III. Emperyalist Savaş sürüyor… DEVRİM günceldir!

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nin bir bölümü

“III. Emperyalist Savaş sürüyor… DEVRİM günceldir!” adıyla kitaplaştırıldı.

Kitabın “Önsöz”ünü yayınlıyoruz.

 

Devrim, 2011’de Tunus ve Mısır’da başlayan Arap Ayaklanmaları’yla birlikte yeniden tartışılmaya başlandı. Kuzey Afrika’da yaşanan ayaklanmaların devrim olup olmadığı üzerine çeşitli görüşler ortaya atıldı. Sonrasında dünyanın pek çok yerinde başgösteren ayaklanmalar, devrim tartışmasını alevlendirdi. Bunların içinde kitlelerin kapitalist sisteme veya hükümetlere karşı kendiliğinden patlayan isyanları da vardı; ABD başta olmak üzere emperyalistlerin kışkırtması ile başlayan gerici kitle gösterileri, iç savaşlar da…

Kimileri bunların hepsini aynı kaba koyarak, “devrim” yakıştırması yaptı. Toptancı bakışla yaklaşan bir diğer kesim ise, bunların arkasında bir “dış mihrak” emperyalist güç olduğunu ileri sürerek, hepsini birden lanetledi. Halk ayaklanmaları ile gerici iç savaşları ayıranlar da kendi içinde ayrışıyordu. Her ayaklanmaya “devrim” diyenlerle, sosyalist devrimden başka devrim tanımayan veya sosyalizmi hedeflemeyen devrimleri “devrim” saymayan iki ayrı uç oluştu. Özellikle Suriye’de gerici iç savaş koşullarında meydana gelen Rojava Devrimi, bu tartışmaların odağına oturdu.

Sonuçta 2011 yılından itibaren “devrim” yeniden gündemleşti, fakat “at izinin it izine karıştığı” bir kavram kargaşası yaşandı. Kasıtlı çarpıtmalardan ideolojik-siyasi geriliğin verdiği yanlış değerlendirmelere kadar pek çok görüş ortaya atıldı. Elbette bu tartışmalar, devrimin yeniden kitlelerin gündemine girmesinden dolayı yapılıyordu. Dünyanın pek çok yerinde ayaklanan halklar “devrim” istiyor, sokaklarda-meydanlarda “devrim” talebini giderek artan oranda dile getiriyorlardı. Eylemlerin devrimle sonuçlanmasını umut ediyor; Mısır’da olduğu gibi gerçekleşmediğinde “devrimimizi çaldılar” diyerek yeniden meydanlara çıkıyorlardı.

Ezilen-sömürülen kesimlerin artan devrim istemi ve ayaklanmaları, burjuva ideologların devrime dair çarpıtmalarını hızlandırdı. Aynı ideologlar, 1990’ların başında “devrimler döneminin kapandığını”, “kapitalizmin ilelebet yaşayacağını” ileri sürmüştü. Dünyada ilk sosyalist devrimi gerçekleştiren Sovyetler Birliği dağılınca, bunu “sosyalizmin çöküşü”, “emperyalist-kapitalist sistemin zaferi” olarak sundular. Tam bir zafer sarhoşluğu içinde kapitalizme güzellemeler dizdiler. “Tarihin sonu” gibi, gelişmeyi donduran, kapitalizmi mutlaklaştıran akla ziyan teoriler ürettiler. ABD’nin tek başına dünyaya hegemon olduğu “yeni dünya düzeni”nin bin yıl süreceğini iddia ettiler vb…

Oysa bu teorilerin çöpe atılması için sadece 10 yıl yetti. 2000’lerin başında ABD’nin hegemonyasını korumak amacıyla başlattığı emperyalist savaş, hedeflenenin aksine onun gerilemesini hızlandırdı. “Tek kutuplu dünya” kısa sürede yerini “çok kutuplu”luğa bıraktı. Daha önemlisi, savaşa ve krize karşı büyüyen eylemler, halk ayaklanmalarına dönüştü. Devrim, çok gerilerde kalmış bir nostalji, ya da uzaklardaki bir ütopya olmaktan çıktı; kitlelerin yeniden haykırdığı bir “eylem sloganı”, somut bir hedef oldu.

Şimdi devrim kavramını yerli yerine oturtma, tarihten bugüne gelişimini ortaya koyma, Marksist-Leninist devrim anlayışını yeniden hakim kılma ve yaşama geçirme zamanıdır.

* * *

Devrim, kavram olarak Latince “revolutio” (hareket, dolaşım) kelimesinden türetilmiştir. İlk önce astrolojide kullanılması da bununla bağlantılıdır. Kopernik’in 1543’te yazdığı, gezegenlerin güneşin etrafında dönüşünü anlatan kitabın başlığının “revolutionibus orbim coelestium” (göksel kürelerin dolaşımı) olması, “hareket-devinim” anlamında kullanıldığını göstermektedir.

Siyasal alanda ise, ilk olarak 1688’de İngiliz Devrimi için kullanıldığını görüyoruz. Fakat gerçek anlamını 1789 Fransız Devrimi’nde buluyor. Yani geniş kitlelerin katıldığı bir ayaklanmayla, iktidarının bir sınıftan diğer sınıfa geçmesi ve toplumsal ilişkilerde niteliksel bir dönüşüme yol açması olarak… Dolayısıyla feodalizmden kapitalizme geçişle birlikte “siyasal devrim”ler dönemi başlıyor.

Elbette devrimler, kapitalizm öncesi toplumsal dönüşümlerde de gerçekleşti. Marks’ın “devrimler tarihin lokomotifleridir” sözü, insanlık tarihinin devrimlerle ilerlediğinin en özlü anlatımıdır. İlkel komünal toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma geçişlerin hepsi, devrimsel dönüşümlerdi. Fakat o çağlardaki devrimler, nesnel gelişmenin yavaşlığından dolayı zamana yayılan bir şekilde kendiliğinden gerçekleşti. Kaldı ki, bu toplumlarda da ezilen-sömürülen sınıfların isyanları, ayaklanmaları, hatta yerel iktidarları oldu. Ancak bunlar kendiliğinden patlayan, plansız-düzensiz isyanlar şeklindeydi. Devrimlerin ulusal bir nitelik kazanması ve ideolojik-siyasi faaliyetler-örgütlenmeler üzerinden gerçekleşmesi, feodalizmden kapitalizme geçiş dönemine rastlar.

Devrimlerin nesnel yönü, varolan üretim ilişkilerinin, gelişen üretici güçlerin önünde engel hale gelmesine ve bunun yarattığı çatışmaya dayanır. Bütün toplumsal sistemlerdeki niteliksel dönüşümün altyapısını bu temel çelişki (üretim ilişkileriyle-üretici güçler arasındaki çelişki) oluşturur. Marks bunu şöyle ifade etmiştir: “Gelişmelerin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretim güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunun hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerinin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelir. O zaman ‘toplumsal devrim’ dönemi başlar.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay. sf. 25)

Bütün toplumsal dönüşümler böyle olmuştur. Kapitalist sistemin, önceki toplumsal sistemlerle arasındaki farkı; yeni doğan burjuva sınıfının, ezilen-sömürülen toplumsal güçleri de arkasına alarak, siyasal bir devrimle bu dönüşümü hızlandırmasıdır. Kuşkusuz bunun nesnel nedenleri vardır. Bilimsel-teknolojik gelişmeyle birlikte kırdan kente akışın hızlanması, kitlelerin gerek barınma gerekse çalışma ortamında biraraya gelmesi, örgütlenme ve birlikte hareket etme zeminini güçlendirmiştir. Keza bilimsel gelişmeye koşut biçimde düşünsel alandaki ilerlemeler, (Avrupa’da rönesans, dinde reform, aydınlanma gibi süreçlerin yaşanması, Ortaçağ karanlığının yerini bilime ve akla bırakması) eşitlik-özgürlük taleplerinin artmasını ve bu taleplerin kitlelerle buluşmasını sağlamıştır. Sonuçta nesnel-öznel bir çok faktörün bir araya gelmesiyle “siyasal devrimler” dönemi başlamıştır.

* * *

İktidarı ele geçirdikten sonra gericileşen burjuvazi, insanlığın gelişimiyle oluşan tüm kavramlarda yaptıkları gibi (özgürlük, eşitlik, demokrasi vb.) “devrim”i de çarpıtmaya, içini boşaltmaya girişti. Asker-sivil darbeleri, hükümet değişikliklerini, kimi reformları “devrim” olarak nitelendirdiler. Yanı sıra teknolojik-bilimsel veya dönemsel hemen her gelişmeyi “devrim” olarak adlandırmaya başladılar. Uzay devrimi, bilişim devrimi, cinsel devrim, yeşil devrim vb… İşçi ve emekçilerin aleyhine yapılan düzenlemeleri bile “devrim” olarak sundular. Böylece kitlelerin devrime atfettiği olumlu çağrışımı, kendi amaçları doğrultusunda kullanıp devrim bilincini bulandırdılar.

Elbette sadece egemen sınıflar değil, burjuva ideolojisinin etkisi altındaki tüm siyasi akımlar, devrim kavramının çarpıtılmasına, içinin boşaltılmasına katkı sağladı. En başta revizyonist-reformist partiler, “barışçıl devrim”, “insancıl-güler yüzlü sosyalizm” gibi tanımlarla parlamentarist hayalleri körüklediler, reformları devrim gibi sundular.

Oysa bir gelişmeyi, bir olguyu “devrim” olarak tanımlamak için temel kriter; niteliksel bir dönüşümün olmasıdır. Çünkü devrim, varolanın yıkılması, yerine köklü bir değişimle yepyeni bir sistemin kurulmasıdır. Diyalektiğin kuralıyla söylemek gerekirse; “nicel birikimlerin nitel sıçramaya dönüşmesi”dir. Reformlarla devrimler arasındaki fark da buradadır. Reformlar “nicel” değişimi, sistem-içi yenilikleri ifade ederken; devrim, “niteliksel” bir dönüşümü, varolanın yıkılmasını ve yeni bir düzenin kurulmasını anlatır.

Ayrıca devrim, toplumu ileriye götürür. “Bütün devrimler gençtir” sözü, sadece devrimi gerçekleştiren öncü kesimlerin genç oluşuna bir gönderme değildir; “devrim”in yeniyi, geleceği temsil etmesinden dolayıdır. Onun içindir ki, eskiyi-geriye dönüşü, “devrim”le biraraya getirmek, güneşi balçıkla sıvamaya benzer. Kapitalizmden feodalizme veya sosyalizmden kapitalizme dönüş girişimleri, devrim değil karşı-devrimdir.

Fakat bilinçli bir karaçalma, zıttına dönüştürme haliyle karşı karşıyayız. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan Amerikancı darbelerin “renkli devrimler” (ya da “kadife devrimler”) olarak kodlanması, bunun en açık göstergesidir. Çekoslavakya’da “Kadife Devrim”, Ukrayna’da “Turuncu Devrim”, Gürcistan’da “Gül Devrimi” vb. sözde devrimlerde olduğu gibi…

Batılı emperyalistlerin kışkırtmasıyla başlayan bu hareketlerin devrimle hiç bir ilgisi olmadığı açıktır. Halkın varolan yönetimlere olan tepkisini de kullanarak belli bir kitleyi arkasına almış olmaları, ne o hareketleri “halkçı”-“devrimci” yapar; ne de yaptıklarına “devrim” denir! Varolan sistemin özüne dokunmadan, sadece bir klik değişikliği yapmak, veya sistemi gelinen aşamadan geriye götürmek; karşı-devrimci bir darbedir. (Böyle olduğu, sonuçlarıyla birlikte görülmüştür zaten.)

Karşı-devrimci hareketler bir yana, kendiliğinden patlayan halk hareketleri de -devrimci bir önderlik altında, varolan sistemi yıkamadığı koşulda- “devrim” olarak nitelendirilemez. Örneğin 2011 yılında Kuzey Afrika ülkelerindeki halk ayaklanmaları, 40 yıllık diktatörleri devirmeyi başardı, fakat devletin gerçek sahipleri olan sınıfları (burjuvazi, toprak ağaları vb) alaşağı edemedi; yani niteliksel bir dönüşümü başaramadı. Aksine yönetim, önce dinci-gericilerin sonra kimisinde darbeci askerlerin eline geçti; egemen sınıfların iktidarı devam etti. Hal böyleyken sadece halkın katılımına bakarak ve yönetim-hükümet değişikliğini baz alarak, bu hareketlere “devrim” diyenler çok oldu.

Her halk ayaklanmasına ya da hükümet değişikliğine ya da bir burjuva kliğin diğer kliklere karşı yaptığı darbeye “devrim” demek, burjuva ideologların bu konudaki çarpıtmalarına ortak olmak, kitleleri yanıltmaktır. Devrim nedir, temel özellikleri nelerdir sorusunu en öz haliyle şöyle yanıtlayabiliriz:

* Devrim, toplumsal hayatın bütün alanlarında radikal değişikliğe yol açan bir alt-üst oluştur. Dolayısıyla eski toplumun kurum ve yasalarından icazet almaz, kendi yasalarını kendisi koyar.

* Devrim, herhangi bir zamanda, her hangi bir yerde, birinin keyfine göre gerçekleşmez. Devrimin patlaması ve zafere ulaşması için, uygun nesnel ve öznel koşulların olması gerekir.

* Devrim, krizlerin en tepe noktasında gerçekleşir. “Sadece yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemedikleri” değil, “yönetenlerin de eskisi gibi yönetemedikleri” derinlikte bir krizdir bu. Onun için bir olgunlaşma sürecine ihtiyaç duyar.

* Devrimi kahramanlar değil, kitleler yapar. Bir kliğin, grubun kalkışmasıyla değil, geniş kitlelerin katılımı ve iradesiyle gerçekleşir.

* Devrim, her ülkenin kendi koşullarına uygun biçimler alır. Onun için ne ithal ne de ihraç edilir.

* Devrim, bir ülkenin ya da toplumun tümünü sarar; yerel bir olay değildir.

Elbette devrimin daha pek çok özelliği sıralanabilir. Biz burada en temel olanları vurguluyor ve en çok çarpıtılan yönleri üzerinde duruyoruz.

* * *

Sadece devrim hakkında değil, “toplumsal devrim”le “siyasal devrim” arasındaki fark konusunda da çarpıtmalar, kafa karışıklığı devam ediyor. “Siyasal devrim”in ilk gerçekleştiği burjuva devrimlerine bakıldığında, siyasal devrimle toplumsal devrim arasındaki farkı, net bir biçimde görmek mümkündür.

“Siyasal devrim” ilk olarak İngiltere Devrimi’yle tarih sahnesine çıkıyor. Çünkü İngiltere, feodalizmin çöküp kapitalist ilişkilerin geliştiği ülkelerin başında geliyor. “Dünyanın atölyesi” tanımı, ilk olarak İngiltere için kullanılıyor. (Günümüzde ise Çin’e “dünyanın fabrikası” deniyor.)

16. yüzyılın ortalarında İngiltere’de kapitalizm olağanüstü biçimde gelişmekte, burjuvazi hızla zenginleşmektedir. Fakat iktidarı elinde bulunduran feodal aristokrasi, bu gelişime ayak uyduramadığı gibi, engel olmaya çalışır. Büyüyen burjuvazi ise, gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmak için, iktidarda daha fazla söz hakkı ister. Ama saray ve aristokratlar, -her gerileyen sınıf gibi- iktidarı vermemek için büyük bir direnç gösterirler. Bunun üzerine burjuvazi, yoksul köylülük başta olmak üzere halkın desteğini arkasına alarak ve “yeni soylu”larla ittifak yaparak, 1648’de krallığı devirir.

Bu tarih, feodalizme karşı burjuvazinin ilk zaferidir. Fakat dümdüz ilerlemez, kesintiye uğrar. 1660 yılında krallık yeniden kurulur. Ama burjuvazinin gelişimi durmamış, aksine hızlanmıştır. Bunun sonucunda 1688’de kralın yetkilerini sınırlayan, parlamentonun yetkilerini genişleten “Haklar Bildirgesi” yayınlanır. Böylece burjuvazi, iktidarda hakim sınıf haline gelir. Ve halkın katılımıyla gerçekleşen 1648’i değil de, uzlaşarak iktidarı ele geçirdiği 1688’i “Muhteşem Devrim” olarak adlandırır.

Bütün burjuva devrimlerinde topraksız, az topraklı köylüler, köyünden şehirlere sürülmüş işsizler, yeni doğan işçi sınıfı, yani sömürülen-ezilen tüm sınıf ve katmanlar, feodal aristokrasiye ve krallığa karşı ayaklanmışlardır. Fakat hem ekonomik olarak daha güçlü, hem de en örgütlü sınıf olan burjuvazi, bu kesimlerin taleplerine de sahip çıkıyor görünerek önderliği ele geçirir. Bir başka ifadeyle burjuvazi, ezilen-sömürülen kesimleri kendi kitle gücü, silahlı güçleri yaparak, direnen feodal sınıfların iktidarını devrimle yıkar. Buna karşın iktidara geldikten sonra, birlikte savaştığı kesimlerin taleplerini karşılamak şöyle dursun, önceki egemen sınıfları aratacak biçimde ezmeye, sömürmeye devam eder.

Eğer işçi ve köylülerin ayaklanmaları olmasaydı burjuvazi, feodal sınıflara karşı açıktan savaşma cesaretini bulamaz; kapitalizmdeki iktidar değişimi de önceki toplumlarda olduğu gibi, evrimsel-uzlaşmalı bir biçimde gerçekleşebilirdi. Nitekim 1648 İngiliz Devrimi’nden sonra 1688’de burjuvazi bu yolu seçmiştir. Keza 1789 Fransız Devrimi sonrasında da burjuvazi, halkla birlikte şiddete dayanan devrimlerden uzak durmaya çalıştı. Çünkü burjuva devrimleri sonrasında kitleler, taleplerinin karşılanmadığını görüyor ve devrimin devam etmesini istiyordu. Burjuvazi için bu hareketleri bastırmak hiç kolay olmadı. Ayrıca “kendi mezar kazıcısı” proletaryayı yaratmıştı; feodalizme karşı şiddete dayanan devrimlerle iktidarı ele geçirmesi, proletaryaya yol gösteriyordu. Bunun korkusuyla olabildiğince uzlaşmalı geçişleri tercih etmeye başladı.

İlk burjuva devrimi İngiltere’de olmuştur, fakat 1789 Fransız Devrimi, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada en fazla iz bırakan devrimdir. Fransa’nın hemen öncesinde Amerikan Devrimi olmasına rağmen, o devrim Latin Amerika’daki bağımsızlık hareketlerini etkilemekle sınırlı kalmıştır. Fransız Devrimi’nin kendisinden önceki iki burjuva devrimden (İngiliz ve Amerikan) farkı, din kisvesini bir yana bırakması, savaşı tamamen siyasal alanda vermesidir. Ve ilk olarak bu devrimle aristokrasi büsbütün yıkılmış, burjuvazi eksiksiz zafer kazanmıştır. Onun için Fransız Devrimi “klasik burjuva devrim” ya da “saf burjuva devrim” olarak tanımlanır.

Fransız Devrimi’ne önderlik edenler, siyasal olarak Montesquieu, Rousseau, Voltaire, Diderot gibi “Aydınlanma Felsefesi”ni yaratan düşünürlerden etkilenmişti. 1789’da ilan edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”, bu felsefenin ürünüdür. “İnsanların yönetiminin kaynağı artık gökyüzünden yeryüzüne indirilmiştir” sözünde özetlenen siyasal bakış, Fransız Devrimi’ni kendinden önceki burjuva devrimlerinden ayırır. Kendisini “evrensel” ilan etmesi ve tüm dünyaya yayılmasının nedeni budur. Marks’ın da belirttiği gibi Fransız Devrimi, “burjuva mülkiyetinin feodal mülkiyet karşısındaki, aydınlığın hurafe karşısındaki, burjuva hukukun ortaçağ ayrıcalıkları karşısındaki” zaferiydi. Ömrü dolmuş sınıflar karşısında burjuvazi, tüm toplumun temsilcisi olarak hareket ettiğinden dolayı ilerici bir niteliğe sahipti; fakat devrimden sonra başta işçilerin ve kadınların taleplerini karşılamayacak ve gericileşecekti.

İşçi sınıfı ise, gerek sayısal gerekse bilinç bakımından geliştikçe, bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkacaktır. Örneğin Fransa’da başlayıp tüm Avrupa’ya yayılan 1848 Devrimleri, işçi sınıfının kendi taleplerini haykırdığı ve ağırlığını koyduğu ilk devrimlerdir. 1848 aynı zaman Komünist Manifesto’nun yayınlandığı tarihtir. İşçiler 1848’de yenilmiştir, ama kendisiyle birlikte bütün insanlığı kurtaracak tek sınıf olduğunu ortaya koymuştur. 1871 Paris Komünü, ardından 1917 Ekim Devrimi, bunu pratik olarak da gösterecektir.

* * *

Yeniden “siyasal devrim”lere dönersek; siyasal devrimlerin toplumsal (sosyal) devrimlerin başlangıç vuruşu olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal (politik) devrim, iktidarın bir sınıftan diğerine, “eski” sınıftan “yeni” sınıfa; yani gericileşen sınıftan devrimci sınıfa geçmesi; bunun da kitlelerin siyasal hayata aktif müdahalesiyle ve çoğu kez ani bir şekilde gerçekleşmesidir. Ekonomik altyapıda başlayan değişimin, bir aşamada üstyapıyı zorlaması ve onu da ele geçirerek tamamlanmasıdır.

Toplumsal devrim ise, ekonomik, ideolojik-kültürel, sosyal tüm alanlarda köklü değişim demektir. Toplumsal devrim, siyasal dönüşümü de içerir, zorunlu kılar; fakat siyasal devrim, toplumsal devrimle sonuçlanmayabilir. Toplumsal devrime dönüşmeyen bir siyasal devrim, yarım kalmış, tamamlanmamış, kesintiye uğramış bir devrimdir.

Aradaki farkı şöyle de ifade edebiliriz; “toplumsal devrim” üretim ilişkilerinin ve ona bağlı olarak toplumun tüm yapısının değişmesidir. Dolayısıyla nesnel gelişimi ifade eder ve daha uzun bir süreci kapsar. Siyasal devrim ise, nesnel yönü olmakla birlikte, oradan kaynağını alan iradi bir harekettir; iktidarı alış sürecini ifade eder.

Mesela köleci toplumdan feodal topluma geçiş, bir “toplumsal devrim”dir ve bu süreç boyunca sayısız ayaklanma yaşanmış olmasına rağmen, hiç “siyasal devrim” gerçekleşmemiştir. Feodalizmden kapitalizme geçiş de bir “toplumsal devrim”dir ve İngiliz Devrimi, Fransız İhtilali, 1848 Devrimleri başta olmak üzere bir dizi “siyasal devrim”in gerçekleştiği bir süreç ile yaşanmıştır.

Lenin, “her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur” der. İktidar ele geçirilmeden, toplumsal devrimin tüm unsurlarını yerine getirmek imkansız gibidir. (Sözkonusu olan proleter devrim ise, zaten hiç mümkün değildir.)

Buna karşın “toplumsal devrim”leri, halkın katılımıyla gerçekleşen bir ayaklanma; “siyasal devrim”leri ise, bir grubun (kliğin) darbesi şeklinde gösterenler vardır. “Toplumsal” olunca halkı katan, “siyasal” olunca politik aktörlerle sınırlayan son derece sığ bir değerlendirme sözkonusudur. Ne bütün devrimlerin temelini oluşturan altyapıdaki değişimlerden, ne de bunun zorunlu sonucu olan üstyapıdaki değişimlerden bahsedilir. Yani bilimsel-tarihsel gerçeklerden bihaber, “kelime”lerin dar anlamıyla yapılan yorumlardır bunlar. Böyle olunca, siyasal devrimi darbe gibi ele almak kaçınılmazdır, dolayısıyla düzen-içi bir değişim “siyasal devrim” olarak adlandırılır. Bu şekilde sadece toplumsal devrimle siyasal devrim arasındaki fark değil, devrimin kendisi çarpıtılmaktadır. Devrimi, reformla veya darbeyle aynılaştırmak, geçmişten bu yana yapılan en büyük deformasyondur.

Bir diğer çarpık yaklaşım ise, “toplumsal devrim” kapsamında olan dönüşümlerin ayrı devrimlermiş gibi gösterilmesidir. Örneğin Çin’in “kültür devrimi”yle anılması; ya da son yıllarda Rojava Devrimi’nin “kadın devrimi” olarak adlandırılması, bunun tipik örnekleridir. Bu bir övgüymüş gibi görünse de, -teorik yanlışlığı bir yana- gerçekte sözkonusu devrimleri tek yanlılaştıran ifadelerdir. Eğer söylendiği gibi devrim, bu alanlarla sınırlı kalmışsa veya esas olarak bu alanları kapsamışsa, o devrimlerin zaafını gösterir sadece. Sözkonusu devrimlere ayrı bir paye biçmek için yapılan bu tür adlandırmalar, esasında bu zaafları ele vermektedir. Çin’in “kültür devrimi” ile Mao’nun rakiplerini tasfiye etmeyi amaçladığı; Rojava’da “kadın devrimi”ni öne çıkartarak özel mülkiyete dokunmayan, ABD ile işbirliği yapan yönlerinin gölgelenmek istendiği unutulmamalıdır.

* * *

Devrim kavramını bilimsel bir şekilde ortaya koyup “devrim teorisi”ni geliştirmeyi başaran tek ideolojik-siyasal akım, Marksizm-Leninizm’dir. İlk önce Marks ve Engels, devrimin nesnel temellerini analiz etti; ardından Lenin, hem devrim teorisini geliştirdi, hem de pratiğe geçirdi. Dolayısıyla Marksizm ortaya çıktığı andan itibaren “devrim”, bilimsel tanımına kavuştu ve devrime dair her araştırmanın referans kaynağı oldu. Devrimle ML’nin özdeşleşmesi, onun devrimci bir teori olmasının, çağımızın en devrimci sınıfı proletaryaya dayanmasının ve proleter devrimleri hedeflemesinin hem doğal sonucu, hem de açık bir göstergesidir.

Marks ve Engels, komünist bir örgütün ilk programı niteliğindeki “Komünist Manifesto”da, “Günümüze kadarki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” derler. “Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler; kimi zaman örtük, kimi zaman açık, kesintisiz bir savaş sürdürmüşlerdir.” (Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yay. sf. 116)

Devrimler, bu savaşın en yoğunlaştığı, zirveye ulaştığı noktadır. Kimi zaman din-mezhep, kimi zaman ulusal görünümler altında gerçekleşse de, hepsi sınıf mücadelesinin bir sonucudur. Marksizm bu gerçeği tarihsel olarak gözler önüne serdi. Fakat bununla da yetinmedi. Bizzat Marks, “sınıfların varlığını ve aralarındaki mücadeleyi keşfetme şerefi bana ait değildir” demiştir. “Benim yeni olarak yaptığım; 1- Sınıfların varlığının sadece üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarına bağlı olduğunu; 2- Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü; 3- Bu diktatörlüğün bizzat tüm sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişi oluşturduğunu kanıtlamaktı.” (aktaran Lenin, Devlet ve Devrim, Sol Yay. sf. 45)

Bu nokta çok önemlidir. Çünkü sınıf mücadelesini kabul etmek, Marksist olmayı gerektirmez. Burjuva aydınlardan reformist partilere kadar geniş bir yelpazede sınıf mücadelesi kabul görmektedir. Fakat sınıf mücadelesinin “zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceği” ve bunun da “sınıfsız topluma geçişi” sağlayacağı tespitine katılmazlar ve bu hedef doğrultusunda çalışmazlar.

Marksizm, tarihsel olarak sınıf mücadelelerini inceledikten sonra, her toplumsal sistemde “yeni” doğan sınıfın “eski”yi yıktığını, kapitalist sistemde de “yeni” sınıf proletaryanın, “eski”yi temsil eden burjuvazinin iktidarını yıkacak tek güç olduğunu ortaya koyar. Buradan “proleter devrim”in önceki devrimlerden farkına, nasıl gerçekleşeceğine ve hangi biçimler alacağına dair tespitler yapar.

1871’deki Paris Komünü, Marksizm’in test edildiği, aynı zamanda geliştirildiği bir laboratuvar işlevini görmüştür. Marks ve Engels “Komünist Manifesto”da tek değişikliği, Paris Komünü sonrasında yapar. Çünkü Paris Komünü, “proleter devrim”in burjuva devlet mekanizmasını ele geçirmek olmadığını; aksine onu paramparça etmeyi gerektirdiğini kanıtlamıştır. Ve Marks, gelinen aşamada varolan devlet mekanizmasının “parçalanması”nı, “her gerçek halk devriminin önkoşulu” olduğunu söyler. Marks’ın “halk devrimi”nden sözetmesinin nedeni, o günkü koşullarda proletaryanın tek başına devrimi yapamayacağını, ezilen-sömürülen kesimlerle ittifakının zorunluluğunu görmesindendir. Lenin de buradan hareketle, devrimde işçi sınıfının müttefiklerini, aynı zamanda hegemonyasının önemini ve devrimin kesintisizliğini ortaya koymuştur.

ML “devrim teorisi” masa başında üretilmedi. Aksine her ayaklanmadan, her devrimden dersler çıkarılarak geliştirildi. Paris Komünü Manifesto’yu yenilerken; Rusya’daki Şubat Devrimi de (1917) Lenin’in “İki Taktik” yapıtında ortaya koyduğu tespitleri yenilemesine yol açtı. Menşevikler, burjuvazinin egemenliği altındaki “Geçici Hükümet”i savunurken, Lenin’in önderliğinde Bolşevikler “bütün iktidar Sovyetlere” şiarıyla proletarya diktatörlüğünün kurulmasını sağladı.

Sadece bu iki örnek bile, Marksizm-Leninizm’in bir “dogma” olmadığını, her bilim gibi kendini sürekli geliştirip yenilediğini göstermeye yeter.

* * *

ML karşıtları, en başta “devrim teorisi”ni çarpıtmaya kalktılar. Revizyonizmin atası sayılan Bernstein, kapitalizmden sosyalizme geçişin “evrimsel yoldan” olacağını söyleyen, yani “barışçıl devrim” teorisini ortaya atan ilk kişidir. Ünlü “üretici güçler” teorisi, devrim olmaksızın da altyapıdaki nicel birikimlerle sosyalist dönüşümün kendiliğinden gerçekleşeceğini iddia eder. Bir başka ifadeyle “siyasal devrim” yapmadan (iktidarı ele geçirmeden) toplumsal devrimin olacağını savunur.

Marksizm’e karşı olan bir diğer akım, anarşizm ise; her tür devlete ve otoriteye karşıtlık üzerinden, proleter devlete ve proletaryanın otoritesine karşı çıkar. Anarşizmin babası sayılan Proudhon, işçilerin kapitalist boyunduruktan kurtulduktan sonra silahlarını atmasını, devleti yok etmesini savunur.

Revizyonizm, nesnelliği her şey haline getirip iradi müdahaleyi tümden reddederken; anarşizm, nesnellikten tamamen kopuk öznel isteklerini teorileştirmiştir. Bu iki anti-Marksist akım, farklı noktalardan hareket ederek, proletarya diktatörlüğünü reddetme konusunda buluşurlar.

Engels, “bu baylar hiç devrim gördü mü acaba” diye sormadan edemez. “Bir devrim hiç kuşkusuz olabilecek en otoriter şeydir; nüfusun bir kesiminin iradesini, diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla dayattığı bir eylemdir. Bunların hepsi pek otoriter araçlardır ve zafer kazanan parti, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorundadır. Eğer Paris Komünü, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi?” (aktaran Lenin, Devlet ve Devrim, Sol Yay. sf. 79)

Sosyalist sistem, önceki tüm sömürücü sistemlerden niteliksel bir kopuşu ifade eder; diğer bütün devrimler, özel mülkiyetin bir sınıftan diğerine geçişi şeklinde olmuşken, sadece proleter devrimde özel mülkiyete son verilecektir. Bütün sömürücü toplumlarda “üretimin toplumsallığı ile mülk edinmenin özel niteliği” varlığını korumuştur; bu çelişkiyi ortadan kaldıracak olan tek sistem, sosyalizmdir. Fakat proletarya, gerek nicelik gerekse nitelik olarak ne kadar gelişirse gelişsin, siyasi iktidarı ele geçirmeden özel mülkiyete son vermesi mümkün olmaz. Onun içindir ki, sosyalist devrimde ML partinin önderliği, dolayısıyla iradi yön (sübjektif unsur) “olmazsa olmaz”dır.

Lenin, devrimin nesnel koşullarını sıraladıktan sonra şöyle diyor: “Her devrimci durumda değil… nesnel değişikliklerin yanı sıra, bir öznel değişiklik olduğu zaman; yani devrimci sınıf, kriz dönemlerinde bile ‘düşürülmezse’ kendiliğinden düşmeyecek olan eski iktidarı ezmek amacıyla devrimci kitle eylemleri için yeterince güçlü olabildiği zaman bir devrim ortaya çıkar.” (Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, İnter Yay. sf. 158)

Lenin, Marksist devrim teorisini yeni koşullara uyarladı, geliştirdi. Bunu da kapitalizmin artık emperyalizm aşamasına ulaşmış olmasına dayandırdı. Emperyalizm, “çürüyen, can çekişen kapitalizm”di ve emperyalizmle birlikte burjuvazi devrimci barutunu tümden tüketmiş, “siyasi gericilik” hakim hale gelmişti. Ulusal-demokratik devrimlere de artık proletaryanın önderlik etmesi gerekiyordu. Proleter devrim, hem burjuva devriminin tamamlanması, hem de aşılmasıydı. Lenin, “emperyalizm, proletarya devriminin arifesidir” diyerek, demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki “Çin Seddi”ni kaldırdı; “kesintisiz devrim” teorisini geliştirdi.

Emperyalizmle birlikte bütün ülkeler tek bir zincirin halkaları haline gelmişti. Öyleyse devrim, “emperyalist zincirin en zayıf halkasında” kopacaktı. Daha önce devrimin kapitalizmin en gelişmiş olduğu yerlerde (İngiltere, Fransa, Almanya) meydana geleceği yönündeki düşünceler geçerliliğini yitirmişti; sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde de devrimlerin zemini vardı. Lenin, “I. Emperyalist Savaş’ın sonucu olarak Doğu, tamamıyla devrimci hareketin içine çekilmiştir” diyordu. Lenin’in “devrim teorisi”ni açımlayan Stalin, “Avrupa’da proleter devrim ile Doğu’da sömürgesel devrim arasında bir tek dünya cephesi oluşturacak ittifak kaçınılmazdır” sonucuna ulaşıldığını söylüyordu. (Leninizmin İlkeleri, Eriş Yay. sf. 29)

Lenin ve Bolşevikler, kapitalizm gelişene kadar beklemeyi vaaz eden revizyonist teorileri bir kenara ittiler. O dönem “zincirin en zayıf halkası” Rusya’ydı ve Rusya’da kapitalizm, Avrupa ülkelerine göre çok geri olduğu halde, ilk “sosyalist devrim”i Rusya’da gerçekleştirdiler.

“Saf bir sosyal devrim bekleyen” diyordu Lenin, “onu asla yaşayamaz. Ve böyle biri, gerçek devrimi anlamayan, yalnızca lafta devrimci olan bir kişidir.” (aktaran György Lukacs, Lenin’in Düşüncesi-Devrimin Güncelliği, Belge Yay. sf. 52)

* * *

O dönem Rusya’dan önce Almanya’da devrim bekleniyordu. Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD, (dönemin komünist partileri “sosyal demokrat” olarak adlandırılıyordu) üye sayısı milyonlarla ifade edilen, parlamentoda çok sayıda vekili olan en güçlü partiydi. Önderleri, Marks ve Engels’ten sonra dünya komünist hareketine yön veren kişiler olarak saygı görüyordu; Kautsky, “Marksizm’in Papası” ünvanını almıştı. Fakat bu parti, parlamentarizmin batağına batarak devrimci yönlerini tümden yitirecekti.

Kautsky için “devrim”, belirsiz bir geleceğe havale edilmiş, günün birinde kendiliğinden gerçekleşecek, beklenmesi gereken bir olguydu. O gün gelene kadar partililere düşen görev, günlük faaliyetlere devam etmek, halkın büyük çoğunluğunun oylarını almak için çalışmaktı. (Günümüz reformist partileriyle akrabalıkları yüzünden olsa gerek, kulağa hiç yapancı gelmiyor!) Ve bu parti, birinci emperyalist savaş döneminde “vatan savunması” adı altında kendi burjuvalarıyla işbirliği yaptı; Almanya’nın yenilgisi kesinleşince hükümet oldu. Alman egemen sınıfları, SPD’li vekillerin bakan, başbakan olmasının önünü açtılar. “Aşağıdan gelen devrimi önlemek için yukarıdan ‘devrim’ yapmak zorundayız” diyerek, amaçlarını açıkça söylediler de. Savaştaki bozgunlarının belgesini de, Alman Genelkurmayı’na değil, SPD’ye imzalattılar. Böylece Almanya’nın yenilgisi, “komünistler”in üzerine kaldı. Alman faşizmi bu demagojiyle kitlesel bir taban bulabildi ve Nazi vahşetini tüm dünyaya yaydı. Bir başka ifadeyle Almanya’da faşizm, Alman Devrimi’nin yenilgisi üzerinden doğdu ve gelişti.

SPD içindeki komünistler, (Spartakistler grubunun önderleri Rosa Lüksemburg, Karl Liebknecht başta olmak üzere) SPD’nin uzlaşmacı-işbirlikçi politikalarını eleştirdiler, hatta farklı pratik tutumlar da aldılar. Ama sosyal-şovenizme evrilen SPD’yle tüm bağlarını koparmakta geç kaldılar. Ve bunun bedelini çok ağır ödediler. 1918 Kasımı’nda devrim patlak verdiğinde, ona önderlik edecek bir partileri yoktu. Tek tek Spartakist militanları, çok iyi dövüşmüşler, doğru inisiyatifler koymuşlardı; ama devrime yön verecek strateji ve taktiklerden, örgütsel bir disiplinden yoksun olunca, devrimi zafere taşımak mümkün olmadı. Ve Almanya Devrimi “kaybedilmiş devrim” olarak tarihe geçti. (Bkz: Kaybedilmiş Devrim, Chris Harman, Pencere Yay.)

Devrimde önderliğin belirleyici rolünü, yaklaşık aynı tarihlerde gerçekleşen Rus ve Alman devrimine bakarak çok net biçimde görebiliriz. Genellikle yenilgiye uğrayan devrimler fazla bilinmez. Ama tarihi değiştirmek için yola çıkanların -zaferler kadar yenilgileri de içeren- tarihsel deneyimleri iyi bilmeleri gerekir. Özellikle de devrimler tarihini…

* * *

Ne var ki, ‘90’lı yıllardan bu yana (“sosyalist blok”un yıkılmasıyla birlikte) dünya ölçeğinde sosyalizmin prestijinin gerilemesi, komünist ve devrimci partilerin güç kaybetmesi, ML’den uzaklaşılmasını, burjuva ideolojisinin baskın hale gelmesini sağladı. Devrim hakkındaki çarpıtmalar da bu zemin üzerinden yükseldi.

Son yıllarda artan parlamentarizm eğilimiyle birlikte “barışçıl devrim” yeniden piyasaya sürüldü. Yunanistan’da Syriza’nın seçim zaferi, ülkemizdeki reformist partiler tarafından “devrim” diye sunuldu mesela. (Hatta HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerindeki oy patlamasına “devrim” diyenler oldu.) Ayrıca Venezüella’daki Chavez iktidarı (ki, ilk girişimi başarısız bir darbedir, sonrasında seçimle gelmiştir) “Bolivarcı devrim”, “21. yüzyıl sosyalizmi” payeleriyle yere-göğe sığdırılamadı. Kendilerine ML-Komünist diyenler bile, uzun süre “Venezüella sosyalizmi”nden dem vurdular.

Bir kez daha görüldü ki, ne kadar ipliği pazara çıkartılmış olursa olsun, anti-marksist akımlar, kendilerince “elverişli zemin” buldukları her ortamda, eski teorileri “yeni”ymiş gibi tekrar piyasaya sürmekten ve kitleleri aldatmaktan geri durmuyorlar.

Ancak gerçeklerin “inatçılığı” bu tür çarpıtmaları tuz-buz etmeye devam ediyor. Ne seçimle ne de darbeyle gelenlerin çözüm getirmediğini, kitleler kendi deneyimleriyle görüyorlar. Syriza rüzgarı da, “Venezüella sosyalizmi” de, büyük hayal kırıklıkları içinde son buldu. Günümüzde seçimler iyice göstermelik bir hal aldı ve seçimlerle hiç bir şeyin değişmediği daha net görülmeye başlandı.

Artan halk ayaklanmaları, sokak eylemleri, kitlelerin kendi gücü dışında güvenecekleri bir şeyleri kalmadığını gösteriyor. Fransa’da “Sarı Yelekliler”in, reformist parti ve sendikaları eylemlerine almamaları, onların sözcülüğünü istememeleri boşuna değildir. “Avrupa komünizmi” olarak sunulan sınıf işbirlikçiliğinin başını çeken Fransa’daki sözde komünist partisi ve aynı çizgideki sendikalar, kitlelerin büyük tepkisini çekiyorlar. Seçimler, parlamento, “barışçıl devrim” kitlelerde artık hiçbir heyecan yaratmıyor; aksine kurtuluşun bunlarla olmayacağı kitleler tarafından da anlaşılıyor ve daha fazla ifade ediliyor.

“Bir kaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek- en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur” diyor Lenin ve ekliyor: “Parlamentoda sadece laklak edilir, hem de ‘sıradan halk’ı kafese koymak amacıyla…” (Devlet ve Devrim, Sol Yay. sf. 60-61)

Burjuva partileri kadar reformist partiler de “sıradan halkı kafese koymak” için; yani seçimlere katılımı arttırmak, parlamentoyu yeniden umut haline getirmek için didinip duruyor. Bunu ülkemizde somut olarak görüyoruz. Haziran Ayaklanması sonrasında halkı sandığa çekmek için nasıl uğraştıklarına, katliamlar sürerken bile halktan oy istediklerine tanık olduk. Onların sayesinde seçimlere katılım oranı, yüzde 85’lere kadar yükseldi. Onların sayesinde AKP, kaybettiği seçimleri yeniden almayı başardı; sahte “seçim meşruiyeti”ni yıllar yılı kullanabildi.

Dikkat edilirse -parlamentoda veya dışında- reformist partiler, kendilerinin “sosyalist” olduğunu söyleyip dururlar. Zaten partilerinin adı, “sol”, “sosyalist”, hatta “komünist”tir. Sadece ülkemizde değil, dünyada da böyle. Yazılarında, konuşmalarında kapitalizmi teşhir ediyor, sömürüden-zorbalıktan bahsediyorlar; daha ileri gidip sosyalist bir sistemden yana olduklarını, insanlığı sosyalizmin kurtaracağını söylüyorlar. Ama ne hikmetse, sosyalizme ancak “devrim”le gidilebileceğini, onun da şiddete dayanmak zorunda olduğunu ağızlarına bile almıyorlar!

Bugünkü gibi sosyalizm üzerine çok konuşup da “devrim”den sözetmeyen kişi ve partilere karşı, 1960’lı yıllarda Che Guevera, “devrim için savaşmayana sosyalist denmez” demişti. Ve “daha fazla Vietnam” diyerek, başka ülkelerde de devrim yapmak için canını ortaya koydu. Onu ölümsüz kılan da bu devrimci çıkışıydı.

Sosyalizmin lafzını yapanların gerçek yüzünü açığa çıkarmada en etkili silah “devrim”dir. Devrimin güncelliğini reddeden, onu “ulu zaman”a erteleyen; parlamentoyu ve düzen-içi değişiklikleri “çözüm” diye sunan kişi veya parti, adına ne derse desin, kapitalist sistemin bir parçasıdır, ona hizmet ediyordur.

* * *

“Devrimin güncelliği” olgusu, çağımızın “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” tespitinden çıkan nesnel bir değerlendirmedir. Emperyalizmle birlikte kapitalizmin, dünyanın en ücra yerlerine kadar yayılması, krizlerin giderek daha sık yaşanır hale gelmesi, emperyalist savaşların kaçınılmazlığı, her ülkede devrimin nesnel koşullarını yaratmış, onu güncel bir sorun haline getirmiştir.

Kimi dönemler komünist ve devrimci partilerin güçsüzleşmesi, kitle hareketlerinin gerilemesi, (öznel faktördeki yetersizlikler) “devrimin güncelliği”ni ortadan kaldırmaz. Nitekim ‘80’li yıllardan sonra dünya genelinde böyle bir tablo oluştu. Neoliberalizmin faşist darbelerle hakim kılındığı “beyaz terör yılları” diyeceğimiz bir dönem yaşandı. Buna ‘90’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılması eklenince, “sosyalizmin çöktüğü”, emperyalist kapitalizmin mutlak üstünlük kurduğu üzerine kulakları sağır eden bir bombardıman başladı.

Ama ne krizler ne de savaşlar bitti. Aksine eskisinden daha sık aralıklarla ve daha uzun süren krizler patladı. Bölgesel savaşlar, yerini dünya ölçeğinde yeni bir emperyalist paylaşım savaşına bıraktı. Bitmeyen krizler ve savaşlar dönemine girildi. Dünyada “sosyalist blok”un olduğu koşullarda elde edilen kazanımlar birer birer gaspedildi. Kapitalist, emperyalist devletlerin sosyalizm korkusu ile uygulamaya soktuğu “sosyal devlet” politikası adım adım kaldırıldı. İşsizlik ve yoksulluk, her yıl katlanarak artıyor. Zengin yoksul uçurumu, hiç bir dönem görülmeyen boyutlara ulaştı. Ezilen halkların üzerindeki baskı ve asimilasyon arttı; sözde barış anlaşmalarıyla ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütler tasfiye edildi.

Kısacası işçi ve emekçiler, ezilen halklar, sosyalizmle birlikte neleri kaybettiğini daha iyi anlamaya başladılar. Ve 2010’ların başından itibaren halk ayaklanmalarıyla tepkilerini giderek daha radikal biçimlerde ortaya koydular. Devrim ve sosyalizm yeniden kitlelerin tek umudu olarak yükseliyor. “Devrimin güncelliği” teorik bir doğru olmanın ötesinde, pratik bir sorun olarak kendini ortaya koyuyor.

Son iki yıldır yaşanan pandemi ise, emperyalist-kapitalist sistemin paradokslarını, insanlığa ve doğaya düşman yüzünü tüm çıplaklığı ile ortaya serdi. Krizler, savaşlar ve salgınlarla “doğanın ve insanın hammadde yapıldığı” bir dönem yaşandı, yaşanıyor… İnsanlık ve doğa tümden yokolma tehlikesi ile karşı karşıya… Genetiğiyle oynanıyor, nükleer ve çevresel felaketlerle kırılıyor….

“Sosyalizm insanlığın rönesansı”dır demişti Marks. “Kölelikten kurtuluşun gerçek basamağı, gelecekteki tarihsel evrimin zorunlu konağı…” Sadece insanlığın değil, doğanın kurtuluşu için de kapitalizmin yıkılması, sosyalizmin kurulması tek çare olarak öne çıkıyor. Bunun da işçi sınıfı önderliğinde bir devrimden başka yolu yok!..

Çünkü işçi sınıfı, Marks’ın deyimiyle “özel bir haksızlığa değil, haksızlığın ta kendisine uğradığı için özel bir hakkın davasını gütmeyen” tarihteki tek sınıftır. Dahası, “toplumun bütün diğer kesimlerini özgürleştirmedikçe, özgürlüğünü kazanması mümkün olmayan; tek kelimeyle, insanın topyekun yitişi olduğu için ancak insanın topyekun kazanılmasıyla kendini kazanabilecek” olan tek sınıf!

Proletarya, kendini aşarak, tüm sömürülen-ezilen kesimlerin önderliğine yükselir. En başta ulusal önyargıları yenerek… Ezen ve ezilen ulusun proletaryası için, en önemli sınavdır bu. Ezen ulusun proletaryası, diğer ulusların bağımsızlık dahil tüm hakları için mücadele ederek kendi milliyetçiliğini aşar; ezilen ulusun proletaryası ise, sosyalist bir sistemde (federal-özerk vb biçimlerde) birarada yaşamayı savunarak kendi burjuvalarının karşısına dikilir ve ezilen ulus milliyetçiliğini aşar. Emperyalist savaş koşullarında proletarya, savaş ve barış arasında bir seçim yapmakla değil; savaşa karşı savaşı, yani sınıf savaşını yükseltmekle karşı karşıyadır. Özellikle ülkemizde bu doğruları daha sık yinelemek ve yaşama geçirmek vazgeçilmezdir.

Gelinen aşamada işçi sınıfının ve işçi sınıfı ideolojisini benimseyenlerin sorumluluğu kat be kat artmıştır. “Ya barbarlık içinde yokoluş, ya sosyalizm” ikilemi, günümüz insanının önünde ölüm-kalım meselesi olarak durmaktadır. İnsanın doğasına aykırı kapitalizmi yıkmak ve Engels’in “gerçekten tek tarihsel hak” olarak tanımladığı “devrim yapma hakkı”nı kullanmak, artık ertelenemez temel bir görevdir.

Pandemi öncesi artan halk ayaklanmaları bir süre kesintiye uğramış görünse de önümüzdeki dönem çok daha güçlü biçimde geri dönecektir. Kuşkusuz kendiliğinden oluşan bilincin ve patlayan eylemlerin sınırları vardır. Bunların aşılması önderliğin gücüne bağlıdır. “Toplumların altüst olduğu dönemlerde tüm sınıfların ve tüm partilerin tavrı en ileri sınıfın tavır ve gücüne bağlıdır” diyor Rosa. Yeter ki, “İşçi sınıfı, amaçlarını cüretle belirlesin ve tüm gücünü bu amaçlar için kullanmaya hazır olsun!”  İşte o zaman, hepsi “sola doğru göreli bir kayma içinde işçi sınıfını izleyecektir.” (R. Lüksemburg Siyasi Yazılar, V Yay. sf. 30)

* * *

“Devrimin güncelliği”, komünist ve devrimci örgütlerin günlük faaliyetleri de devrim hedefiyle yapmasını şart koşar. Hak ve özgürlükler için mücadele, devrim perspektifiyle yürütülmelidir. Günümüzde en küçük bir hakkın kazanılması için bile, devrimci tarzda mücadele edilmesi gerektiği açıktır. Bu şartlarda reformizmin hareket alanı iyice daralmıştır. Devrim hedefiyle mücadele yükseldiğinde, kitleler reformist politikaları elinin tersiyle itmekte; reformizm güneş görmüş kar gibi erimektedir.

“Devrimler baskı altında tutulanların, ezilenlerin şölenidir” diyor Lenin. Devrim zamanlarında kitlelerin, yeni bir toplumsal düzenin yaratıcıları olarak aktif biçimde öne çıktığını, “mucize sayılabilecek şeyleri yapma kudretine” sahip olduklarını belirtiyor. Bunun verdiği özgüvenle böylesi anlarda uzlaşmacı girişimlere prim vermiyorlar. Biz bunu Gezi Direnişi sırasında somut olarak gördük, yaşadık.

Ve bütün halk ayaklanmalarında bir kez daha görüldü ki, ayaklanmanın başarıyla sonuçlanması için, Marks’ın dediği gibi “korkunç cesur ve geri dönmeyecek derecede kararlı bir saldırı” gerekiyor. Çünkü “hiçbir devrimde (halk ayaklanmasında-bn) ‘altın orta yol’ ayakta tutunamaz. Devrimin doğa kanunu hızla karar verilmesini gerektirir: Lokomotif ya tam gücüyle tarihsel yükselişin en üst noktasına getirilecektir; ya da kendi ağırlıyla başladığı noktaya geri kayacak ve zayıf güçlerle onu durdurmaya çalışanları uçuruma atacaktır.” (Rosa Lüksemburg, Rus Devrimi Üzerine adlı makale)

Dünyadaki ilk “klasik devrimi” gerçekleştiren Fransız Jakobenleri, “yarım devrim yapanlar, aslında kendi mezarlarını kazarlar” diyerek, bu konudaki ilk dersi vermişlerdi. Marks da “bir ayaklanmada savunmaya geçmek, o ayaklanmanın ölümü demektir” sözüyle bunu teyit etti. Her yenilen devrimde ve ayaklanmada, kitleler bu gerçeği bizzat yaşıyorlar. Çünkü karşı-devrim, eskisinden çok daha fazla baskıyı ve şiddeti arttırıyor, sömürü koşullarını ağırlaştırıyor.

O halde yarı yolda durmadan, ayaklanmaları devrime-sosyalizme taşımakla karşı karşıyayız. Devrim, gündemde olan, çözmekle yükümlü olduğumuz somut bir sorundur. 21. yüzyılı, “ayaklanmalar yüzyılı”ndan “devrimler yüzyılı”na çevirmek için, en başta ona kafaca hazır olmak gerekir. Bunun yolu da ML devrim teorisini özümsemekten, “somut koşulların somut tahlili”ni yaparak günümüze uyarlamaktan geçiyor. Dünyada ve ülkemizdeki her gelişmeye devrim perspektifinden bakmak, her tür faaliyeti devrim hedefiyle yapmak, “devrimin güncelliği”nin pratikteki karşılığıdır. Ve bu yöndeki her çaba değerlidir.

Temmuz 2021

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …