İsrail-İran savaşı ne anlatıyor?

İsrail’in 13 Haziran günü İran’a başlattığı 12 günlük savaş, ABD’nin arabuluculuğu ve “ateşkes” ilan edilmesi ile ara verdi. Savaş büyük oranda İsrail’in İran’a, İran’ın İsrail’e dönük hava saldırıları ile geçti. Ekranlarda adeta bir havai fişek gösterisi seyreder gibi, iki taraflı olarak füzelerin akışı seyredildi.

Bu saldırılarda İsrail daha baskın görünüyordu; İran’ın yaşadığı zarar daha büyüktü. İran’daki ölü ve yaralı sayısı, İsrail’in yaklaşık on katı düzeyindeydi. Keza tahrip olan bina sayısı da öyle. Hepsinden önemlisi, daha ilk gün İran’ın önemli komutanları ve yöneticileri, kendi evlerinde nokta atışı ile öldürülmüştü.

Geçen süre içinde, İran’ın ve İsrail’in karşılıklı tehditleri, icraatlarından daha yüksekti. Ancak savaşın, İsrail ve ABD’nin beklediği kadar kolay ve hızlı bir zafere dönüşmeyeceği de, ikinci günden itibaren belli oldu. İsrail’in savaşa dönük hazırlığı Ortadoğu ülkelerinin tümünden daha fazla olsa da, İran ile giriştiği savaşta İsrail’deki tahribat çok daha büyük oldu. Demir Kubbe’si çöktü; ABD’nin bütün desteğine rağmen İran füzeleri sürekli İsrail topraklarına düşmeye devam etti; İsrail halkı sığınaklara koştukça, başkent Tel Aviv vuruldukça, öten sirenler Netanyahu’ya olan öfkenin büyümesine sebep oldu.

İsrail’in İran ile başedemeyeceği kesinleştikten sonra ABD doğrudan devreye girmek zorunda kaldı. Savaşın 11. günü ABD İran’daki Fordo, Natanz ve İsfahan nükleer tesislerini bombaladı. İran ise bu tesislerin çoktan boşaltılmış olduğunu duyurduktan sonra, misilleme olarak İsrail’i yeniden vurdu.

 

İsrail’in hazırlığı yetmedi

İsrail, her evin altında yapılmış sağlam sığınakları, nüfusun tamamını kadın-erkek ayırmadan orduya alarak askeri eğitim vermesi ve savaşa hazır tutması, ABD’nin ürettiği en yüksek teknoloji ürünü silah ve sistemleri kullanması, daha önce Hizbullah ve Hamas tarafından birkaç kere delinmiş olduğu için çok daha sağlamlaştırılmış Demir Kubbe savunma sistemi ile, Ortadoğu’nun savaşa en hazır, en askeri örgütlenmiş ülkesidir. Ancak buna rağmen İran’ın karşı-saldırısı, İsrail’de beklenenden daha büyük bir yıkım ve tahribat yarattı.

İran, savaşın başından bu yana hemen her gün İsrail’in savunma sistemini delmeyi ve başkent Tel Aviv başta olmak üzere İsrail kentlerini, yüzlerce balistik füzeyle vurmayı başardı. Savaşın son günlerinde İran, İsrail’in askeri merkezlerini de vurdu. Özellikle, altında askeri karargah bulunan askeri hastanenin vurulması, büyük bir etki yarattı. İsrail, bu hastanenin altında bir askeri karargah bulunduğunu unutturmak için “hastane vurmak savaş suçudur” diye bağırıp duruyor; ancak 7 Ekim Hamas saldırısından bugüne geçen yaklaşık 600 günde, Gazze’de 79 hastane ve sağlık kurumunu yerle bir ettiği gerçeği de gözler önünde duruyor.

Yanısıra İsrail’in Tel Aviv’deki askeri kampı ve istihbarat merkezleri de İran saldırılarında vurulan yerler arasında. Üstelik İran’ın gönderdiği füzelerin önündeki engel, sadece İsrail’in Demir Kubbe’si değil. ABD’nin Ortadoğu’daki onlarca askeri üssü de İran füzelerini engellemek, İsrail’e koruma sağlamak için harekete geçti, yüzlerce İran füzesini, doğrudan ABD imha etti.

Son 1 yıl içinde, İsrail askeri açıdan önemli ve üstüste “zaferler” elde etmiş, psikolojik üstünlüğü ele geçirmişti. İran’da misafir olan Hamas lideri Haniye’yi Temmuz 2024’te bir otel odasında nokta atışı ile öldürmesi; Gazze’yi yerle bir ederek ve Hamas’ın önemli liderlerini öldürerek Gazze savaşında hakimiyeti ele geçirmesi ve artık Trump ile birlikte Gazze’yi “yeniden inşa” planları yapmaya başlaması; Hizbullah liderlerine ve kadrolarına, Hizbullah’ın en çok güvendiği araç olan “çağrı cihazları” üzerinden toplu suikast gerçekleştirmesi; HTŞ’nin 8 Aralık 2024’te Suriye’de yönetimi ele geçirmesinin ardından Suriye’nin bütün askeri birikimini bombalayarak Suriye topraklarını işgale başlaması…

Tüm bunların üzerine saldırının ilk günü (13 Haziran) İran’da üst düzey komutanları tek tek vurduğunda, çok iyi bir başlangıç yaptığını, İran’ı da hızla “halledeceğini” düşündü. Ancak savaşı başlatan taraf olarak, kendisinin önemli askeri hedeflerinin vurulması, dengeleri değiştirdi.

 

Savaşın kaderini halklar belirliyor

Bu savaşta İran’ın en büyük zayıflığı, İran’da yaşayan halkların, işçi ve emekçilerin yönetime karşı öfkeleriydi. İran, son 10-15 yılda üç cephede birden (Irak, Suriye, Yemen) savaş verirken, içeride ekonomik ve siyasi baskıyı artırmıştı. Savaşın etkileri, kitlelerin İran yönetimine karşı tepkilerini de artırıyordu.

Buna karşılık İran egemen sınıflarının tutumu, baskıyı daha da artıran, kitlelerin üzerine bütün despotluğu ile çöken bir dönemi başlatmak oldu. Reisi, bu görevle cumhurbaşkanı seçildi. İran Devrimi sonrasında İranlı devrimcilerin-demokratların katledilmesinde payı olan Reisi, bu göreve uygun kişiydi. Ancak onun dinci-gerici baskıyı artırması, kadınların başörtüsü üzerinden Mahsa Amini eylemlerini başlattı. Bu sadece bir başörtüsü direnişi değil, ekonomik ve siyasi baskıya karşı işçi grevlerinden öğrenci eylemlerine kadar toplumun bütün kesimlerini saran bir kitle hareketi yarattı.

Bunun üzerine İran egemen sınıfları, baskıyı kısmen azaltma ihtiyacı duydular ve Reisi yerine Pezeşkiyan, cumhurbaşkanı görevine getirildi. Ancak İran halkındaki hoşnutsuzluklar bitmedi.

İsrail İran’a saldırırken en büyük beklentisi, kitlelerdeki bu öfkenin patlaması ve İran rejimini zayıf düşürmesi ihtimaliydi. Keza Kürt hareketinin de ayaklanma çağrısı yapması ve İran yönetimine karşı mücadeleye başlaması isteniyordu.

Yaşadıkları bütün öfkeye karşın İran halkı, İsrail-ABD çağrılarına cevap vermedi. İran rejiminin destekçiliğini yapmadı, ancak İsrail’in beklentisine uygun bir karşı-direniş de gelişmedi. Tam tersine, İran ve İsrail’deki komünist partilerin, savaş karşıtı ortak açıklama yapmaları gibi, beklenmedik bir tablo oluştu. İran’daki Kürt hareketi ise, ayaklanma çağrısı yapmasına rağmen, bu doğrultuda bir eyleme girişme koşullarını oluşturamadı.

Bu durumda, İsrail’in İran’ı içten çökertme planı hayata geçmedi.

