IŞİD ilerliyor AKP destekliyor

cumhuriyet-mit-tirlar

Geçtiğimiz Mayıs ayı boyunca, Ortadoğu’daki savaş hız kazandı. IŞİD, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın doğrudan desteğiyle, hem Suriye hem de Irak topraklarında ilerleme kaydetti. Ancak bu arada, Türkiye’nin savaş politikalarına ilişkin birçok önemli bilgi ortaya döküldü, gerek içeriden, gerekse dışarıdan gelen eleştiriler arttı.

 

MİT tırlarındaki silahlar

AKP hükümetinin IŞİD çetelerine silah yardımı yaptığının en somut göstergesi, MİT tırlarıyla silah taşındığına ilişkin kanıtlar, 29 Mayıs tarihinden itibaren Cumhuriyet gazetesi ve internet sitesi tarafından, görüntüleri ve belgeleriyle birlikte yayınlanmaya başladı. Haber üzerine hükümet dört bir koldan inkar yoluna gitmesine, habere yasaklar getirmesine rağmen, bir kere bilgiler ortaya dökülmüş oldu.

Suriye savaşı başladığı andan itibaren, Türkiye’nin bölgedeki cihatçı çetelere silah sevkiyatı yaptığı zaten biliniyordu. Bu durum, 1 Ocak 2014 tarihinde Antakya-Kırıkhan’da durdurulan tırlar üzerinden daha yoğun tartışılmaya başlandı. Tır, jandarma tarafından, arama yapmak üzere durdurulmuş, ancak tırdaki MİT personeli, aramayı engellemişti. Sonrasında CHP milletvekilleri, tırla Suriye’ye silah sevkiyatı yapıldığını ileri sürdüler.

19 Ocak 2014 tarihinde ise, bu sevkiyat belgelenmiş oldu. Adana’da jandarma tarafından durdurulan tırlardaki sivil kişiler MİT personeli olduklarını, tırı durduramayacaklarını, doğrudan başbakan Erdoğan’ın emriyle hareket ettiklerini söylemiş, operasyonu yöneten savcı bu sözleri dikkate almadan aramayı başlatmıştı. Arama sırasında, tırlardaki paketlerin en üstünde ilaçlar, ilaçların altında ise, havan ve top mermisi ile ağır makineli tüfek mermilerinin, ağır silahların bulunduğu tespit edilmiş, tutanaklar tutulmuş, kamera kaydı gerçekleştirilmişti.

Tırlara dönük operasyon, Erdoğan’ın devreye girmesi ve dönemin Adana Valisi Coş’un, yanında 500 polisle birlikte aramaya müdahale etmesiyle durduruldu. Ancak tırların içinde bir kenti yokedecek düzeyde patlayıcının ve ağır silahın bulunduğu tespit edilmişti.

Üstelik bu silahlar, sadece bir tırın içinden çıkanlardı. Suriye’ye 2000 tır gönderildiği tahmin ediliyordu. Açıkçası, IŞİD’in bir yıldır sürdürdüğü savaştaki lojistiğini, tek başına Türkiye’den giden silahlar karşılayabilecek durumdaydı.

Ancak AKP ve Erdoğan, binbir dolambaçlı açıklamayla, bu sevkiyatı inkar ettiler. Görüntüleri bile ortaya çıkan silahlar için, önce “insani yardım” dediler, ancak silah, “insani yardım” kapsamında değildi. Arkasından “MİT’in yurtiçi ünitelerde nakil yaptığını” söylediler, ancak MİT’in neden silah aktarımı yaptığını açıklayamadılar. “Silahlar Bayırbucak Türkmenleri’ne gidiyordu” dediler, ancak bir avuç köylü olan Bayırbucak Türkmenleri’nin bu kadar silahı ne yapacağını kimse anlayamadı! Üstelik Niğde-Ulukışla’da sürmekte olan IŞİD dava dosyasındaki telefon tapelerinde, Bayırbucak Türkmenleri’nin El Kaidecilerle birlikte Esad’a karşı savaştıkları, Keseb kasabasını ele geçirmek için birlikte hareket ettikleri ve Türkiye’nin gönderdiği silahların El Kaideci Nusra’ya gitmesinden şikayetçi oldukları görüldü. Yani silahlar Bayırbucak köylülerine gitmemişti, ama gitseydi bile, Bayırbucak’lılar Kaidecilerle birlikte savaşıyorlardı. Yani silahlar her halükarda Kaideci cihatçılara gönderilmişti.

Yanısıra, silah sandıklarının üzerinde Trablus yazıyor olması da dikkat çekmişti. Kaddafi’nin devrilmesinden bu yana, Libya’nın bir cihatçı yatağı ve silah deposu olduğu biliniyor. Bu silahların bir kısmı İskenderun’a deniz yoluyla, bir kısmı ise Suudi Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklarla Esenboğa Havalimanı’na taşınıyor, sonrasında MİT tırlarıyla Suriye’ye aktarılıyor.

Belgeler ve kayıtlar böylesine açık biçimde ortadayken, önce MİT tırlarına düzenlenen operasyonu yöneten savcı ve askerler hakkında davalar açıldı, bir kısmı tutuklandı. Arkasından, bunun haberini yapan Cumhuriyet gazetesine ve Can Dündar’a “casusluk” davası açıldı, habere yasaklama getirildi.

Dahası, cihatçılara yardım, sadece silah sevkiyatıyla sınırlı değildi. Kamu binalarını cephanelik haline getiriyor, bazılarını üs olarak kullanıyor, yaralarını Türkiye’de tedavi ediyorlar. Özel hastaneler, silahla yaralanmış, çoğu Türkçe bilmeyen, cihatçı gençlerle dolup taşıyor, tedavileri devlet bütçesinden karşılanıyor. Zaten yöneticilerin önemli bir kısmı da, Türkiye’de, genellikle İstanbul’da lüks sitelerde ayrılan bölümlerde kalıyorlar.

 

Türkiye-Suudi koalisyonu

Bir süredir statü oluşmuş gibi görünen Suriye savaşı, Mayıs ayı içinde yeniden hız kazandı. IŞİD saldırılarını artırdı, yeni cihatçı oluşumlar kuruldu ve Irak’ta Ramadi, Suriye’de Palmira kentleri IŞİD’in eline geçti. Keza Suriye devleti için stratejik önemdeki İdlib kenti de cihatçılar tarafından işgal edildi.

Bu gelişmeler, Suriye’deki savaşı alevlendirmek amacıyla, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan arasında varılan bir anlamanın sonucuydu. Suudi Kralı Abdullah’ın 23 Ocak 2015’te ölümünün ardından, Türkiye ve Suudi Arabistan arasında yeni bir dönem başladı. Erdoğan, yeni kral Selman’ı kutlamak üzere 2 Mart tarihinde Riyad’a gittiğinde, iki ülke arasında “Yemen’e karşılık Suriye” olarak özetlenen ve İran’ın güçlenmesine karşılık Ortadoğu’daki Sünni ittifakı güçlendirmeyi öngören bir anlaşma gerçekleştirildi. Ardından 19 Mart’ta Türkiye ile Katar arasında istihbarat paylaşımı, askeri işbirliği ve iki ülkenin birbirinin topraklarına asker konuşlandırmasına imkân veren anlaşma imzalandı. Arkasından, Yemen’de Suudi işgali başlarken, Suriye’de de savaş yeniden ısıtıldı.

