoğaltır, en olunmaz koşullarda bile. En donuk gözlerin bile fitilini ateşler sabrımız ve coşkumuz. İnsanların içindeki parmaklıkları eritir sevdamızın gücü…
Gürül gürül atar bizim yüreklerimiz. Hiroşima’da şeker bile yiyemeden kavrulan bir kız çocuğuna; engerekler ve çiyanlar arasında büyüyen Adiloş bebeye için için yanar da, yoldaş ölümlerinde taşa keser gözyaşlarımız. Akmaz, öfke yatağı olur yeraltı nehirlerine; bir avuç özsuyu olur yürür candamarlarına… Ne rüzgarın havada çevirdiği bir yaprak ne de acemi bir ustanın eseri gibidir ufkumuz. Ol sebepten dostlar, Kutup Yıldızı kadar sağlamdır rotamız. Mızrakları göğü yırtan kızıl süvariler gibi nettir koşumuz…
Özgürlük bir tutkudur Nazım’da ve Ahmed Arif’te. Fakat kartpostallar için değildir onların şiirleri. Militan ve dövüşkendir dizeleri; bilge ve akıllıdır kelimeleri; coşkun ve isyankardır harfleri… Çünkü kavganın şairidir onlar; hayatı yaratanların umutla seslenişidir yarına. Cevabımızdır; ümidin, meyve çağında ağacın ve serpilip gelişen hayatın düşmanlarına;
“Elbet sevgilim elbet/ dolaşacaktır/ elini kolunu sallaya sallaya/ en şanlı elbisesi/ işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette/ HÜRRİYET…”