Diğer taraftan, İsrail’in kendi içinde yönetime karşı tepkiler hızla büyüdü. İsrail’de zaten Netanyahu hükümetine karşı ciddi bir halk tepkisi sözkonusuydu. Bu durum, 7 Ekim saldırısının ardından Gazze savaşında daha da büyüdü. Hamas’ın elindeki İsrailli yüzlerce rehine ve Netanyahu’nun bu rehineleri riske atacak biçimde Gazze savaşını büyütmesi, hem genel olarak İsrail halkında, hem de özel olarak rehinelerin ailelerinde büyük bir tepki oluşturmuştu. Bu nedenle, Gazze savaşı boyunca rehineler için çok sayıda eylem yapıldı, Netanyahu protesto edildi. Son olarak 25 Mayıs günü, yani İran saldırısından yaklaşık 15 gün önce, Tel Aviv’de çok kitlesel bir eylem gerçekleştirilmiş, Netanyahu’nun istifası istenmişti.

Bu koşullarda, İran’ın başkente ve diğer önemli kentlere gönderdiği füzeler, ülkedeki gerilimi daha da büyüttü. Şehir merkezlerine yağan bombalar, halktan insanları da ölümle karşı karşıya bıraktı. Tel Aviv’de sıkça sirenlerin çalması ve insanların sürekli sığınaklara koşmak zorunda kalması, İsrail halkı için çok yeni bir durumdu.

Bugüne kadar Hizbullah’la ya da Hamas’la yürütülen savaşlarda, hiç bu kadar doğrudan ölüm tehdidi altında kalmamıştı İsrailliler. Bu nedenle kitlelerin yönetime desteği daha da azaldı, İran saldırılarına karşı tepkiler büyüdü. Bu durum İsrail devletini sıkıştıran bir etki yaratmaya başladı.

Bu savaşta ABD halkı da savaş karşıtı tutumuyla öne çıktı. Wall Street Journal gazetesinin yaptığı ankete göre, ABD halkının yüzde 45’i İran’a dönük bir saldırıya açıkça karşı çıkıyor, yüzde 30’u emin olmadıklarını söylüyor; İran’a dönük saldırıyı desteklediklerini ifade edenlerin oranı ise yüzde 25’te kalıyor. Hatta ABD’de savaş karşıtları, 19 Haziran günü Beyaz Saray’ın önünde bir protesto gösterisi düzenlediler.

Üstelik bu süreçte İran Ortadoğu’daki ABD üslerini hedef alacağı konusundaki tehditlerini artırdı. Keza Rusya ile Çin’in İran’a destek açıklamaları artmaya başladı.

Bu koşullarda, İran saldırısının başladığı ilk günden itibaren savaş çığlıkları atan ve İran’a tehditler yağdıran Trump, gerçek bir savaş başlatmayı göze alamadı. Artık İsrail’in savaş üstünlüğünü kaybetmeye başladığı bir noktada, İran’daki nükleer tesisleri bombaladı; ancak bu tesisler çoktan boşaltılmış, nükleer materyaller güvenceye alınmıştı. Bu nedenle ABD bombardımanı, İran’a kayda değer bir zarar vermedi.

Hemen ardından İran, ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük askeri üssü olan, Katar’daki hava üssüne füze saldırısı düzenledi. Saldırıda bir can kaybı yaşanmadı. Hatta İran’ın önden haber verdiği, ABD’nin önlem aldığı, bu şekilde zayiatın en alt düzeyde tutulduğu söyleniyor.

Ancak ilk defa bir ABD üssüne saldırı düzenlenmiş, füze fırlatılmış oldu. Sonuçta ABD açısından askeri olmasa bile çok önemli bir siyasi kayıp sözkonusuydu. 

 

Emperyalistlerin savaştaki

safları

ABD emperyalizminin zaten İsrail ile birlikte hareket ettiğini, İsrail’in saldırılarına destek olduğunu biliyoruz. Ortadoğu’daki 40 bin askeri ve bölgede konuşlu savaş gemileri ile, İsrail’e açıktan destek veriyor.

