Şubat’ta atılan tohum…

Şubat ayı, ihtilalci komünistler için özel anlamlarla yüklü bir aydır. 19-21 Şubat 1979 tarihinde, Mustafa Suphi TKP’sinden sonra Türkiye’deki ilk komünist örgütün tohumları atıldı. O tohumlar kısa sürede filizlendi, çiçeğe durdu…

“Bir tutam kır çiçeği”ydiler başlangıçta, ama Türkiye tarihinin en karanlık günlerinde direnişin simgesi oldular ve kitlelere umut verdiler.

İşkencehaneleri, zindanları ışıklarıyla aydınlattılar. “Yargılayan savunma” ile kara cüppeli cellatları çılgına çevirdiler. Düşmanlarının inlerinde bile onları yenmeyi başardılar.

Düşüncelerini her koşulda savundular ve savundukları gibi de yaşadılar. İçeride-dışarıda, bulundukları her yerde karşı-devrime kök söktürdüler.

Her daim parlayan ve hep doğru yönü gösteren bir “kutup yıldızı”ydı onlar. Rotasını şaşıranlara, yolunu kaybedenlere pusula oldular. Dostlarına güven, düşmanlarına korku saçtılar.

* * *

Bu küçük ama sağlam, her iklimde ayakta kalmasını başaran “kır çiçekleri” toprağın altında kök salmaya başladı. Kökü kuvvetlendikçe yerüstündeki filizleri boy attı ve her yana uzandı. Dallarını kırıldıkça, yeniden ve daha gür çıktı.

Ama “her ağacın kurdu kendi içinde” denir; tohumun filize, filizin ağaca dönüştüğü anda, bu kurtlar çıktı ortaya ve kemirmeye başladı içten içe…

Fakat tohum sağlamdı, içindeki kurtlara direndi, yıkılmamak için canını dişine taktı. Ama kurtlar durmak bilmedi. Dışardan yine heybetli görünüyordu ağaç, ama içten içe çürüyordu. Daha önemlisi kökü zarar görüyor, kendisi olmaktan çıkıyordu.

Bu yiyip-bitirme hali durdurulamazsa, geriye bir kabuk kalacak, sonra o da sökülüp atılacaktı. Özsuyunu tohumun toprağa düştüğü günden alan, fırtınada-boranda o toprağa sımsıkı yapışıp ayakta kalan ve onun gücüyle sağlamlaşıp kendilerine güvenleri artan filizler, bu kurtçuklara savaş açtı. Onların hilelerine, saldırılarına rağmen, özbenliklerini savundular. Ve silkinip kurtuldular bu “ağaç kurtları”ndan…

Ağacın tümünü kurtaramamışlardı belki, ama temel özelliklerini yitirmemiş ve canlanma dinamiğine sahip tohumlarla yeniden güneşe durdular. Her son, yeni bir başlangıç değil miydi? Ve bizzat kendi tarihleri, karanlığın en koyusunda şafağın doğuşuna tanıklık etmemiş miydi?

* * *

Yine bir Şubat ayında, tarihlerinden aldıkları güçle “yeniden doğuş”u gerçekleştirdiler. Bir kez daha tohumları sürdüler toprağa… İlk doğumda olduğu gibi önce toprağın altında sağlam olmalıydılar. “Yeni çağ”, “yeni dönem” diyerek, en temel doğruları reddedip, gelenekten kopanlara inat, “geleneğin izinden” yürüdüler. İlmek ilmek ördüler yapılarını…

Toprak eskisinden daha çoraktı. İklim eskisinden daha sertti. Yağmur ve karla birlikte zehir de karışıyordu sulara. Bütün bunlara karşı eskisinden daha dirençli olmak gerekiyordu, özelliğini yitirmeden ayakta kalabilmek için…

Koca koca çınarların devrilip gittiği, birçok ağacın şekil değiştirdiği bir dönemde, bunu başarabilmek hiç kolay değildi. Ama kökleri sağlamdı. Hem dışarıdan gelen saldırılara, hem de içlerindeki kurtlara karşı direnmek, onları yenilmez kılmıştı. Toprağın içine pençelerini geçirdiler ve yenilenmiş filizler olarak yeniden fışkırdılar.

Ayakta kalmanın, varlığını koruyabilmenin bile zor olduğu bir dönemi daha yine yüzleri ak, başları dik atlattılar. Yeni kavgalara sürdüler motorlarını… Kimi filizleri kırıldı yine, kimisi kurudu, ama yeniden topraktan aldıkları özsuyla canlanıp üzerine yürüdüler düşmanın…

Her iki Şubat’ta da atılan tohumlar tuttu. Zaten ilki tutmamış olsaydı, ikincisinin başarma şansı hiç olmayacaktı.

* * *

“Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik… Çünkü Spartaküs ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıf bilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir… Bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Her şeye rağmen!” demişlerdi bu hareketin kurucuları.

Ve tıpkı bu sözlerin sahibi Spartakistler gibi direnerek ölümsüzleştiler. Faşist cuntaya sıkılan “ilk kurşun” oldular. Her evi, her sokağı “granitten bir kale”ye çevirdiler. Zulümlerin en tufanında “adlarını bile söylemediler.” Ölüm oruçlarında gün gün eriyerek ama gelecek günlere olan inançlarını haykırarak şehit düştüler.

Her biri, birer direniş manifestosu yazarak aramızdan ayrıldı. Son sözleri slogan oldu, duvarlara yazıldı. Elden ele dolaşan bildiri oldu, işçi ve emekçilere ulaştı. Bir avuç “kır çiçeği”nin direnişi, kitlelere yayıldı, genele mal oldu.

Onlar “ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır” demişlerdi. Bu inançla direndiler ve şehit düştüler. Onun içindir ki, programları yaşadı “herşeye rağmen…”

Bu geleneğin izinden yürüyenler, onların iyi birer öğrencisi olduğunu kanıtladılar. Başta programları olmak üzere, temel değerlerini, direnişlerini bugünlere taşıdılar. Özünü koruyarak, somut koşullara uygun bir şekilde geliştirdiler. Kuruluş yıllarındaki gibi, herkesle ayrı düşme pahasına son derece cesur ideolojik-siyasal tespitler yaptılar. Ve bunlar her defasında doğru çıktı.

Savaşa ve faşizme karşı mücadelede bağımsız tavırlarını koyarak, birleşik mücadeleyi ördüler. Savaş karşıtı eylemlerden NATO protestolarına, 1 Mayıslardan Haziran ayaklanmasına, son yıllara damgasını vuran her eylemin örgütlenmesine ve yaşama geçirilmesine önayak oldular. “Saldırıda en önde, geri çekilmede en arkada” ilkesine uygun savaştılar. Yeniden militan ve direnişçi kadro tipini yarattılar.

* * *

Bugün, her iki Şubat’ta atılan tohumların gücüyle yine mücadelenin içinde, ortasındalar. Kaç kez kırılsa da dalları, yine filizdeler, çiçekteler. Ne göçtüler, ne kaçtılar kavgadan. Ayakları her daim bu topraklara bastı. Kökleri hep toprağın altında kaldı.

Üstelik bu çelik suyunu, en zor yıllarda devrimin yüzakı olan önderlerinden, yiğit savaşçılarından almıştı. Onun için kırılmaz, bükülmez oldular.

Şubat’ta atılan tohumların sağlamlığıydı yenilmez oluşlarının sırrı. Bu tohumlar daha nice filizler yetiştirecek. Her geçen yıl köklerini daha derinlere salarak yeryüzüne yemyeşil dallar, kıpkırmızı çiçekler sunacak…

Ve er geç göğe yükselen başı ile işçi ve emekçilerin zafer konvoyunu selamlayacak…

 

 

Su ve ateş çağındaydı soluğumuz

En umutsuz gece yarılarında

En ıssız yollarda bırakıldık hep

Yıkılmadık!

Günün bir yanında avuçlarken güneşi

Bir yüzünde yeniden düştük toprağa

Korkmadık!

Yüreğimizle parçaladık en sert kayaları

Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne

En bereketli yağmurları

Hep kendi soluğumuzla yarattık!

. . .

Yaşamı bilinçten emziriyoruz artık

Umudu sevinçten süzüyoruz

Yolu yok başka yaşamanın

Her sabah geçmişin yüreğine

Filizlenen bir gelecek çiziyoruz.

 

Adnan Yücel

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …