Bir çığlık ki, geçenin zemheri karanlığını deldi geçti… Yıldızlar göklere tutunmayı bıraktı; yeryüzüne inci tanesi gibi saçıldı…. Gece ayaza büründü, uykular köhne odalara kaçtı; uğramadı göz kapaklarına… Acı bir sessizlik bürüdü sokağı; tıpkı bir kenti usulca kaplayan buğulu bir sis misali…
Bu defa “küçük dev kadın” bağladı, elleri kolları… Sessizce eğilmişti kulağına yeryüzünün, giderken de devrim olsun dercesine… Ev sallandı, deprem oldu; ardından yüreklerde izi kaldı… Koridorda sesi, şen kahkahası çınladı kulaklarda… Küçük bir cam aralığı ve demir parmaklıkların ardından dualar ile uğurlaması kaldı…
Tavanda salıncak izleri, dolabında iki-üç parça kıyafeti, gözlüğü kaldı masada. Destek aldığı bastonu, her kapı aralığında anısı kaldı… Başını önüne eğip, sessizce düşüncelere dalması kaldı… Gün geceye karıştı, ay güneşe… ulaşılmaz hasreti kaldı. Bir lokma yediği ekmeği, bir yudum içtiği suyu, gözlerini huzurla kapadığı koltuğu kaldı…
Hasretim iki yanağında, çocukluğumun alnına düşen bir damla göz yaşımda, gençliğim avuçlarında gitti…
* * *
Başkaları tarafından bilinmedik, fakat ailesi tarafından bilindik yüreğinin diğer bir güzel tarafı da, torunları ile arasındaki o bağdı. İki kızının yerine koymuştu onları. Buram ve Heval, yoldaş olmuştu Makbule Ana’ya… Mücadeleci ruhu taşıyan yüreği, kendi kızlarının özlemi ile çarpan bir ana olduğu için, torunlarının da anne hasretine dayanamadıklarını biliyordu ve torunlarını annelerine kavuşturmak için ayrı bir mücadeleyi daha göğüslüyordu.
Yüreği kocaman bir babaanneydi! Torunları ile birlikte gurbet yolculuğuna bir kez daha çıkmıştı. Defalarca sonu hüsranla sonuçlansa da o yılmamış; torunlarına verdiği sözün mücadelesi içerisine girmişti. Ve bu zorlu yoldan da zaferle çıktı. Her ne kadar hasret duysa da torunlarına, onları annelerine kavuşturmayı başardı…
Makbule Berktaş’ın torunu Selma Heval Berktaş