Suriye’de önce birçok cihatçı grup, El Kaideci Nusra’nın liderliğinde, Fetih Ordusu adı altında birleştirildi. Güney’deki muhalifler, Ürdün’deki ‘Güney operasyon odası”, Suudilerin desteğiyle güney cephesinde harekete geçerken, kuzeyde Fetih Ordusu, “Antakya operasyon odası”nın yönlendirmesiyle ve Türkiye’nin desteğiyle İdlib’e saldırıya geçti. (Türkiye ve Suudi Arabistan’ın ortak “operasyon odaları” kurduğu, ABD’li kaynaklar tarafından da doğrulanıyor.) Önce 28 Mart günü Hatay’a yakın İdlib, ardından İdlib’e bağlı, Cisr el Şuğur kasabasını aldı. Esad’ın ve Rusya’nın çok önemsediği Lazkiye limanı, Cisr el Şuğur’dan sadece 60-70 km uzaklıkta. Ve Nisan ayı sonunda, Cisr el-Şuğur kasabasındaki İştebrak Köyü’nde Alevi katliamı gerçekleştirdi.

İdlib saldırısı sırasında, Türkiye cihatçılara sadece lojistik değil, doğrudan destek verdi. El Nusra Cephesi içinde bazı Türklerin olduğu, hatta bir hava saldırısında öldürülen El Nusra’nın ileri gelen 15 üyesinin de Türk olduğu iddia ediliyor. En önemli yardım ise, Türkiye sınırına yakın bölgelerde cihatçılara karşı savaşan Suriye ordusunun, Türk F-16’larıyla püskürtülmesi. Türkiye, cihatçılara açıktan hava desteği veriyor ve Hatay halkı buna tanık oluyor.

İdlib’de elde edilen başarının ardından, Nisan 2015’te, Halep’i hedefleyen Halep Fetih Ordusu kuruldu. Böylece Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, Suriye savaşındaki etkinliği giderek arttı.

Bir taraftan çok parçalı cihatçı örgütler Fetih Ordusu adı altında birleşerek işgal alanını genişletirken, diğer taraftan IŞİD, Mayıs ayı içinde iki önemli işgal gerçekleştirdi. Önce 16 Mayıs’ta Irak’ın en büyük eyaleti Enbar’ın başkenti Ramadi’yi ele geçirdi, birkaç gün sonra da Suriye’nin petrol ve doğalgaz kentlerinden Humus’a bağlı olan, Çölün Gelini adıyla tanımlanan antik kent Palmira’yı… 22 Mayıs günü ise, Suriye ile Irak arasındaki sınır kapısı olan El-Tenef’i ele geçirerek, Suriye-Irak sınırındaki son sınır kapısını da ortadan kaldırmış oldu.

Böylece biri Irak, biri Suriye’de bulunan iki stratejik kent, IŞİD’in eline geçmiş, her iki ülkenin yönetimleri üzerindeki tehdit bir anda hızla artmıştı. Bu işgal, özellikle Suriye ordusu için oldukça önemli bir kayıp anlamına geliyordu.

 

ABD savaşın neresinde

Son dönemde, ABD’nin Ortadoğu’daki savaşına ilişkin çelişkili bir durum ortaya çıkmış görünüyor. ABD’den yapılan açıklamalarla, bölgedeki tablo arasında bir açı farkı oluşuyor. Bu da ABD’nin bu savaşın neresinde durduğunu, savaşa ilişkin hedeflerinin neler olduğunu tartışmalı hale getiriyor.

Birincisi, ABD’nin ve genel olarak batılı emperyalistlerin Erdoğan’ın Suriye’de doğrudan yürüttüğü savaşa ilişkin eleştirilerinde bir artış yaşanıyor. New York Times gazetesinden İngiliz İndependent’e, BM’den Obama’ya kadar pek çok kişi ve kurum, Erdoğan’a saldırıyor, yaptıklarını eleştiriyor, savaştaki rolünü kınıyor. Üstelik bir taraftan Suriyeli muhalifler için Türkiye ile “eğit-donat” programları oluştururken, muhaliflere Esad’a karşı savaşırken “hava desteği” verilmesi tartışılırken geliyor bu eleştiriler.sinirda-asker

İkincisi, Suudi Arabistan’ın Ortadoğu savaşında ABD ile arasındaki mesafenin giderek açıldığı; özellikle ABD’nin İran ile nükleer müzakereleri yürütmesi nedeniyle Suudi Arabistan’ın ABD’ye karşı güvensizleştiği ileri sürülüyor. Ve bunun sonucu olarak, Yemen’den Suriye’ye kadar bütün savaş bölgesinde, Suudi Arabistan-Türkiye ittifakının, aslında ABD’nin onaylamadığı adımlar attığı ileri sürülüyor.

Üçüncüsü, ortaya çıkan tüm gizli belgelerde, ABD’nin IŞİD’i yaratan ve güçlendiren en önemli odak olduğu açığa çıkmışken, yapılan açıklamalarda, IŞİD’e karşı mücadele edildiği, IŞİD’e karşı koalisyon oluşturulduğu, Türkiye IŞİD’i desteklediği için eleştirildiği görülüyor. Son olarak Pentagon tarafından açıklanmak zorunda kalınan belgeler, Ortadoğu’da radikal islamcı çetelerin ABD tarafından nasıl desteklenip büyütüldüğünü gözler önüne seriyor; ama radikal islamcıları desteklemediğini, Suriye’de sadece ılımlı muhaliflere yardım edeceğini iddia etmeye devam ediyor.

Bütün bu tablo elbette bir karışıklık yaratıyor. Zaten Ortadoğu’nun son derece karmaşık olan siyasal denklemi, bu tabloyu içinden çıkılmaz hale getiriyor.

En başta, radikal islamcıların ABD tarafından beslenip desteklendiklerini açıkça ortaya koymak lazım. Üstelik sadece Ortadoğu’da değil, Afganistan’da Sovyetlerin işgaline karşı Taliban’ın güçlendirildiği 1979’dan itibaren, ABD bu politikayı sistemli bir biçimde uyguladı. Rusya’ya karşı savaşan Çeçenlerden, Libya’da Kaddafi karşıtlarına kadar çok geniş bir cephede, radikal islamcı çeteler, en önemli destek ve yardımı ABD emperyalizminden aldılar. Son bir yıldır, IŞİD’in Musul’a ilerleyişinin de, Kobane’nin üstüne yürüyüp PYD ile çatışmasının da ABD’nin yönlendirmesiyle olduğunun belgeleri ortada. Kaldı ki, ABD’nin, “Kobane’ye silah yardımı yapıyorum” diyerek havadan attığı konteynerlerin bir kısmının IŞİD’e gönderildiği de biliniyor, Musul işgali öncesinde Sünni aşiretlerle IŞİD’in anlaşmasını sağlayanın ABD olduğu da…

Üstelik, Ortadoğu’nun çöllerinde, onlarca cipten oluşan konvoyları ve ağır silah yüklü araçlarıyla yaptıkları işgal harekatlarının tümünün ABD tarafından izlenmiyor olması gibi bir ihtimal yok. Pentagon, 2014 yılı Ağustos ayından bugüne kadar IŞİD’e yönelik 3 binden fazla bombardıman yaptığını açıklıyor, ancak bunların ne kadar isabetli olduğu tartışma götürür. Mesela, Kobane’ye saldırmak için ya da Ramadi’yi işgal etmek için harekete geçen IŞİD konvoyunu, daha çölün ortasındayken bombalamak ve işgali engellemek, ABD’nin “yerdeki karıncanın hareketini görecek kadar” hassas olduğu iddia edilen uydu cihazları ve nokta atışı yapabilen füzeleri için çok zor bir hedef olmasa gerek.

Keza, IŞİD’e Türkiye ve Ürdün üzerinden gönderilen silah ve lojistik malzemeler, yaralıların taşınması ve cihatçıların sınırları geçmesi gibi savaşa doğrudan müdahale adımlarının da, ABD’nin bilgisi dışında gerçekleşmesi gibi bir ihtimal bulunmuyor.

Sonuçta, ABD emperyalizmi, Suriye savaşı başladığı günden bu güne, bozuk plak gibi “ılımlı muhalifler” diye sayıklamış olsa bile, bu “ılımlı”ların Esad karşısında hiçbir başarı elde edemedikleri, Esad’a asıl darbenin cihatçı katiller sürüsü tarafından verilebildiği ortada. Ve ABD, dünya kamuoyunda, IŞİD vahşetine karşı kitle tepkisinin bu kadar artması karşısında, “demokrat-batılı-modern” kimliğine helal getirmemek adına, IŞİD’le arasına mesafe koyma ihtiyacı duyuyor. Bunu hem söylemleriyle yapıyor, hem de pratikte fazla sahaya inmiyor, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi aracılar kullanmayı tercih ediyor. Böylece, IŞİD gibi bir vahşet odağının, ABD’nin dışında kalmasını sağlamaya çalışıyor. Diğer taraftan, IŞİD’in Esad’a darbeler vurmasından yararlanıyor.

ABD emperyalizmi, artık bir bütün olarak kendisine bağımlı kılmayı başaramadığı ülkeler için “kaos” yöntemini kullanıyor. Tümünü ele geçiremediği için, bölünmüş, parçalanmış kısımları üzerinde hakimiyet kurmaya çalışıyor. 

Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, Suriye savaşında öne çıkmasını da böyle okumak gerekiyor. Bu ülkelerin, “ABD’ye rağmen” Ortadoğu’da pervasızca hareket etmesi ihtimali yok.

Ancak bu söylediklerimizden, hem IŞİD’in, hem de Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, ABD’nin tam onayını aldığı, onun doğrudan uşaklığını yaptığı sonucu çıkmamalı. İkili bir durum yaşanıyor bölgede. Bir taraftan ABD ile “strateji” ortaklığı yapan, kaderini buradaki savaşa bağlayan güçler bunlar; diğer taraftan, ABD’nin son dönemde siyasi-ekonomik ve askeri olarak güç kaybının yarattığı boşluktan da yararlanıyorlar. ABD emperyalizmi, dünya hegemonyasında geriye düştükçe, kendisiyle birlikte hareket eden ülke ve çeşitli odaklarda da, kısmi de olsa, bir “başıboşluk” ortaya çıkabiliyor.

IŞİD gibi çetelerde, bu durum zaman zaman “ABD’ye karşı da” savaşmak biçiminde oluyor. Suudi Arabistan’da, ABD’nin İran ile anlaşma yapmaya çalışmasına bir tepki olarak ortaya çıkıyor ve elindeki petrol kozunu kullanmakla ya da bölgedeki Sünnileri birleştirmeye çalışmakla kendini gösteriyor. Türkiye’de ise, Erdoğan-AKP şahsında, kirli politikaları uygulama maşasına dönüşüyor. Mesela ABD ile Türkiye “eğit-donat” adı verilen bir politika oluşturuyorlar ve böylece Türkiye’nin zaten son 3 yıldır yapmakta olduğu işi resmileştiriyorlar; diğer taraftan ABD, kendi ülkesindeki ve dünya kamuoyundaki tepkileri dikkate alarak, bu işi erteliyormuş gibi görünüyor. Erdoğan ise, ABD’nin, kamuoyu karşısında kendisini yalnız bırakmasına olan tepkisini, çeşitli çıkışlarla ifade ediyor. Ya da, IŞİD’in bölgede elde ettiği zaferler üzerinden, ABD karşısında pazarlık gücünü artırmayı hedefliyor. Bir taraftan da, Rusya, İran ve Çin ile çeşitli ilişkiler kurup anlaşmalar yaparak, ABD’nin karşısında daha güçlü çıkmaya çalışıyor.

Bir ayrıntı da şu: ABD, hem Suriye’deki hem de Irak’taki savaşın bir bataklığa dönüştüğünü, içine giren tüm kesimleri yutmakta olduğunu görüyor, bu nedenle savaşa doğrudan girmesi anlamına gelecek bütün adımlardan uzak duruyor. Erdoğan-AKP hükümeti ise, Türkiye’nin yaşamakta olduğu siyasi-ekonomik sıkışma içinde, Ortadoğu savaşının belki de bir çıkış olabileceğini umuyor, bu nedenle ateşin ortasına atlamaya çalışıyor. Bu da, ABD ile Erdoğan arasında, stratejik olmayan ama dışarıdan bakıldığında önemli gibi görülen ayrıntılardan birisi.

Son dönemde ABD’den gelen Erdoğan’a dönük eleştiriler ise, Erdoğan’ın Suriye’de yürütülen vahşet savaşında üstlendiği rolün, hem Türkiye kamuoyunda hem de dünya halkları nezdinde büyük bir tepkiye dönüşmüş olmasından kaynaklanıyor. Onun bu kadar yıpranması karşısında, ABD artık biraz değişiklik gerektiğini düşünüyor. Obama, Erdoğan’ı eleştirirken, kendisini aklamış, radikal islamcı çetelerle iş yapmadığını, yapanlardan da uzaklaştığını göstermiş oluyor. Erdoğan, birçok konuda olduğu gibi, savaş konusunda da kitlelerin bütün tepkisini üzerine çektiğinden, artık misyonunu oynamış bir aktör olarak kenara atılmaya doğru gittiğini görüyor.

 

Suriye’nin arkasındakiler

Şu ana kadar ABD’nin safında yer alan güçlerin, Irak ve Suriye’de giderek ilerlemekte olduğunu görüyoruz. Ancak savaşın tablosu bundan ibaret değil.

En başta, IŞİD’e karşı Kobane’de çok görkemli bir zafer kazanan, sonrasında da IŞİD’le savaşı, üstelik Barzani’nin çıkardığı bütün engellere ve ayakbağlarına rağmen sürdürmekte olan PYD’yi belirtmek gerekir. Küçük bir alanda olmasına rağmen, büyük bir inançla kendi bölgelerini korumaya ve yeni mevziler kazanmaya devam ediyorlar.

Diğer taraftan, Rusya ve Çin, yanısıra İran, Ortadoğu üzerindeki güç ve etkilerini artırmak için oldukça büyük bir çaba gösteriyorlar. Mesela İran, Yemen dahil olmak üzere üç cephede birden savaşıyor.

Rusya ve İran, Ortadoğu’da kaybedilecek her mevzinin, savaşı kendi topraklarına bir adım daha yaklaştıracağını biliyorlar. İran, Suriye ve Irak’ta durdurmaya çalışıyor bu nedenle ve bütün gücünü kullanıyor. Rusya ise, hem Ukrayna’da hem de Suriye’de yürütüyor savaşı. Her ikisinden de vazgeçemiyor. Ukrayna’da özerklik ilan etmiş olan bölgelerin askeri ve ekonomik gücünü artırabilmek için sürekli yığınak yapıyor, bazen Ukrayna ordusuyla doğrudan savaşıyor. Suriye’yi de son derece stratejik bir öneme sahip üssü olarak korumak zorunda.

Kaldı ki, ABD’nin radikal dinciler karşısındaki ikili tutumu, Ortadoğu ülkelerinde de savunma reflekslerini geliştiriyor. Mesela Ramadi’nin düşmesinin ve ABD’nin bu konuda hiçbir yardımda bulunmamasının ardından, Irak Başbakanı Abadi, ABD’nin tüm itirazlarına rağmen, silah yardımı talebiyle Rusya’ya gitti. Keza, İran bölgede savaşmak üzere yeni bir ordu oluşturduğunu açıkladı. Hizbullah lideri Nasrallah ise, IŞİD’i yenilgiye uğrattığı kasabalar üzerinden meydan okuyan açıklamalar yaptı. 

Sonuçta, Ortadoğu’da “zafer” kazanmak o kadar kolay değildir. Yaşanan gelişmeler, Suriye ve Irak’ın aleyhine görünmektedir. Ancak emperyalistlerin bölgeye dönük hesapları bu kadar güçlüyken, Ortadoğu’nun kaygan zemininde, güç dengeleri de sıkça değişmeye mahkumdur.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …