Mayıs ayının ortasında başlayıp Haziran’a kadar uzanan ve Bursa’dan ülkenin diğer otomobil fabrikalarına sıçrayan Metal direnişi, kiminde somut kazanımlarla, kiminde ise kısmi kazanımla ya da kazanımsız bitti. Ama gerçekte bir bütün olarak işçi sınıfı kazandı. Çünkü Metal direnişi, söylendiği gibi bir “fırtına” yarattı. Geçmişten bu yana birikmiş birçok pisliği süpürüp attı. Daha önemlisi, zihinlerdeki kireçlenmeye keskin vuruşlar indirdi.
Bu yönüyle şimdiden Türkiye işçi sınıfı tarihine kazındığını söyleyebiliriz. ’89 Bahar eylemleriyle, hatta daha geriye gidip 15-16 Haziran’la benzerlikler kurulması, hafızalarda bu büyük direnişleri canlandırması boşuna değil. Ya da “Metal’in Gezi’si” denmesi, Haziran direnişinin sınıfsal devamı olarak görülmesi de yanlış değil. Elbette her benzeştirmede hata payı bulunur. Metal direnişinin de bu büyük direnişlere benzeyen kadar, benzemeyen, kendine özgü yanları bulunuyor.
Direniş hala tazeliğini koruyor ve etkileri devam ediyor. Dolayısıyla bitmiş bir süreçten sözetmiyoruz. Buna rağmen yaklaşık 15 gün süren direniş boyunca başarılan pekçok şey oldu. Bunlar üzerinden bir değerlendirme yapabilecek durumdayız. Bu yazıda, öne çıkan belli başlı noktaları vurgulamaya ve sonuçlar çıkarmaya çalışacağız. Hem işçi sınıfının gelecekteki mücadelesi açısından, hem de komünist ve devrimciler açısından önemli dersler içeren bu direnişten herkesin öğrenmeye ihtiyacı var.
Direnişin başardıkları
İşçilerin talepleri üç noktada toplanıyordu:“Eşit işe eşit ücret”, “sendikal örgütlenme özgürlüğü” ile “sendika içi demokrasi” ve “işten atılmama güvencesi.”
Bunların içinde en fazla öne çıkan ise, faşist Türk-Metal sendikasından kurtulmaktı. Zaten direnişin kıvılcımını çakan da, bu sendikadan istifa etmek isteyen işçilerin Türk-Metal çeteleri tarafından dövülmesi oldu. Daha önce de benzer örnekler yaşanmıştı. İşçiler bu deneyimler üzerinden, ancak toplu bir şekilde büyük bir direniş yaparak, bu gangster sendikadan kurtulabileceklerini anladılar. Bu bilinçle direnişe geçtiler.
Elbette sendikanın arkasında fabrika patronları bulunuyordu. Patronlarla sendika kolkola girerek işçileri en azgın şekilde sömürüyor, üstelik hakaret ve dayak dahil her tür onur kırıcı hareketlere maruz kalıyorlardı. İşçilerin mücadelesi, aynı zamanda onurlarını koruma mücadelesiydi. Bunu başarabilmek için, hem patronlara hem sendikaya karşı birlikte harekete geçmek zorundaydılar. Fabrika işgali, fiili grevle, sendikadan toplu istifaların birarada gerçekleşmesi bundandır. Başka türlü yıllardır vücutlarına bir kene gibi yapışmış bu faşist sendikayı koparıp atamayacaklarını biliyorlardı çünkü.
Böylesi büyük bir direnişin patrondan önce sendikaya karşı başlamış olması, ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Belki de tarihte benzerine pek rastlanmaz. Çünkü bugüne dek işçiler sendikalı olmak için mücadele etmişler, o yüzden işten atılmışlar ve birçok direniş de böyle patlamıştır. Ancak olay kendi somutunda incelendiğinde, Metal direnişinde neden sendikanın “başdüşman” ilan edildiği anlaşılır. Ve işçilerin bu tutumunun ne denli isabetli olduğu da görülür.
Hedef tahtasına ilkin faşist sendikayı çakmaları, bir “savaş taktiği” olarak da doğruydu aslında. Çünkü içlerinde bulundukları yoğun sömürü ve baskıda, sendikanın rolü büyüktü ve karşılarına ilk önce sendika dikiliyordu. Bu engeli aşmadan, diğer taleplerinde yol almaları mümkün değildi. Onun içindir ki, patronlar sendika olarak Türk-Metal’i istiyor, işçilerin tüm tepkilerine rağmen ondan vazgeçmiyordu. Direniş başladıktan sonra da Türk-Metal’i feda etmemek için bir hayli direndiler. İşçilere yaptıkları çağrıda, tüm isteklerini kabul edeceklerini, fakat protokolde Türk-Metal’in bulunması gerektiğini söylediler. İşçiler bunu kesin olarak reddetti ve kendi seçtikleri temsilciler ile masaya oturulmasını dayattı. İşçilerin bu kararlı duruşu sayesinde Türk-Metal’i, bir yerde harcamak zorunda kaldılar.
Türk-Metal, ambleminde faşistlerin sembolü kurt resmi olan, faşizmi böylesine açıktan savunmasıyla dünyada bile eşine az rastlanan bir sendikadır. Türk-Metal’i büyüten ve Metal işkolunda en güçlü sendika haline getiren de faşist 12 Eylül rejimidir. Öncesinde çok küçük bir sendika iken, 12 Eylül tüm konfederasyonları kapatıp, sadece Türk-İş’e bağlı sendikalara izin verince, kendi işkolunda tek sendika haline gelmiştir. Diğer yandan 12 Eylül’ün sendikalar yasası ile, işyeri ve işkolu barajları konularak işçilerin sendikalaşması engellendi ve tek tip sendikacılık dayatıldı. Bunun sonucu olarak 12 Eylül öncesi 5 milyon 751 olan sendikalı işçi sayısı, bu yasadan sonra 1.5 milyona düştü. Şimdi bu rakamın 1 milyonun altına olduğunu biliyoruz. İşçi sayısı 12 Eylül öncesine göre iki-üç kat arttığı halde…
Metal işçilerinin direnişi, sadece faşist Türk-Metal sendikasına değil, 12 Eylül rejiminin sendikalar yasasına bir meydan okuyuştur. Toplu istifalarla belli başlı fabrikalarda Türk-Metal’i silmiş; dahası, kendi temsilcilerinin tanınmasını sağlamış, anlaşmayı onlar aracılığıyla gerçekleştirmiş, böylece varolan sendikalar yasasını geçersiz kılmıştır. Aynı zamanda TİS ve grev yasalarını da çiğneyip geçmiştir. Bosh fabrikasındaki sözleşmenin kendileri için de geçerli olması talepleri, patron ve sendika tarafından, “bir kez TİS imzalandı, değiştirilemez, yasal değil” denilerek reddedilmişti. Fakat direniş devam edince, üç yıl için imzalanan TİS, 6 ayda “kadük” oldu. Patronlar işçilerin ücretlerinde şöyle ya da böyle iyileştirme yapmak zorunda kaldılar.
Yasaların ve yasakların parçalanmasını, en net biçimde grev yasağının çiğnenmesinde görüyoruz. 12 Eylül’ün grev yasası ile işçilerin greve gitmesi zaten oldukça zorlaştırılmıştı. Bir de buna hükümetlerin “milli güvenlik nedeniyle” grev ertelemesi eklenince, grev yapmak olanaksız hale geldi. En son Metal işkolundaki grev ertelemesi hatırlardadır.
Bu işkolundaki sendikalardan Birleşik Metal İş, (BMİS) 15 Ocak’ta 22 fabrikada grev kararı almıştı. Fakat grev başlar başlamaz Bakanlar Kurulu kararı ile ertelendi. İşçiler yaptıkları toplantılarda “greve devam” dediler. Ama BMİS, işçilerin bu istemine uymadı. Bazı fabrikalar fiilen bir-iki gün grevi sürdürseler de, grev başlamadan bitti.
İşçiler, grevi erteleyen hükümete olduğu kadar, haklarını aramayan sendikaya karşı da tepkiliydiler. “İşçilerde öfke var, ama karar alan ve uygulayan bir yapı yok!” diyordu bir işçi ve “herkesin kucağında odun var, ateşi yakacak birini arıyor!” diyerek çaresizliklerini, arayışlarını anlatıyordu.
İşçiler, bu “ateşi” sadece ve sadece kendilerinin yakacaklarını anladılar. İşbirlikçi-uzlaşmacı sendikalardan ellerini yıkadılar. Kendi örgütlerini kurdular ve grevlerini gerçekleştirdiler. Böylece tüm işkollarında grev yasağını ortadan kaldırmış oldular. Çünkü metal işkolundaki direniş daha bitmeden, petro-kimyada da fiili grev başladı.
Metal’deki grev yasağı üzerine yazdığımız yazıda şunları söylemiştik: “Son grev ertelemesi bir kez daha gösterdi ki, sadece ‘yasal prosedür’ içinde kalınarak haklar elde edilmiyor… Metal işçileri greve çıkarken, taşıdıkları dövizlerden birinde “Bize gücünüz yetMESS” yazıyordu; metal patronlarının örgütü MESS’i hedefleyerek… Ama sadece metal patronlarıyla değil, onların arkasında duran devletle ve yasalarıyla da mücadele etmeleri gerekiyor. Bu da örgütlülükten geçiyor. Hem de gerektiğinde sendikayı bile aşacak bir iç örgütlülükten… İşçi sınıfı işbirlikçi-uzlaşmacı sendikaları da aşarak, başta grev hakkı dahil, gaspedilen haklarını bir bir kazanacaktır. Gelinen nokta, başka bir yol bırakmamıştır.” (PDD Şubat 2015)
Metal işçisi, grev ertelenmesinden çok değil 4 ay sonra ayağa kalktı ve bunu başardı.
Sınıf hareketinde yeni dönem
Sınıflar mücadelesinde bazı eşikler vardır; onun aşıldığı yerde bir dönem kapanır, yeni bir dönem başlar. Nasıl ki, Haziran direnişi, halkın bentleri aşarak coşkun bir sel gibi akmasına ve korku duvarlarını yıkmasına yol açtıysa ve “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” hissiyatı yarattıysa; Metal direnişi de yukarıda saydığımız bir çok yasağı-yasayı yerle bir ederek, sınıf hareketinde yeni bir dönemi başlatmıştır.
Bunların başında işçilere sürekli empoze edilen “yasal prosedür”le, mücadeleyi yasalara hapseden sendikal anlayışın aşılması geliyor. Elbette tümden yıkıldığı söylenemez, ama işçiler kendi deneyimleriyle “meşru”luğun “yasal”lıktan farklı ve daha önemli olduğunu anlamaya başladılar. Birlikte hareket ettikleri zaman, ne büyük bir güç olduklarını gördüler. Renault ve Tofaş’tan sonra birçok fabrikada yasal engellere rağmen direnişlerin başlaması bunun göstergesidir.
Hiç kuşkusuz en büyük sarsıntıyı sendikalar geçirdi, geçiriyor. Artık eskisi gibi saltanatlarını sürdüremeyeceklerinin farkındalar. Koltukları ciddi biçimde sallandı. Önceleri yapmadıkları her şeyi “yasal engeller”le açıklayan sendika yöneticileri, şimdi işçilerin “meşru ve haklı” olduklarını söylemeye başladılar. Bunu en somut, Petkim işçilerinin grev yasağına rağmen fiili grevi başlatması karşısında Petrol-İş sendikasından duyduk.
Keza metal işçilerinin Türk-Metal’e karşı yükselen tepkisini, kendi potasında eritmek isteyen Birleşik Metal-İş yöneticileri de, hemen harekete geçmişti. İşçileri, kendi temsilcilerini seçebilecekleri, kendi şubelerini istedikleri gibi kurabilecekleri sözü vererek Birleşik Metal’e çağırdılar. Oysa daha 4 ay önce, işçiler grev kararı almışken, bildik “işçiler hazır değil” yalanına başvuranlar bunlardı. Hem de işçiler o süreç boyunca en sık “bu yoldan dönmeyiz, açlıktan ölmeyiz” sloganını attıkları halde…
Metal işçilerinin Türk-Metal’den toplu istifadan sonra, BMİS’i tercih etmemesinin asıl nedeni, işte bu kötü sicildir. En çok da grev ertelemesi karşısında attıkları geri adımdır. Eğer Birleşik Metal, fiili grevi o anda başlatmış olsaydı, şimdi metal işkolunda en fazla üyeye sahip sendika olabilirdi. Metal işçilerinin sadece Türk Metal’e değil, bir bütün olarak sendikalara tepkili olmaları ve uzak durmalarında, BMİS’in bu tutumu belirleyici olmuştur.
Ancak metal direnişi sonrası, sendikalar da, sendika yöneticileri de artık eskisi gibi olamayacaklarını biliyorlar. Ne patronlarla bu kadar açıktan işbirliği yapabilecekler, ne de devletin yasal engellerini işçilerin karşısına dikebilecekler. Daha önemlisi, işçiyi eskisi gibi küçümsemekten, hor görmekten vazgeçecekler. Görünüşü kurtarmak için bile olsa, işçinin görüşünü almadan TİS’leri imzalamaya kalkmayacaklar. Kısacası faşist, işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikacıların rahatları kaçtı. Hiçbiri koltuğunda eskisi gibi oturamayacak, 12 Eylül sendikacılığının keyfini süremeyecek!
Elbette bütün bunlar, işçilerin kendi iç örgütlülüklerini kurması ve güçlendirmesine bağlı olarak gelişip pekişecektir. İşçiler sınıf sendikacılığı yolunda ilerledikçe, devrimci işçileri sendika yönetimlerine getirdikçe, sarı sendikaların yerini kızıl sendikalar aldıkça, işbirlikçi sendikaların ve sendikacıların tahtı yıkılacaktır.
Metal direnişi, nasıl ki, son 10 yılda gelişen irili-ufaklı bir dizi işçi-emekçi hareketinin birikimleri üzerinden gerçekleştiyse, yeni direnişler de Metal’in dersleriyle donanmış olarak daha ileri noktalara ulaşacaktır. Seka, Tekel, Grief, Yatağan, 1 Mayıslar ve tabi ki, Haziran direnişi, Metal direnişine uzanan kilometre taşları olmuştur. Petkim, Metal’den aldığı bayrağı ilk dalgalandıran oldu. Bunun arkası gelecektir.
Direnişin eksiklikleri
Buradan metal direnişinin temel eksikliğine, örgütlülük ve bilinç düzeyindeki geriliğe geçebiliriz. Onun için önce işçilerin direniş esnasında nasıl örgütlendiklerine bakmakta yarar var.
Metal’de direnişin başını çeken Renault işçileri, “ÜET” dedikleri en küçük üretim birimlerinden yukarı doğru “işçi komiteleri”ni kurmuşlar. Herkesin katıldığı seçimle kurulan bu komiteler, hiyerarşik bir örgütlenme ağı yaratmış. Bir Renault işçisi, bu durumu şöyle anlatıyor: “Herkes kendi bölümünde komite toplantısı, değerlendirme yapar. Bu, temsilciler yoluyla merkezileşir, burada değerlendirilir ve ortak karar haline gelir. Aynı şekilde bir görüşme olduğunda da sözcüler gelir açıklama yapar. Evet ya da hayır biçiminde oy kullanılır. Hangisi çoğunluktaysa o karar haline gelir.” Son derece demokratik ve şeffaf bir örgütlenme!
Bu komiteler, Renault’ta direniş başlamadan önce kurulmuş. Direniş de komitelerin inisiyatifiyle başlamış ve her aşamada onlar üzerinden yürümüş. Renault’u diğerlerinden daha güçlü kılan da bu özelliği. Tofaş’ta ise işçiler, komitelerini direniş esnasında oluşturmuşlar. Renault’un deneyiminden öğrenip, onlardan yararlanmışlar. Bir Tofaş işçisi, komitelerin kurulmasıyla yaşanan değişimi şöyle anlatıyor: “Dağınıklık gitti bir kere. Kim geliyor kim gidiyor bilinmiyordu. Bizdeki üretim birimi olan TÜT’lerden en güvenilir isimlerden birer temsilci ve birer yardımcı seçtik… Komiteler kurulduktan sonra direniş yerinde sürekli bekleyen işçi sayısı da arttı. Her üretim birimi sabah sayımla başlıyor. Daha önce bir görüneyim diyenler, şimdi çadırını kurup yerleşti.”
İşçiler kendi deneyimleriyle komitelerin ne kadar önemli olduğunu görüp kavrıyor. Sınıf disiplinini, komiteleri aracılığıyla doğrudan direnişlerine yansıtıyorlar. Aynı zamanda devletin ve patronun her tür saldırısına, parçalama girişimine, bu örgütlülük ile karşı duruyorlar. “Direniş küs işçileri bile barıştırdı” diyor bir işçi. Direniş öncesi CHP’li, AKP’li ve MHP’li işçilerin kendi aralarında birbirlerine takıldıklarını, ama direniş sonrasında bu tür konuşmaların tamamen durduğunu söylüyor.
Direniş birleştiriyor. Örgütlü davranmaları, bu birliği sağlamlaştırıyor ve her tür saldırıya karşı koruyor.
Metal direnişinin böylesine büyük ses getirmesi ve birçok ilki gerçekleştirerek yeni bir dönemi başlatmasında, hiç şüphesiz en önemli faktör, kendi içlerinde yarattıkları bu örgütlülüktür. Direnişin en büyük kazancı budur.
İşyeri komite ve meclisleri, ’89 Bahar eylemlerinin öne çıkardığı işçilerin taban örgütleridir. Diğer taban örgütlerinden (TİS ve grev komiteleri gibi) farkı, geçici değil, kalıcı olmalarıdır. Fakat bu komiteler, sendikalara alternatif ya da sendikaların yerine ikame edilecek örgütler değildir. Aksine sendikaları güçlendiren, onu tabana yayan örgütlerdir.
Metal direnişinin temel eksikliği, tek tek fabrikalarda bu komiteler sayesinde bir örgütlülük yaratılmış iken, işkolu bazında örgütlülükten yoksun oluşudur. Bu da ancak sendika ile mümkündü. Ama bırakalım işkolunun tümünü, direnen fabrikaları koordine edecek merkezi bir örgütlülükten bile yoksundular. Bu durum, direnişi başlarken de biterken de birbirinden kopuk, ayrı ayrı davranan fabrikalar haline getirdi ve zayıf düşürdü.
Metal işçisi, faşist Türk-Metal sendikasına duyduğu haklı tepkiyi, işçi sınıfının en önemli örgütü olan sendikaya yöneltmemeli, sendika düşmanlığına yol açmamalıdır. Sadece Türk-Metal de değil, bugün varolan sendikaların büyük bir çoğunluğu işbirlikçi-uzlaşmacıdır. Ancak bu, bir örgüt biçimi olarak sendikanın suçu değildir. Sendika bir araçtır. Önemli olan, onun hangi amaçlar için ve hangi hedefler doğrultusunda çalıştığıdır; yani içeriğidir. O içeriği belirleyecek olan da, işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyidir.
Genel olarak Türkiye işçi sınıfının, örgütlülüğü ve sınıf bilinci zayıftır. Özellikle 12 Eylül sonrasında böyle olması için özel bir çaba harcandı. Bir yandan yasalar, bir yandan gerici-faşist ideolojik bombardıman ile, işçilerin sadece eline-koluna değil, beynine de pranga vurulmak istendi. Bunların başında sendikaların siyaset dışıymış gibi gösterilmesi geliyor. İşçiler arasında da “siyaset yapmayalım, biz ekmek kavgası veriyoruz” sözü, sıkça söylenen ve kabul gören bir yaklaşımdır. Siyaseti de “düzen partileri” olarak algılamaktadırlar. Metal işçilerinde de bu yaklaşımı değişik biçimlerde gördük. Destek ve dayanışma için gelen partilere ve çeşitli devrimci-demokrat kurumlara dahi izin verilmedi.
