Aşağıdaki yazı, TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden oluşan “III. Emperyalist Savaş sürüyor; DEVRİM GÜNCELDİR” kitabından alınmıştır. AKP döneminde Türkiye’nin nereden nereye geldiğini, AKP’nin hangi saiklerle, nasıl işbaşına getirildiğini ve bu süreçte kimin ne dediğini hatırlamak bakımından yararlı olacağı inancıyla yazının ilk bölümünü yayınlıyoruz.
Giriş
AKP’nin gerici-faşist karakteri, işçi ve emekçilere, ezilen halklara düşman yüzü, geçen süre içinde yeterince anlaşıldı. Esasında bunların işaretleri kuruluşundan itibaren vardı. Elbette AKP geçen zaman içinde güçlendikçe, niteliğini daha açık ve pervasız biçimde göstermeye başladı. Fakat AKP’nin yüzünü uzunca bir dönem saklayabilmesinde ve bugüne dek işbaşında kalabilmesinde, başta burjuva liberaller ve reformist partiler olmak üzere bir bütün olarak muhalif kesimlerin çok büyük payı oldu.
AKP’nin hangi koşullarda, kimler tarafından ve ne amaçlarla kurulup işbaşına getirildiğini bilmek kadar; bu gerçeklerin üstünün nasıl örtüldüğünü ve bunların kimler tarafından yapıldığını da unutmamak gerekiyor. Kendilerini “sol”da gören-gösteren birçok siyasi kurum ve kişi, AKP’yi çok farklı tanıtarak kitleleri yanılttılar. Başta Kürt hareketi olmak üzere bazı devrimci-demokrat kurumlar da bu sürecin bir parçası oldu. Burjuva klikler savaşında AKP’den taraf oldular; işçi ve emekçilerin direnişlerinde (Tekel başta olmak üzere), halk hareketlerinin yükseldiği anlarda (Gezi başta olmak üzere); AKP’nin sıkıştığı her aşamada, onun değirmenine su taşıyan politika ve taktikler izlediler.
AKP’nin yolu böyle düzlendi ve bugünlere böyle gelindi… Yoksa AKP’nin ya da Erdoğan’ın alameti-farikasından değil!.. (1)
AKP’li yıllar, savaşlarla, katliamlarla, asker-sivil darbelerle, krizlerle geçti. 100 yılda gerçekleşecek olaylar, 10-15 yıla sığdı. En yaygın özelleştirmeler bu dönemde yapıldı; ona bağlı olarak taşeronlaşma, esnek çalışma arttı; sendikalar nicel ve nitel güç kaybına uğradı. İşçi ve emekçilere, Kürt halkına yönelik en büyük saldırıların gerçekleştiği, hak ve özgürlüklerin budandığı, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul hale geldiği bir dönem oldu.
Fakat en büyük direnişlerin, işçi eylemlerinin, fiili grevlerin, halk ayaklanmalarının yaşandığı dönem de, yine bu dönemdir. Baskı ve sömürü, açlık ve işsizlik ne kadar yoğun ve büyükse, direnişler de bir o kadar yoğun ve büyük oldu. Direniş ateşi hiç sönmedi. Bazen küçük ya da öbek öbek yansa da, harlandığı zamanlar görüldü. AKP, en zor dönemlerini, Tekel Direnişi ve Haziran Ayaklanması başta olmak üzere böyle süreçlerde yaşadı. Ne seçimler, ne burjuva muhalefet AKP’yi böylesine sıkıştırabildi. Aksine muhalefet, AKP’nin sıkıştığı her aşamada ona soluk borusu oldu, yeniden canlanıp saldırıya geçmesine zemin hazırladı.
Neredeyse her yıl seçimlerin, referandumların yapıldığı, fakat hile ve entrikalarla bunların iyice anlamsızlaştığı, verilen oyların çöp muamelesi gördüğü bir dönemi yaşadık, yaşıyoruz. Ne gariptir ki, böyle bir dönemde devrimci-demokrat kesimlerde parlamentarist hayaller zirveye çıktı; seçimlere katılım düzeyi sürekli arttı, tamamen seçimlere endeksli bir muhalefet yapıldı. Kuşkusuz bu durum Türkiye ile sınırlı değildir. Ne var ki, Türkiye’de uçlarda yaşanmış ve sonuçları daha sarsıcı olmuştur.
Bu bölümde AKP’li yıllarda Türkiye’nin nereden nereye geldiğini ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yaparken AKP hakkındaki yanılsamaları, çarpıtmaları, bilinçli-bilinçsiz AKP’nin ekmeğine yağ süren tespitleri de sergileyeceğiz. AKP’nin toplumsal tabanından hareketle, onu işbirlikçi burjuvaziden azade gösteren, ya da “kendi burjuvalarını yarattı” şeklinde lanse eden değerlendirmelerden, ABD’ye doğrudan bağımlı bir parti olduğu halde, ABD’den, hatta emperyalizmden bağımsızmış gibi gösteren demagojilere kadar, yalan-yanlış görüşleri bir kez daha ele alıp çürüteceğiz.
Bu tür savları ileri sürenler, AKP hakkındaki yanılsamaları beslemekle kalmıyor, genel doğruları ters-yüz ediyor ve bilinçleri bulandırıyorlar. Geleceğimizi de tehdit eden bu görüşlere karşı ideolojik-siyasi mücadeleyi sürdürmek bir zorunluluktur.
I- AKP’NİN İŞBAŞINA GETİRİLİŞ SÜRECİ
AKP’nin diğer partilerden farkını anlamak için, hangi konjonktürde, ne amaçla ve kimler tarafından kurulduğunun bilinmesi gerekiyor. Ve tek başına hükümet olabilmesi için, önceki hükümete nasıl operasyonların çekildiği, ayak oyunlarının oynandığı; AKP’nin önünün adım adım nasıl düzlendiği hatırlanmalıdır. Çok uzak bir geçmişten değil, 2000’li yılların başlarından sözediyoruz.
Burada nirengi noktamız 3 Kasım 2002 seçimleridir. Bu seçimlerin öncesi ve sonrası, AKP’nin röntgenini çekmek bakımından önemli bir kesittir.
AKP, 3 Kasım 2002 seçimleriyle geldi ve bir daha gitmedi. Sonrasında genel-yerel seçimler, referandumlar, muhtıralar, darbe girişimleri, hatta Türkiye tarihinin en büyük halk hareketi, AKP’yi yıkamadı. Kimi yaralar aldı kuşkusuz, fakat öldürmeyen bu yaralar, onu daha saldırgan hale getirdi ve hükümranlığını pekiştirdi. Böylece -CHP’nin “tek parti dönemi”ni saymazsak- Türkiye Cumhuriyeti’nde en uzun dönem işbaşında kalan parti oldu. (2)
AKP’nin işbaşına geliş süreci, ABD’nin yeni emperyalist savaşı başlatma kararıyla doğrudan bağlantılıdır. ABD, 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’nün binası olan “ikiz kuleler”e yapılan saldırıyı, sarsılmaya başlayan hegemonyasını yeniden tesis edebilmenin bir aracı yaptı. Ve savaşın merkezini de Ortadoğu olarak belirledi. Ortadoğu’nun ortasında yeralan Türkiye, bu savaşın “merkez üssü” olacaktı. Özellikle Irak işgali öncesi ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı öylesine yaşamsaldı ki, İngiltere dışındaki Avrupa ülkelerini yanına çekemeyen ABD’li yetkililer, “bu savaşta ABD’nin kimseye ihtiyacı yoktur, Türkiye’den başka!” diyecekti.
O dönem Türkiye’de DSP-MHP-ANAP’tan oluşan bir koalisyon hükümeti vardı ve bu hükümet, ABD’nin kimi isteklerini yerine getirmiyordu. Bülent Ecevit’in başbakanlığını yaptığı hükümetin parçalı yapısı, özellikle Ecevit’in Irak’taki Saddam rejimiyle kurduğu ilişki, ABD’yi rahatsız ediyordu. Irak işgalini başlatmadan önce, Türkiye’de tamamen kendine bağımlı bir hükümet kurmak istiyordu ve zaman kısalıyordu.
AKP’nin doğuşu- “Ilımlı İslam” projesi
AKP, 14 Ağustos 2001 tarihinde kuruldu. Kurucuları, kendilerini “milli görüş” olarak tanımlayan, dinci-gerici ideolojiye sahip parti ve derneklerde yöneticilik yapmış kişilerdi. ‘60’lı yıllarda gelişen devrimci gençlik hareketinin karşısında konumlanan Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) yönetici ve kadrolarıydılar. Abdullah Gül, bir dönem MTTB’nin İstanbul İl Başkanlığı’nı yapmıştı. Tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen 1969 Şubat’ında ABD’nin 6. Filosu’nun Türkiye’ye gelişini protesto eden devrimcilerin üzerine saldırıp katleden de, MTTB’nin bu kadrosuydu. Katliamı bizzat örgütleyen İsmail Kahraman, AKP’den milletvekili olacak, sonra TBMM Başkanı seçilecekti.
70’li yıllarda MHP’li sivil-faşistler öne çıkınca, MTTB geriye itildi. Bunun üzerine MTTB içinden “Akıncılar” ya da “Ak-genç” adıyla bir grup ayrıldı. “Ak-genç” Necmettin Erbakan’ın başkanı olduğu Milli Selamet Partisi’nin gençlik kolu olarak faaliyet gösterdi. AKP’nin “Ak Parti” olarak kodlanması ve herkesi “Ak Parti” demeye zorlamaları, bu geçmişe yapılan atıftandır. Her ne kadar “milli görüş gömleğini çıkardık” deseler de, geçmişlerini hatırlatan imgeleri kullanmaktan geri durmadılar. “Ak-genç” ve “Akıncılar” sıfatını sonrasında da kullanmaya devam ettiler.
AKP kurucuları Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Dengir Mir Fırat, Abdüllatif Şener vb. işte böyle bir geçmişe sahiptiler. Yani ABD’yle daha gençlik yıllarında ilişkileri vardı. Aynı durum, AKP’nin entelektüel ve bürokratik alanda güçlenmesini sağlayan Fetullah Gülen Cemaati için de geçerlidir. F. Gülen, ABD ve onun istihbarat örgütleriyle başından itibaren ilişki içinde olmuş, ‘60’lı yıllarda CIA’nin kurduğu “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin Erzurum şubesinin yönetiminde yeralmıştı. AKP ile Gülen Cemaati’ni biraraya getiren de ABD’dir.
Genel olarak emperyalizm, özelde ABD, her dönem dini kullandı. Esasında sömürgeci devletler, kitleleri hakimiyeti altında tutabilmek için din silahına sürekli başvurdular. Fakat insanlığın ileriye doğru attığı her adım, dinin kullanımını sınırlandırdı. Feodalizmden kapitalizme geçişte, dinde reform, aydınlanma gibi aşamalardan geçilmiş, ensonu sosyalizmle dinin etkisi önemli oranda kırılmıştı. Fakat ‘90’lı yıllarda “sosyalizmin yenilgisi”yle birlikte dinci gericilik adeta dizginlerinden boşaldı. O kadar ki, cihatçı çeteler ortalığa salındı, “yeni ortaçağ” denilen bir dönem başlatıldı.
ABD’nin, üçüncü emperyalist savaşa hazırlanırken “ılımlı İslam” projesini devreye sokması, bu konjonktürle bağlantılıdır. Başlangıçta “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) olarak adlandırılan sonra “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (GOP) halini alan, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik savaş stratejisinin ideolojik dayanağı (ya da kamuflajı) “ılımlı İslam” olacaktı. Bu sayede Ortadoğu halklarında artan ABD karşıtlığı nötralize edilecek, işgal ve ilhak edilen yerlerde belli bir kitle desteği sağlanabilecekti.
Bunun test edileceği ülke ise, Türkiye’ydi. Müslüman ülkeler içinde “laik ve modern” görümüyle Türkiye, diğer ülkelere “model” olabilirdi. (3) Tam da o dönemde kurulan AKP, bu “model” için biçilmiş kaftandı. 28 Şubat “postmodern darbesi”yle Erbakan’ın Refah Partisi kapatılmış, Fazilet Partisi (FP) kurulmuştu; FP içinden ABD ile işbirliğini savunan ve devletin resmi politikalarıyla uyumlu çalışmaya hazır muhalif bir grup çıktı. Bu grup, FP’nin yönetimini ele geçirmeyi başaramayınca, AKP’yi kurdu.
AKP’nin kuruluşundan hemen sonra -Ocak 2002’de- Erdoğan, ABD’ye gitti, ABD’nin üst düzey yöneticileriyle görüştü. ABD’nin o dönemdeki savunma bakan yardımcılarından “karanlıklar prensi” diye tanınan Richard Perle ile de görüşen Erdoğan, ABD’nin Irak işgali dahil BOP planına destek vereceklerini söyledi. Afrika’dan Asya’ya kadar 22 ülkeyi içine alan coğrafyada rejimleri değiştirmeyi öngören bu planın “eşbaşkanı” Erdoğan oldu. Öyle ki, AKP kongresinde bunu övünerek duyuracaktı.
Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı iken de ABD büyükelçisi ve başkonsolosu ile sık sık görüşmeler yapmıştı. 3 Kasım seçimlerinden hemen sonra yine ABD’ye gidecek, resmi bir sıfat taşımadığı halde (siyasi yasaklı olduğu için milletvekili seçilememişti) ABD Başkanı ile görüşecekti. Bu, ABD tarihinde görülmemiş bir şeydi ve “gayri-resmi” yapılıyordu. AKP’nin ABD’ye bağımlı kurulduğu o kadar açıktı ki, Erdoğan başbakan olduktan sonra da ABD’yi adeta “su yolu” yaptı. 2002-2005 yılları arasında tam 5 kez ABD’ye gitti. Türkiye’de ABD’yi en fazla ziyaret eden parti lideri oldu.
ABD ise, AKP ve Erdoğan’ın önünü açmak için elinden geleni yaptı. Ecevit’in başbakanlığını yaptığı koalisyon hükümeti (DSP-MHP-ANAP) daha seçimlere iki yıl varken “erken seçim”e zorlandı. Ecevit’in hastalığı bahane edilerek, yoğun bir anti-propagandaya girişildi. TÜSİAD patronları, büyük medya sahipleri ve ona yedeklenen “sivil toplum kuruluşları” hükümet aleyhine propaganda yaptılar. Koalisyon hükümetinin başbakan yardımcısı olan Devlet Bahçeli, 3 Kasım tarihini vererek “erken seçim” için çağrı yaptı.
Şubat 2001 krizinin ardından bir “kurtarıcı” olarak Dünya Bankası’ndaki görevinden alınıp Türkiye’ye gönderilen Kemal Derviş, bu oyunun önemli bir parçasıydı. Sonradan CHP’ye geçen Kemal Derviş, IMF’nin saldırı paketlerinin meclisten hızla geçmesinde ve hükümetin çökertilip AKP’nin önünün açılmasında önemli bir rol üstlendi. Ve hangi parti işbaşına gelirse gelsin, Kemal Derviş’in hazırladığı ekonomi politikanın izleneceği baştan ilan edildi. Nitekim AKP de bu politikaları yaşama geçirecekti.
Kısacası 2002 yılının başından itibaren arka arkaya yapılan operasyonlarla koalisyon hükümetinin ipi çekildi; AKP’nin işbaşına gelmesini sağlayan 3 Kasım seçimlerinin yolu düzlendi. (4)
AKP’nin işbaşına gelişi: 3 Kasım seçimleri
Öncesinde yaşananlar kadar, sonuçları bakımından da 3 Kasım seçimleri, etkisini günümüze dek süren bir alt-üst oluş yarattı. Öyle ki, 50’li yıllardan sonra ilk kez iki partili bir meclis oluştu. CHP dışında tüm partiler yüzde 10 barajının altında kaldı, AKP ise, toplam oyların yüzde 25’ini, seçime katılanların yüzde 34’ünü alarak tek başına hükümet kurdu. 12 Eylül’ün seçim yasasının garabetinden dolayı bu kadar az oyla meclisin yüzde 65’ini ele geçirebildi. Sonraki yıllarda meclisin bileşimi değişti, fakat o günden bu yana AKP işbaşında kalmaya devam etti.
Şubat 2001’de yapılan I. Kongre’mizde, (3 Kasım seçimlerinden yaklaşık bir buçuk yıl önce) Türkiye’de işbirlikçi burjuvazinin blok halde ABD’nin safında olmadığını, içinde başka emperyalistlerin işbirlikçilerinin de olduğunu söyleyerek şu tespiti yapmıştık: “Savaş yakınlaştıkça burjuvazinin iç çatışmaları artacak, klikler arası mücadele sertleşecek ve bu durum erken seçimi, hükümet değişikliğini beraberinde getirecektir.” (Bkz: TİKB(B) I. Kongre Belgeleri, Yediveren Yay.)
ABD’nin Ecevit’in başında bulunduğu “uzlaşma hükümeti”ne değil, bir “savaş hükümeti”ne ihtiyacı vardı. 3 Kasım seçimleri, Türkiye’nin savaştaki konumlanışı için kritik bir öneme sahipti. İyice derinleşen ekonomik kriz, ‘yönetememe krizi’yle de birleşerek çok yönlü bir hal almıştı. Bu durum işçi ve emekçileri, her an patlamaya hazır bir volkan haline getirmişti. Kamuoyu araştırmalarında seçmenlerin yüzde 50’sinin hiçbir partiye oy vermeyeceği görülüyordu. Neredeyse tüm partilerin oyu yüzde 10’un altındaydı.
Böyle bir durumda sandığa gitmek, bu oyuna ortak olmak anlamını taşıyordu. Onun için 3 Kasım seçimlerindeki sloganımız “Savaşa ve krize oy yok” şeklinde oldu. Kitlelerin burjuva partilere artan tepkisini gözönüne alarak “sandığa gitme-oy kullanma” çağrısı yaptık.
Bu kritik aşamada egemenler, 3 Kasım seçimleri öncesi “kime oy verirseniz verin, ama mutlaka oy verin” diyerek, kitleleri sandığa çağırıyordu. Bu nedenle kitleleri cezbedecek sol söylemleri öne çıkardılar. AKP “3Y” olarak kodladığı “Yolsuzluk, Yoksulluk, Yasaklar ortadan kalkacak” diyordu. Düzene “muhalif”, “sistem karşıtı” bir görünümle çıktı. “Askeri vesayet”e karşı, “demokrasiden yana”ydı. (5) Üstelik Tayyip Erdoğan, düzenin “gadrine uğramış”, belediye başkanlığı elinden alınmış, beş ay hapis yatmış “mağdur” bir liderdi!
Başta Kürt hareketi olmak üzere bazı devrimci yapılar, “ordu statükocu, AKP değişimci” diyerek, AKP’yi olumlayan yazılar yazdılar ve seçimlerden umudunu yitirmiş kitleleri sandığa çağırdılar. Buna karşın seçmenlerin yüzde 25’i hiç bir partiye oy vermedi. Bu oran, kitlelerin düzen partilerinden uzaklaştığını net biçimde ortaya koyuyordu. Aynı şekilde bir önceki seçimde şoven propagandayla oylarını yükselten DSP ve MHP’nin baraj altında kalması, Demirel’in partisi DYP ile Özal’ın partisi ANAP’ın siyaset sahnesinden silinmesi de, bunun göstergesiydi. Eğer devrimci-demokrat kurumlar 3 Kasım seçimlerinde kitleleri sandığa çağırmasaydı, oy kullanmayanların oranı daha yükseklere çıkacak, böylece AKP’nin işbaşına gelişi bu kadar kolay olmayacaktı. En önemlisi AKP’nin gelişine katkı sağlanmamış olunacaktı.
3 Kasım seçimlerinden sonra tıpkı ABD’deki gibi iki partili (AKP ve CHP’den oluşan) meclis kuruldu, birine “iktidar”, diğerine “majestelerin muhalefeti” görevi verildi. (Ama bu model tutmadı, kısa sürede meclis yeniden çok partili hale büründü.) Diğer yandan “yeni Osmanlıcılık” adı verilen yayılmacı dış politika ile emperyalist savaşa dahil edildi, faşist diktatörlük pekiştirildi. Daha önemlisi toplumun yapısıyla oynandı; dinci-gericilik yayıldı, tarikatlar palazlandı, yozlaşma ve çürüme derinleşti vb… (6)
AKP’nin ilk sınavı: Irak işgali
AKP’nin ilk dönemi “takiyye” dedikleri “mış gibi görünme” tutumu içinde geçti. Amaçlarına ulaşmak için “Papaz cübbesi bile giyeceklerini” söylemişlerdi zaten. Erdoğan yasaklı olduğu için Abdullah Gül’ün başbakanlığında kurulan ilk AKP hükümetinde, sağ-sol düzen partilerinde yöneticilik yapmış kişiler, “bakan” olarak yer aldılar. Laik kesimlerin tepkisini almamak ve askeri bir müdahaleyle karşılaşmamak için, adımlarını olabildiğince temkinli atıyorlardı. “Devletle, cumhuriyetin kurumlarıyla sorunları olmadığını, kimsenin yaşam tarzına karışmayacaklarını” yineleyip duruyorlardı.
AKP’nin ilk imtihanı Irak işgaliydi. ABD’ye verdiği sözleri yerine getirme zamanı gelmişti. Ama bu hiç de kolay olmayacaktı!
O günlerde dünyada ve ülkemizde savaş karşıtlığı çok güçlüydü. Türkiye’de yüzlerce kurum, devrimci-demokrat aydın ve sanatçının içinde yeraldığı “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” kurulmuş, savaş karşıtı eylemler, mitingler yapılmaya başlanmıştı. 15 Şubat 2003 günü ise, tüm dünyada eşzamanlı olarak savaş karşıtı gösteriler düzenlendi ve bu gösterilere milyonlarca insan katıldı.
“1 Mart Tezkeresi” olarak bilinen, Türk ordusunu ABD’ye bağlı bir şekilde Irak’a sokacak olan tezkere, işte bu koşullarda gündeme geldi. “Koordinasyon” savaş tezkeresinin mecliste oylanacağı 1 Mart günü Ankara’da miting kararı aldı. Ülkenin dört bir yanından yüzbinlerce kişi Ankara’ya aktı. Bu, ülkemizde o güne dek gerçekleşen en kitlesel savaş karşıtı gösteriydi. Mitingteki yüzbinlerle meclise yürünebilseydi, çok daha güçlü bir baskı kurulacak, Türkiye’nin savaşa müdahil olması daha da zorlaşacaktı. “Koordinasyon” bileşiminde yer alan reformist kesimlerin ağırlığı, bunu engelledi. Fakat yine de 1 Mart Tezkeresi’nin meclisten geçmesine izin verilmemiş oldu.
Erdoğan milletvekillerini tek tek çekip konuşmasına rağmen, bazı AKP’liler de tezkereye “hayır” oyu verdiler. Bunun nedeni, yükselen savaş karşıtlığının AKP tabanını da içine alması ve işgal edilecek Irak’ın “Müslüman” bir ülke olmasıydı. Elbette AKP’nin yeni kurulan bir parti olarak acemiliği, Erdoğan’ın milletvekilleri üzerinde tam hakimiyet kuramamış olmasının rolü de vardı. Ayrıca devletin diğer kurumlarında (başta ordu olmak üzere) ABD dışında emperyalistlerin işbirlikçileri baskındı. Örneğin Ahmet Necdet Sezer halen cumhurbaşkanıydı ve Irak işgaline karşı olduğunu belirtmişti. Irak işgaline birçok emperyalist ülkenin karşı çıkması, Türkiye’deki işbirlikçilerini de harekete geçirmişti. Daha sonra klikler arası çatışmanın önemli bir konusu haline gelen 1 Mart Tezkeresi, bu faktörlerin biraraya gelmesiyle reddedildi.
İlk kurulan AKP hükümetinin bir diğer görevi, Erdoğan’ın “siyaset yasağı”nı kaldırmaktı. Gerekli düzenlemeleri iki-üç ay içinde yaptılar; Deniz Baykal yönetimindeki CHP buna destek verdi. Ardından Erdoğan’ın başbakanlığını üstlendiği 59. Hükümet kuruldu.
Erdoğan hükümeti, 1 Mart Tezkeresi’nin şokunu telafi edebilmek için tüm gücünü ortaya koydu. Bir yandan ABD’ye fiilen alanlar açıyor, bir yandan da ikinci tezkereyi hazırlayıp bu kez meclisten geçiriyordu. (Ekim 2003) Bunda önemli bir faktör de, 20 Mart 2003’te ABD’nin Irak işgalini başlatmış olmasıydı. Saddam rejimi beklenenin aksine kısa sürede çökmüştü; fakat Irak halkı direniyordu. ABD, Vietnam’dan sonra “Irak bataklığı”na gömülmüştü.
ABD, Irak’taki başarısızlığını Türkiye’nin verdiği sözleri tutmamasına; bunu da Türk ordusundaki ABD karşıtı komutanlara bağladı. Irak işgali başlamadan hemen önce Milli Güvenlik Kurulu sekreteri olan Tuncer Kılıç, “Rusya, İran gibi bölge ülkeleriyle de ilişkilerimizi geliştirmeliyiz” demişti. Keza eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu görev süresi boyunca ABD’ye hiç gitmemiş, buna karşın Çin ve Rusya’yı ziyaret etmişti. Sadece ordu içinde değil, yargı ve bürokraside de ABD-AB blokuna karşı Rusya-Çin blokunu savunan kesimler vardı. Ve ABD, bu kesimlere karşı büyük bir saldırı hazırlığı içindeydi.
Bunun ilk adımı 2003 Temmuz’unda atıldı; Irak-Süleymaniye’de bulunan Türk özel timine ait üsse baskın yapıldı, subayların kafasına çuval geçirerek esir alındı. Diplomatik girişimlere rağmen bu subaylar günlerce gözaltında tutuldu. Bununla da kalmadı, çeşitli ekonomik yaptırımlar ve siyasi baskılar gündeme geldi.
Oysa AKP, 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesine rağmen ABD’yle gizli anlaşmalar yaparak isteklerini yerine getirmişti. Mesela İncirlik Üssü’nü 2004 başından itibaren “anti-terör üssü” adı altında “transit üs” haline getirmiş ve oradan kalkan uçaklar Irak’a bombalar yağdırmıştı. Ayrıca İskenderun Limanı’nda bekleyen ABD askeri gemisinden, izinsiz biçimde mühimmat ve asker indirilmiş ve karayoluyla Irak’a geçirilmişti. Ama bunlar ABD’ye yetmiyordu. Ortadoğu’daki savaşı kazanabilmesi için, engel olanları temizlemesi ve işbirlikçilerinin elini güçlendirmesi gerekiyordu. Bu dürtüyle “Ergenekon” adıyla bilinen büyük tasfiye hareketini başlattı.
Gelecek sayıda:
AKP’nin darbelerle güçlenmesi
Dipnotlar:
1- Bu kesimlerin günümüzde artık AKP’nin karşısında yer alıyor olmaları, suçlarını ortadan kaldırmıyor. Üstelik özeleştirel bir yaklaşım da sergilemiş değiller. Sanki o dönem AKP’nin desteklenmesi normalmiş, AKP o yıllarda farklıymış gibi davranıyorlar ve halkı aldatmaya devam ediyorlar.
2- 1923’te kurulan TC, 1950 yılına kadar “tek parti dönemi” olarak geçen bir yönetim (gerçekte anti-demokratik bir diktatörlük) ile yönetildi. Atatürk’ün kurduğu CHP, bir devlet partisi olarak yaklaşık 30 yıl ülkeyi yönetti. O dönem çeşitli parti kurma girişimleri olduysa da, -hatta bizzat Atatürk’ün icazetiyle kurulan partiler- farklı siyasi güçlerin toplanma merkezi haline gelmesiyle kısa sürede kapatıldı. İkinci emperyalist savaş sonrası dünya dengelerindeki değişimin ardından Türkiye’de de “çok partili dönem”e geçildi. ABD emperyalizminin işbirlikçisi olarak kurulan Demokrat Parti (DP) 1950 seçimlerini kazanarak tek başına hükümet oldu. 27 Mayıs 1960 askeri darbesine kadar da, yani kesintisiz 10 yıl işbaşında kaldı. Sonrasında hiç bir parti DP kadar uzun süreli tek başına hükümet olamadı. Ta ki AKP’ye kadar…
3- “Medeniyetler çatışması” teorisini ortaya atan Samuel P. Huntington, bir Arap gazetesine verdiği demeçte şöyle diyor: “Müslümanlarda Avrupa kültürü yoktur. Türkiye için en iyi yol, İslam dünyasına dönmektir. Güçlü ordusu ve demokratik rejimi, Türkiye’yi İslam dünyasının liderliğine aday yapmaktadır.”
4- Amerikan istihbaratının önde gelen uzmanlarından Graham Fuller, 2000 yılında -yani 3 Kasım seçimlerinden iki yıl önce- Türkiye hakkında şunları söylüyor: “Kökleri geçmişe dayanan ekonomik kriz, iktidardaki koalisyon partilerinde büyük deprem yaratacak. Fazilet Partisi’nden kopan bir grup ılımlı İslamcı, geniş tabanlı bir siyasi oluşuma gidecek. Bazı etkin siyasetçiler, partilerinden istifa ederek bu yeni oluşuma katılacak. Yeni oluşum kar topu gibi büyüyüp gelişecek. Türkiye’de yakın gelecekte ılımlı İslamcılar iktidara gelecek. Ilımlı İslamcıların yanında İslami söylemlere ters düşmeyen ılımlı sol bir parti de Meclis’e sokulacak.” Ve bu söylenenlerin hepsi bir yıl içinde motamot gerçekleşti.
5- Burjuva aydınların yaydığı bir klişe vardır; “Türkiye’de sağ partilerin oy oranı yüzde 60, sol partilerin yüzde 40” diye. Bunu da CHP’nin en iyi döneminde en fazla yüzde 40 almış olmasına bağlarlar. Oysa CHP’nin yüzde 40’lara ulaştığı ‘70’li yıllar, toplumsal hareketin ve devrimci yapıların en güçlü olduğu dönemdi ve CHP “toprak işleyenin-su kullananın”, “Hakça-halkça bir düzen” gibi sloganlarla büyük bir kitle desteğini alabildi. “Sağ” olarak nitelenen gerici, faşist partiler de, halkçı talepleri öne çıkardıkları ölçüde oylarını yükselttiler. Demagojik de olsa bu yola başvurmaları, gerçekte sol potansiyelin ne kadar güçlü olduğunu göstermeye yeter.
6- 3 Kasım seçimleri, egemenler açısından ne kadar özgün ve önemli ise, Türkiye devrimci hareketi açısından da bir o kadar önemliydi. Ne var ki, birçok devrimci örgüt, 3 Kasım’ın farkını anlamamış, yanlış taktikler izlemiştir. Taktiksel görülen farklılıkların altında, devlet, demokrasi, devrim, emperyalizm gibi temel kavramların çarpıtılması ve parlamentarizmin körüklenmesi vardı. Bunlar o tarihlerde çıkan yayın organlarımızda ideolojik mücadelenin konusu oldu. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Yediveren Yayınları tarafından çıkarılan “Savaş hazırlıklarında bir dönemeç: 3 Kasım Seçimleri” kitabından yararlanabilirler.