Avrupalı emperyalistler de bu savaşta İsrail’in yanında yer alıyor. Bu konuda en insanlıkdışı itiraf Almanya’dan geldi. Alman Başbakanı Merz, Kanada’da yapılan G-7 Zirvesi’nde bir röportajında, “İsrail kirli işi bizim için üstlendi” açıklaması yapınca, sadece dünya halkları değil, kendi ülkesindeki muhalefet partilerinin de tepkisini aldı. II. Emperyalist Savaş sırasında gerçekleştirdiği Yahudi soykırımının kefaretini halen ödemeye devam eden Almanya, genellikle hızlı biçimde İsrail’in destekçilerinden biri olarak konumlanıyor. Hatta Filistin’e dönük soykırım saldırısında bile, İsrail’e toz kondurmayan açıklamalar yapıyor. Şimdi de İran karşısında İsrail’in saldırganlığını en pervasız açıklama ile onayladı. Üstelik açıklamasının devamında “Bu pis işi yapan İsrail ordusuna, İsrail devlet yönetimine, cesaretinden dolayı büyük saygı duyuyorum” diye de ekliyor.

Merz’in açıklamasındaki “biz” kelimesinin ne anlama geldiği çok açık aslında. İngiltere, Fransa gibi Batılı emperyalistler, İsrail’in bu savaşını destekliyor. G-7 Zirvesi, 16-17 Haziran tarihlerinde, yani İsrail’in İran saldırısı başladıktan sonra düzenlenmişti. Sonuç bildirgesinde, zirvenin gündemi olan Ukrayna savaşından iklim sorununa kadar çeşitli konularda ortak bir karar çıkartılamadı, ama İsrail-İran savaşında İsrail’in jargonu ve argümanları ile İran, ortak biçimde eleştirildi.

İran da bu tablo karşısında net bir tutum alıyor ve ABD, İngiltere, Fransa’yı, “İsrail’i savunmaya devam ederlerse üslerini hedef alacağı” konusunda açıkça uyarıyor.

İsrail cephesi kolektif biçimde İsrail’in arkasında duruyor, kimisi siyasi, kimisi ise açık askeri destek vermeye devam ediyor.

İran’ın arkasındaki güçler konusu ise biraz daha karmaşık bir seyir izledi. Çin ve Rusya’nın, İran’ın arkasında yer alan emperyalist güçler olduğu biliniyor. Çin için İran Ortadoğu hegemonyasının temel unsuru. Ortadoğu’daki savaşlarda İran, Çin’in vekil gücü olarak konumlandı; her türlü askeri, siyasi, ekonomik desteği aldı. Keza İran, Çin’in tüm dünyayı bir ağ gibi saran “Yeni İpek Yolu Projesi”nin, en önemli duraklarından biri. Rusya’nın da İran’daki nükleer çalışmaları doğrudan yönlendirdiği, İran’ın Buşehr kentindeki nükleer santralde 250 Rus uzmanın çalıştığı biliniyor. Ayrıca Rusya ile İran, 2025 başlarında stratejik ortaklık anlaşması imzaladılar.

Tüm bu yakın ve stratejik bağlara rağmen, İran’a saldırının gerçekleştiği ilk gün, Rusya ve Çin’den çıkan sesler çok zayıf kaldı. Belki de öncelikle İran’ın kendi gücüyle direnip direnemeyeceğini görmek istediler. 7 ay önce Suriye’de HTŞ’nin yüzlerce cihatçıyla başlattığı saldırıya Suriye devletinin-ordusunun hiç direniş göstermemesi karşısında, Rusya da kendisini riske sokmamış ve ABD ile anlaşarak Suriye’den çekilmişti. Belli ki şimdi de İran’ın direnme gücünü ortaya koymasını beklemişti.

Çünkü İran, 2020 başında Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’nin Bağdat’ta öldürülmesinden bu yana belli bir güç kaybı yaşıyordu. Kasım Süleymani, İran’ın ülke dışında verdiği savaşların en önemli komutanıydı. Süleymani’nin ölmesinden daha büyük kayıp, bu saldırıya bir cevap verilmemesi oldu. Ardından 2021 yılında İran’da cumhurbaşkanlığı seçimlerini İbrahim Reisi’nin kazanması, İran’ın aşağı inişindeki ikinci basamak oldu. Dışarıda yürüttüğü savaşın, içeride ambargonun etkileri İran halkının yaşam koşullarını zorlaştırıp kitle tepkisi yükselişe geçmişti. Reisi’nin baskı politikaları, kitlelerin öfkesinin patlamasına neden oldu. Özellikle 2022 sonlarında başlayan Mahsa Amini eylemleri güçlü protestolara dönüştü. İşçilerin grevleriyle eylemler daha da büyüdü. 2024’te Pezeşkiyan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi, çeşitli kısmi reform politikalarının izlenmesi, bu durumu değiştirmedi. Kitlelerin eylemleri azalsa bile öfkesi, ekonomik ve siyasi baskılara karşı tepkisi dinmedi. Bu dönemde, kendi ülkesinde misafir olan Hamas’ın lideri Haniye’yi koruyamamış olması da bir başka unsurdu.