Elbette işçi sınıfının birliğini parçalayacak her tür girişimden uzak durulmalıdır, hele ki bir direniş sırasında bu yaşamsal önemdedir. Başta düzen partileri olmak üzere bazı kurumların direnişleri kendilerine kürsü yapmalarına izin verilmemesi, anlaşılır bir durumdur. Ancak bu, destek ve dayanışmayı engelleyecek boyutlara ulaşmamalıdır. Daha önemlisi, sendikalar dahil her kurum ve kişinin siyaset yaptığı, “ekmek kavgası” denen şeyin siyasetin ta kendisi olduğu gerçeğinin işçiler tarafından kavranmasıdır.
Burjuvazinin elindeki her tür olanakla işçilerin bilincini kararttığını biliyoruz. Yanı sıra sendikalar gibi siyasetin de “kirletilmiş” olması, sınıf siyasetini taşıyacak “öncü”lerin yetersizliği gibi faktörler, işçileri bu geri bilince mahkum ediyor. Metal işçilerinde de görülen sendika ve siyaset konusundaki bu gerilik, ancak mücadele içinde yaşadığı deneyimler üzerinden aşılacaktır. Öncülerin sınıfla bağlarını güçlendikçe, bu süre daha kısa ve daha sancısız gerçekleşecektir.
Destek ve dayanışmanın önemi
Bir direnişin başarısında, destek ve dayanışmanın yaşamsal önemde olduğu bilinir. Özellikle ailelerin direnişin yanında olması, hatta onun bir parçası haline gelmesi, direnişin geleceği açısından belirleyicidir. Metal işçileri de bunun bilinciyle hareket ettiler. Direnişin ilk gününden itibaren aileleri fabrikalara aktı, maddi-manevi yardımlarını sundu. İşçiler, “ailemizi her zaman yanımızda gördüğümüz için, daha çok cesaretlendik. Onlar olmasa bizim direnişimiz bu noktada olmazdı” dediler.
Ailelerin yanı sıra devrimci-demokrat kurumlar, desteklerine koştu. Başta gıda olmak üzere her tür ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştılar. Bu kez aydınlar ve öğretim üyeleri de işçileri yalnız bırakmadı.100’e yakın akademisyen, yaptıkları açıklama ile işçilerin taleplerinin yerine getirilmesini istedi. Direnişin ILO ve uluslararası hukuka uygun olduğuna vurgu yaptılar.
Sadece ülke içinden değil, dünyadan da destek ve dayanışma mesajları geldi. Uluslararası sendikaların yanı sıra Brezilya ve Fransa’daki sendikalardan temsilcilerini gönderenler oldu. Direnişin diğer ülkelere de yayılma ihtimali güçlendi vb… Sınıfın uluslararası birliği açısından bu mesajlar oldukça önemliydi.
İçerden-dışardan sunulan destekler, metal işçilerinin moralini yükseltti. Fakat moral bozan şeyler de oldu. Direniş başladıktan sonra Bursa’ya giden bazı küçük-burjuva kesimler, işçilerin onları fabrikaya almamaları üzerine, “işçiler destek-dayanışma istemiyor” türünden şeyler yazıp konuşabildiler örneğin.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, işçilerin geri bilinciyle, desteğe giden kurumlara mesafeli davranmaları eleştirilebilir. Dahası, polisin üzerlerinde yarattığı baskı ile onlarla röportaj yapmak isteyenlerin kimliklerini polise göstermeleri, asla mazur görülemez. Ancak destek ve dayanışmaya giden kişi ve kurumlar da işçi sınıfının direnişinin diğer direnişlerle aynı olmadığını bilmelidir. Orası ne bir “Gezi Parkı”dır, ne de herhangi bir “çadır direnişi”!
Son dönemde destek ve dayanışma denilince ilk akla gelen, direniş yerine gidip oraya bir çadır kurmak oluyor. Direnişin içinde bulunduğu durumdan bihaber, uluorta konuşmalar yapmak, direnişçilere akıl öğretmeye kalkmak da sıkça rastlanan durumlar. Bunlardan vazgeçilmelidir. Sözkonusu olan bir işçi direnişi ise, çok daha dikkatli ve özenli davranmak gerektiği açıktır. Direnişin de bir disiplini, hukuku vardır. Her giden destekçi buna uygun davranmak zorundadır.
Örneğin Metal işçileri, desteğe gelenlere “sözcü”leriye konuşmalarını söylüyor ve sadece “sözcü”lerle muhatap olunmasını istiyorlar. Bu, direnişin güvenliği açısından kendi aralarında aldıkları yerinde bir karardır. Desteğe gelenlerin de buna uymaları gerekir. İşçiler ayrıca destek için yanlarına gelmek yerine, herkesin bulundukları yerde eylem yapması çağrısında bulundular. Bu da doğru bir çağrıydı.
Buna karşılık başta Birleşik Metal İş olmak üzere, kendilerine “mücadeleci sendika” diyen hiçbir sendikadan destek gelmedi. En fazla bir açıklama ile yetindiler. Oysa direnişlere verilecek en büyük destek, eylemli destektir. Her sınıf ve kesim, içinde bulunduğu duruma göre çeşitli eylemlerle destek ve dayanışmasını gösterebilir ve göstermelidir. Elbette başta gıda olmak üzere direnişe maddi destek sunmak da önemlidir. Ama asıl etkili olanı, eylemli destektir. Ne var ki, eksik kalan da budur. Çoğu kez “yasak savma” kabilinden bir açıklama ile yetinilmektedir. Bu tür destek ve dayanışma tarzından uzaklaşılmalıdır artık.
Metal işçileri, destek ve dayanışmanın da nasıl olması gerektiğini hatırlattı. Devletin baskısı ve bilinç düzeyindeki gerilikle kimi yanlış şeyler de yaptılar. Ancak bunları mücadele içinde görerek düzelteceklerdir. Tekel işçileri de Ankara’ya ilk geldiklerinde devrimcilerden “terörist” diyerek uzak durmuşlardı. Ama en zor dönemlerde onların yanında olduklarını görünce, bu düşünceleri hızla değişti. Kendilerine “Müslüman komünist” diyenler arttı.
Bu örnekler, işçi sınıfıyla ilişkide çok daha sabırlı ve bilinçli davranmak gerektiğini ortaya koyuyor. Sınıfın disiplinine uyararak fakat yanlışlarını da eleştirerek, destek ve dayanışmayı eylemli biçimlerle büyütmek gerekiyor.
* * *
“Metal fırtınası” şimdilik dinmiş görünüyor. Ancak her an yeniden esebilir. Patronların verdikleri sözlerde durmama ihtimali yüksektir. Özellikle direnişin başını çeken öncü işçileri işten atmaya çalışacaklardır. Bunun ilk adımları atılmıştır bile. Ama metal işçileri artık kendilerine daha güvenlidir. Direniş sürerken polisin olası saldırısına karşı net bir duruş ortaya koydular ve polisin buna cesaret etmesini durdurdular. “Nasıl ki 5 Mayıs’ta Türk-Metal’ci çeteler, işçiye el kaldırdıkları anda bittilerse, polis marifetiyle işçiye sopa kaldırılırsa o anda siyasi irade, yani hükümet de biter” ifadelerini kullandılar. Patronlar yaptıkları protokole uygun davranmadıkları zaman, metal yeniden harekete geçecektir.
Bu haliyle bile çok önemli sonuçlar yaratmış bulunuyor. Şimdi onları bilince çıkarma zamanıdır. Kazanımları pekiştirmek, eksikleri aşmak için buna ihtiyaç vardır. En başta işçiler kurdukları komiteleri yaşatmalı ve iç örgütlülüklerini sağlamlaştırmalıdır. Başka bir sendikaya üye olsalar da, kendileri bağımsız bir sendika kursalar da, işyeri komiteleri her daim sınıfın tabandan inisiyatifini yansıtan örgütler olarak varlığını sürdürmelidir.
***
İşçiler sefalet patronlar servet biriktiyor
Türkiye’nin en büyük 500 firmasının 172’si metal işkolundadır. Türkiye’de kârlılık oranı en yüksek işkollarından biri de metaldir. Otomotiv sektörü geçtiğimiz yılın ihracat şampiyonu oldu. Tabi ki bu, işçilerin ucuz ücretle, zorunlu mesailerle çalıştırılmasıyla elde edilen “azami kar”la gerçekleşti. Metal işçileri yoksullaştıkça, patronları kar üzerine kar kırdı. Birleşik Metal İş Sendikası uzmanlarının, işyerleri bazındaki hesaplamalarına göre, sömürü oranları Ford fabrikalarında yüzde 314, Tofaş’ta yüzde 551, Türk Traktör’de ise yüzde 587’e ulaşmıştı. Marks’ın yıllar önce söylediği gibi “bir kutupta yoksulluk, diğer kutupta servet” birikiyordu.
Bir Renault işçisi çalışma koşullarını şöyle anlatıyor: “Bir saatte 63 araba çıkarıyorduk. Öyle ki yazın üç dört atlet değiştiriyorduk. Toz toprak içinde. Tuvalet kapıları kilitli değil, ama tuvalete gidecek, su içecek zaman yok. Ama yine de başına dikilip zaman tutarlar, sonra da ‘burada eleman fazla’ diye eleman sayısını azaltırlar. Yıllık izin gelir, izin istediğinde bu kez ‘eleman az olmaz’ derler.”
Bir başka Renault işçisi: “Benim sırtımda bir, belimde iki fıtık var. Bu çalışma sisteminin bana bıraktığı izler bunlar.” -Renault’da çalışıp da bu izleri bedeninde taşımayan işçi yok gibi- “Burada binlerce işçi var ve içlerinde borcu olmayan neredeyse yok. Herkes bir şekilde bankadan borç almıştır. Borcu borçla çevirmiştir.”
8 yıldır TOFAŞ fabrikasında çalışan bir işçi, ayda 1500 ila 1600 TL arasında aldığını söylüyor. Buna fazla mesailer ve tüm sosyal yardmlar dahil.
“Üç kişinin yaptığı işi tek kişi yapıyor” diyor bir başkası. Yeni işe girenlerin, iş yüküne dayanamayıp kısa sürede ayrıldığını söylüyor. “Üretim rekorları kırılıyor ama işçiye bir şey yok,” diyor.
***
Metal işçileri nasıl bir sendika istiyor?
* İşçinin her düzeyde denetleyeceği, her kademenin seçimle belirlendiği, gerektiğinde seçilenlerin geri alınabileceği bir sendikal yapılanma istiyoruz.
* İşçinin 10/20 katı maaş alan, patron gibi yaşayan bir sendikacılığı reddediyoruz. İşçi gibi düşünen ve ortalama işçi kadar maaş alan yöneticilerin olduğu bir sendika istiyoruz.
* İşçiler arası dayanışmayı esas alıp işçilerin birliğini oluşturmak için adımlar atan bir sendika istiyoruz.
* Sosyal tesislerini işçilerin kullanımına sınırsızca açarak eğitimleri için kullanacağı bir sendika istiyoruz, kumarhane değil!
* Toplusözleşmelerini, işçi talepleri doğrultusunda, komiteleri aracılığı ile tüm işçilerin katılımını sağlayarak hazırlayan bir sendika istiyoruz.
* Temsilcilerini seçerek belirlediğimiz bir sendika istiyoruz. Sadece temsilcilerle yönetilen bir fabrika değil, aynı zamanda tüm bölümlerde oluşturulacak işyeri komitelerine dayanan, düzenli toplanarak kararlarını tüm bölümlerde işçilerle tartışarak güce dönüştürecek bir sendikal yapılanma istiyoruz.
*Aidatlar şubelerde toplanmalıdır. Genel merkez aidatı dışında kalan kısımla işçilerin örgütlenmesine harcanan bir bütçe olmalıdır. Mali denetiminin şeffaf olduğu ve aylık internetten ve sendikada işçinin rahatça ulaşabileceği biçimde yayınlandığı bir sendikal anlayış istiyoruz.