Tüm bunlar İran’ın içeride ve dışarıda güç kaybetmekte olduğunun göstergeleriydi. Üstelik saldırının ilk saatlerinde İran’ın çok ağır kayıplar vermiş olması, umutsuzluğu artıran bir etkendi.

Ancak İran füzeleri, İsrail’in ve ABD’nin bütün savunma sistemlerine rağmen İsrail topraklarına düşmeye ve somut hedefleri vurmaya devam ettikçe hava değişti; ona destek açıklamaları arttı. Saldırının ikinci gününden itibaren Pakistan ve Kuzey Kore destek açıklaması yaptılar. Yemen’de Husilerin Tel Aviv’e roket atması, askeri açıdan etkisiz olsa da, İran’a destek anlamına geliyordu.

Ardından Rusya ve Çin’in destek söylemleri güçlendi. Hatta Rusya Devlet Başkanı Putin ile Çin Devlet Başkanı Şi bir telefon görüşmesi yaptıklarını, “çatışmayı yatıştırmak için diplomatik çabaların artırılması” konusunda konuştuklarını duyurdular. Süreç içinde Rusya’nın açıklamaları daha da sertleşti; ABD’nin kesinlikle İran’a müdahale etmemesi, savaşa katılmaması, İran dini lideri Hamaney’e kesinlikle saldırı düzenlenmemesi gerektiği konusunda tehditler savurdu.

Savaşın havası değiştikçe, İran’ın uluslararası destek güçleri de giderek daha güvenli ve sert konuşmaya başladılar.

 

Türkiye’de İran-İsrail savaşına

yaklaşım

AKP yönetiminin Gazze savaşı sürerken bile İsrail’e petrol, demir-çelik, gıda, askeri giyim malzemeleri, mühimmat vb. göndermeye devam ettiğini biliyoruz. Bazı gemiler açıktan gidiyor, bazıları ise kayıtlara girmeyen yöntemlerle İsrail’e ulaşıyor. Erdoğan yönetiminin Ortadoğu politikalarında, ABD ve İsrail ile kurulan ilişkiler büyük bir önem taşıyor.

Buna rağmen İran savaşı başladıktan sonra “timsah gözyaşları” dökmeyi ihmal etmiyorlar. Hem İsrail’in saldırılarını kınıyor hem de “arabuluculuk” teklifi yaparak, uluslararası siyasette öne çıkmaya çalışıyorlar. Bu arada İsrail’in İran’a saldırılarında Türkiye’nin hava sahasının kullanılıp kullanılmadığı, Türkiye’deki ABD üslerinin bu savaşa dahil olup olmadığı henüz belli değildir. Ancak savaş ilerledikçe, bu üsler mutlaka tartışma konusu olacaktır.

Egemen sınıfların politikaları bir yana, devrimci yapıların Ortadoğu’daki savaşlar konusunda tutumu, belli sıkıntılar taşıyor. Elbette devrimci-demokrat bütün kesimler İsrail’in saldırganlığını protesto ediyor, karşı çıkıyor. Ancak bazı kurumlar açısından İsrail karşısında İran halkıyla dayanışmak ile İran devletine destek verme konusu birbirine karışabiliyor. Oysa İran’ın gerici rejimi, kendi halkına uyguladığı diktatörlüğü, pervasızca yürüttüğü ekonomik ve siyasi baskılarıyla, kendi halkının bile desteğini kaybetmiş durumdadır.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ettiği dönemde de, benzer bir tartışma yürütülmüş ve biz tutumumuzu şöyle özetlemiştik: ABD-AB emperyalistlerinin işbirlikçisi faşist Zelenskiy yönetimi elbette halkına zulmetmektedir ve değişmelidir. Ancak bu değişim, Rusya emperyalizminin postalları ile değil, Ukrayna halkının kendi mücadelesi ile olacaktır.

Benzer biçimde bugün de İran gerici diktatörlüğü elbette yıkılmalıdır; ancak dünya halklarına daha fazla sömürü getirmekten başka bir şey yapmayan ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin saldırılarıyla değil, İran halkının kendi direnişiyle…

 

Savaşa mola verildi

İsrail İran’a saldırıyı başlatırken, İran’ın nükleer silah üretme çabasını engelleme hedefini ortaya koymuştu. Ancak UAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı) son yaptığı açıklamada, “İran’da nükleer silaha dönük sistematik bir çaba olduğuna dair herhangi bir kanıt olmadığını” bir kez daha belirtti. Keza ABD emperyalizmi, “İran’ı masaya oturtmak”tan sözediyor, ancak İran zaten bu masada ve nükleer tesisleri denetim altında.

Benzer iddiaları 2003’te ABD, Irak’a saldırırken ya da 2011’de Suriye yerle bir edilirken de duymuştuk. Sonrasında bu iddiaların her birinin yalan ve kasıtlı olduğu ortaya çıkmıştı.

Şimdi de asıl sorun İran’ın nükleer silahlanması değil, ABD’nin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’nun haritasını değiştirmek. İran gibi stratejik bir ülkeyi tıpkı Suriye gibi ABD’ye bağımlı kılmak; Rusya ve Çin’in Ortadoğu’daki ayaklarını kesmek.

12 günlük savaş, İsrail’in saldırı üstünlüğü ile başlamış olsa da, artık 3 aşamalı savunma sisteminin ve ABD’nin doğrudan müdahalesinin İsrail’i koruyamadığı biliniyor. Hele ki 20 Haziran günü, İran’dan atılan tek bir füzenin bile durdurulamadığı, İsrail’in Silikon Vadisi’ni vurduğu haberleri, savaşın seyrini ve yorumları epeyce değiştirdi. Artık İsrail saldırılarının İran’ı yerle bir edeceği, İran’da bir ayaklanma başlatılacağı türünden yorumlar, ABD işbirlikçileri tarafından bile fazla yapılamıyor.

Savaş, ABD’nin İran’ı bombalaması, İran’ın da ABD askeri üssüne füze saldırısı gerçekleştirmesinin ardından durduruldu. ABD ve İsrail, İran’ın direniş gücü karşısında, savaşı büyütmeyi göze alamadılar.

Burada dikkate alınması gereken 3 unsur var. Birincisi, Trump’ın seçim propagandası, “ABD savaşları bitirecek ve ABD’nin büyümesi-güçlenmesi için uğraşacak” üzerine kurulmuştu. ABD egemen sınıfları içinde bunu destekleyen bir kesim var; halkta da bu söylemler bir karşılık bulmuştu. Hatta Trump, Ukrayna’da savaşı bitirip değerli madenlerini alacağını, Gazze’de savaşı bitirip lüks plaja çevireceğini propaganda etmişti. Şimdi Ortadoğu bataklığında, sonu belirsiz bir savaşa girmek, ABD için de Trump için de riskli ve belirsiz bir durum oluşturuyor.

İkincisi, ABD açısından en büyük düşman, ABD çıkarlarının en büyük engeli Çin emperyalizminin dünya üzerinde giderek büyüyen etkisidir. Çin’in Ortadoğu ayağı olan İran, ABD’nin emperyal çıkarlarının önündeki engellerden biridir. İran’ı güçsüzleştirerek Ortadoğu hakimiyetini kurmak, Çin emperyalizminin yayılmasını engellemek, gerçekte ABD’nin büyümesi ve güçlenmesinin tek yoludur. Bu nedenle ABD bu savaşı vermek zorundadır. ABD’de egemen sınıfların bir kesimi de bu düşünceyle savaşı büyütmekten yanadır.

Eğer ABD savaşı büyütmeye karar verirse, Kürt hareketinin durumunu ayrıca ele almak gerekir. İran’a dönük bir kara harekatında, ABD’nin niyeti Kürt güçlerini sahaya sürmektir. Bugün PKK ile yürütülen “süreç”te, ABD’nin ve işbirlikçilerinin Kürt hareketini Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istediği görülmektedir. Ancak Kürt hareketi, Türkiye’de ve Ortadoğu’daki kitlelerin öfkesini çekecek biçimde bu savaşa girmeyi göze alabilecek midir, bu sorunun cevabı şimdilik belirsizdir.

Üçüncüsü, İran’ın kontrollü biçimde, İsrail’in saldırılarına paralel olarak karşı-saldırı yürüttüğü görülmektedir. Savaş ilerlediği koşulda, İran da kendi savaş gücünü artırabilecek, henüz devreye sokmadığı silah sistemlerini devreye sokacaktır. Hürmüz Boğazı’nı kapatarak dünyada yeni bir petrol krizine yol açması da seçenekler arasındadır. Keza ABD’nin doğrudan savaşa girmesi, Rusya ve Çin’in yanısıra, Kuzey Kore ve Pakistan gibi ülkelerin de dahil olması ihtimalini artırır.

Bu savaş, ABD’nin başlattığı yeni emperyalist savaşın Ortadoğu cephesindeki en kritik savaştır. ABD saldırgan emperyalisttir. İsrail, ABD’nin Ortadoğu halklarına karşı kullandığı kukla bir devlettir. Onun için bu savaşta “mızrağın sivri ucu” elbette ABD-İsrail’e yönelmelidir.

İran şu anda “meşru müdafaa” pozisyonundadır. Fakat bu durum, İran’ın gerici rejimini desteklemek anlamına gelmez. İran rejimi, hem Çin-Rus emperyalistlerinin Ortadoğu’daki kolu durumundadır; hem de kendi halkını gerici bir diktatörlükle baskı ve sömürü altında tutmaktadır. İran halkı dahil olmak üzere her halkın kendi gerici-faşist yönetimlerine karşı mücadelesi meşrudur, haklıdır. Elbette emperyalizmle işbirliği yapmadan. Aksine hem emperyalist saldırganlığa hem de gerici yönetime karşı ayağa kalkarak ve her ikisini de alaşağı etmeyi hedefleyerek… Çünkü emperyalistler hiçbir zaman, hiçbir yerde halklara özgürlük ve demokrasi getirmemiştir.

İran ve İsrail komünist partilerinin birleşik biçimde savaşa karşı duruşları, enternasyonal birlik ve dayanışmanın yaratılması bakımından da önemlidir ve öne çıkartılması, güçlendirilmesi gereken bu tutumdur.

* * *

İsrail ve ABD’nin başlattığı İran saldırısının iki hedefi vardı: İran’da nükleer çalışmaları durdurmak ve rejimi değiştirmek. İkisi de gerçekleşmedi. Özellikle İran’ın içinden bir ayaklanmanın yaratılamaması, ABD’nin en büyük başarısızlığıdır.

Ancak savaşa ara verilmiş olması, bittiği anlamına gelmiyor. ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu’daki hedeflerinin önündeki en büyük engel İran’dır ve ona karşı saldırılar, farklı biçimlerde ya da şiddette yeniden gündeme gelecektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Ormanlar, meralar, zeytinlikler yokoluyor! DOĞANIN VE İNSANLIĞIN KURTULUŞU İÇİN…

“Onlar umudun düşmanıdır sevgilim / Akarsuyun, meyve çağında ağacın, / serpilip gelişen hayatın düşmanı…” diye …

Dürzi katliamı ve giderek ayrışan Suriye…

Suriye’nin Süveyda kentinde günler süren çatışmaların ardından, İsrail ve Suriye, ABD’nin gözetiminde anlaşma imzaladı. 25 …

Haftalık tatile de göz dikildi: DİNLENME HAKKI, İNSAN HAKKIDIR!

Turizm sektöründe çalışan işçilerin haftalık tatil hakkı, 9 Temmuz günü Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilen …