AKP’li yıllarda Türkiye’nin genel tablosu- II

Aşağıdaki yazı, TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden oluşan

“III. Emperyalist Savaş sürüyor; DEVRİM GÜNCELDİR” kitabından alınmıştır.

 

AKP’NİN DARBELERLE GÜÇLENMESİ

 

AKP’nin ilk dönemi (2002-2007) Erdoğan’ın deyimiyle “çıraklık” dönemiydi. “İktidar oldular ama muktedir olamadılar” sözü, sıkça söylenen ve genel kabul gören bir tespitti. ABD’nin desteğini almış olmaları, önlerine kırmızı halılar serilerek dümdüz bir yolda yürüyecekleri anlamına gelmiyordu. 1 Mart Tezkeresi’nde görüldüğü üzere “yol kazaları”na uğruyorlardı.

Türkiye’de hiç bir dönem klikler arası mücadele bitmedi. Geçici uzlaşmaların olduğu dönemlerde bile içten içe süren bir çatışma hep vardı. Özellikle emperyalist savaş dönemlerinde klik çekişmelerinin ne denli şiddetlendiği Osmanlı’dan günümüze çok açık görülmüştü. (Bunları 2010 yılında gerçekleştirdiğimiz 5. Konferans’ımızda etraflıca incelemiş ve kronolojik olarak ortaya sermiştik. – Bkz: “Kriz, savaş ve DEĞİŞEN DENGELER” Yediveren Yay.)

Klik çekişmeleri Türkiye’ye özgü de değildir. Emperyalist-kapitalist sistemin doğası gereğidir. Ekonomik alanda tekellerin azami kar için birbirleriyle kıyasıya rekabetlerinin siyasal alana yansımasıdır. Bu durum bağımlı ve faşist ülkelerde daha açık ve sert biçimlerde yaşanır. Sistemin doğasının yarattığı maddi zeminin ötesinde, Türkiye’nin jeostratejik konumu, varolan çelişkileri daha da keskinleştirmektedir. Dolayısıyla herhangi bir emperyalist güç ve işbirlikçisi klik için, Türkiye hiç bir zaman “dikensiz gül bahçesi” olmadı. AKP’nin işbaşına geldiği 2000’li yıllarda ise, bu mümkün değildi. Demirel dahil tüm kıdemli siyasetçiler, “son 50 yıl içindeki en şiddetli iç çatışmayı yaşadığımızı” söylüyordu.

Neden “son 50 yıl”? Çünkü 50 yıl öncesi, yani II. Emperyalist Savaş döneminde Türkiye, emperyalist bloklar arasında sıkışmış ve işbirlikçileri ibreyi kendi lehine döndürebilmek için kıyasıya kapışmıştı. Keza I. Emperyalist Savaş döneminde Osmanlı Devleti de aynı iç kargaşayı yaşamıştı.

Sadece egemen sınıflar arasında değil, bir bütün olarak egemenlerle halk arasında, burjuvaziyle işçi sınıfı arasında mücadelenin en şiddetlendiği dönemler savaş yıllarıdır. Her iki emperyalist savaşta da imparatorlukların yıkıldığı, diktatörlerin devrildiği, devletlerin bölündüğü, haritaların-sistemlerin değiştiği görülmüştür.

AKP dönemi hem klikler arası, hem de sınıfsal-ulusal mücadelenin keskinleştiği ve kıyasıya yaşandığı bir döneme denk geldi. Fakat “öldürmeyen darbe güçlendirir” misali, AKP bu savaşlardan galip çıkarak ve kendini tahkim ederek ömrünü uzattı. Ama Erdoğan, “ustalık” dediği dönemde bile bir çok darbeyi, büyük işçi eylemlerini, halk ayaklanmalarını yaşadı. Hiç bir dönem koltuğunda rahat oturamadı.

AKP’nin uzun yönetiminde “dönüm noktaları” hep oldu. Bunların bir kısmı klik çekişmeleriyle yaşandı, bir kısmı işçi direnişleri, halk ayaklanmalarıyla… Klik çekişmelerinin en uçlarda seyrettiği anlar, Ergenekon operasyonları ve 15 Temmuz darbe girişimiydi. Tabi ki, irili-ufaklı daha pek çok olay yaşandı ve bunlar AKP’de olumlu-olumsuz gelişmelere yolaçtı. Örneğin 12 Eylül 2010’da yapılan anayasa referandumu ile AKP’nin daha rahat at oynatabildiği bir dönem başladı. Fakat bu, Ergenekon operasyonlarının bir sonucuydu. Keza 17-25 Aralık soruşturması AKP’de bir sarsıntı yarattı -ki bu, 15 Temmuz’un ilk provasıydı-, 15 Temmuz sonrası ise, Erdoğan’ın deyimiyle AKP için “Allah’ın lütfu” oldu, dizginlerinden boşalan bir saldırganlık dönemi başladı.

15 Temmuz’un da Ergenekon’un da arkasında ABD vardı. Fakat Ergenekon, AKP’nin önü açılsın diye yapıldı; 15 Temmuz ise, AKP’yi dizayn etmek için… Elbette her ikisinde de amaç, ABD’nin çıkarlarını maksimum düzeyde gerçekleşmekti. O çıkarlar için kişiler, partiler rahatlıkla harcanabilirdi.

 

Klik çatışmalarının şiddetlenmesi ve

Ergenekon operasyonları

Klik çatışmaları 2007’den itibaren daha açık ve daha şiddetli bir hal aldı. Bu tarihin önemi, cumhurbaşkanı seçimlerinin o yıl yapılacak olmasıydı. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimi, hemen her dönem sorunlu olmuştur, krizlere yol açmıştır; 2007’de de öyle oldu.

AKP cumhurbaşkanını da kendinden yaparak önünü açmak istiyordu. Diğer klikler içinse, cumhurbaşkanlığı “son kale”ydi ve bu “kale” düşmemeliydi! Halen güçlü oldukları kurumlarla (ordu ve yargı) AKP’yi sıkıştırmaya başladılar; kitle desteğini de arkalarına alabilmek için “Cumhuriyet mitingleri” adını verdikleri büyük gösteriler gerçekleştirdiler. Aynı dönem “türban” tartışmalarının da alevlendiği bir kesitti. “Eşi türbanlı bir cumhurbaşkanı istemiyoruz” söylemiyle, “dinci-laik” çatışmasını körüklediler. AKP destekçileri ise, emekli bir generalin “güncesi”ni yayınlayarak, ordunun hükümete darbe hazırlığı içinde olduğunu yaydı. (O dönem Ahmet Altan’ın yazıişleri müdürlüğünü üstlendiği Taraf gazetesi, polis şeflerinden aldıkları bilgi ve belgelerle “Avrasyacı”ları tasfiye operasyonunu yönlendiren, ABD-AKP karşıt klikleri sindiren bir yayın organı olmuştu. Ordu aleyhtarı yazılarıyla devrimci-demokrat kesimleri de etkileyerek AKP’nin kitle desteğinin artmasında çok önemli bir rol oynadı. )

Klikler arasındaki savaş, hukuksal alanda da sürdü. AKP karşıtları, cumhurbaşkanı seçiminin yapılması için meclisin üçte iki çoğunluğunun, yani 367 milletvekilinin oy kullanması gerektiğini ileri sürdüler. AKP’nin meclisteki sayısı ise 354’tü. AKP, Erdoğan’ın yerine Abdullah Gül’ü aday göstererek geri adım attı. Fakat Anayasa Mahkemesi 367’de ısrar edince “erken seçim” kaçınılmaz oldu.

Tam da o günlerde Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, internet üzerinden AKP’yi hedefe çakan bir muhtıra göndermişti. Tarihe “e-muhtıra” olarak geçen 27 Nisan Muhtırası, ordunun darbe yapacağı savını güçlendirdi ve AKP’nin işine yaradı. (*) Bu koşullarda gerçekleşen “erken seçim”de (22 Temmuz 2007) AKP yüzde 47 oy oranıyla daha güçlü biçimde tek başına hükümet oldu. MHP ve DTP’nin (HDP’nin önceli) desteğini de alan Abdullah Gül, meclisteki  367 barajını aşarak cumhurbaşkanı oldu. 

Böylece AKP önemli bir mevzi daha kazandı. Fakat diğerlerinin pes etmeye niyetleri yoktu. Yargıdaki güçlerini kullanarak AKP’yi “şeriatçı bir odak” olduğu için kapatmaya çalıştılar. AKP kapatılmaktan kıl payı kurtuldu, ama hazineden aldığı yardım kesildi. Sonrasında AKP, rakiplerinin üzerine daha fazla gitmeye başladı. MHP’nin desteğiyle üniversitelerde “türban yasağını” kaldıran yasayı meclisten geçirdi. Başlangıçta “türban”ın sadece üniversitelerde serbest kalacağını söylemişlerdi, fakat sonra ana okullarındaki çocuklardan polis ve orduya kadar her tür kamu kuruluşunda çalışanlara serbest hale getirdiler. AKP’nin “takkiyye”sinde sınır yoktu! Ne yazık ki, türban konusunda “sol”un da desteğini almışlardı.

Bu dönemde “Ergenekon” adını verdikleri operasyonlar ve toplu tutuklamalar, “kontrgerillanın yargılanması”, “askeri vesayetin kaldırılması” şeklinde sunuldu. 2007’nin başında gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesi, gözleri yeniden kontrgerillaya çevirmişti. Aynı dönemde bir rahip öldürülmüş, Hıristiyan yayınlar basan bir yayınevi basılıp çalışanları katledilmişti. Keza Danıştay binası basılıp başkanı öldürülmüş, Cumhuriyet gazetesine bombalar atılmıştı.

AKP kontrgerilla cinayetlerinde öne çıkan bazı isimleri tutukladı. Ardından emekli generallerden gazetecilere, parti yöneticilerinden yazar ve sanatçılara kadar binlerce kişi tutuklandı.

Ergenekon operasyonlarında tutuklananlar, ideolojik olarak “ulusalcı-laik” görüşleri savunuyor ve kendilerini “Avrasyacı” olarak tanımlıyorlardı. O yüzden bu çatışma “dinci-laik çatışması” şeklinde görüldü. Gerçekte ise, ABD-AB blokuna karşı Rusya-Çin blokundan işbirlikçi kliklerin kavgası yaşanıyordu. Ergenekon davasının ilk duruşmasına, Putin’in danışmanlarından, “Avrasyacılık”ın teorisini geliştiren Aleksandr Dugin’in katılmış olması da bunun bir göstergesiydi. Dugin, Ergenekon operasyonlarının CIA-MOSSAD işbirliği ile hazırlandığını söyledi. (**)

Durum bu kadar açıkken, “Ergenekon” davasında kontrgerillanın yargılanacağını zanneden -reformist partilerden kimi devrimci örgütlere kadar- birçok kesim oldu. Bunun bir demagoji olduğu, davalar açılınca net biçimde görüldü. ‘77 1 Mayısı’nda, Gazi’de, Kürt kentlerinde yapılan katliamların hiçbiri iddianamede yoktu. Savcılar açıkça “bu davanın askerle, polisle, MİT’le ilişkisi yoktur” dedi. Tutukladıkları kişiler “hükümeti devirmeye çalışmak” gibi, çok daha büyük bir “suç” işlemişlerdi!

Dünyada yeni bir emperyalist savaşın başladığını göremeyen ve Türkiye’deki her burjuva kliği ABD’ci sanan “sol” kesimler, ya “demokrasi” adına AKP’nin yanında yeraldılar; ya da “anti-ABD”ciliği anti-emperyalizm olarak sunan “ordu”cuların, Kemalistlerin safına katıldılar. “Sol” parçalandı! “Klik çatışmasında taraf olunmaz” diyen devrimci yapıların sayısı ise, bir elin parmaklarını geçmedi.

Biz başından itibaren burjuva klik çatışmalarını “it dalaşı” olarak niteledik ve “herkes kendi bayrağı altına” diyerek, sınıf savaşını yükseltmeye çağırdık. Kontrgerillayı yargılayacak, demokratik hak ve özgürlükleri geliştirecek olan, sınıf mücadelesiydi. Komünist ve devrimcilerin yönünü çevireceği ve tüm enerjisini sarfedeceği yer de burası olmalıydı; fakat ne yazık ki, birçok sol parti ve örgüt, kliklerden birine yedeklendi.

Bu yanlış yaklaşım, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu döneminde de yaşandı. “Yetmez ama evet”cilikle AKP’nin değirmenine su taşıdılar. “12 Eylül yargılanıyor” demagojisine kanarak, AKP’nin yargıyı da ele geçirmesine önayak oldular. Fetullah Gülen’in “mezardakiler bile kalkıp oy kullanmalı” dediği bu referandumda, gerçekten ölülerin kimlikleriyle sahte oylar atıldığı anlaşıldı. Böylece AKP’nin önündeki bir engel daha aşılmış, biraz daha güçlenmiş oldu.

12 Eylül referandumu, Ergenekon’la başlattıkları sürecin zirvesiydi. AKP Ergenekon’la orduda, anayasa referandumuyla yargıda üstünlüğü ele geçirdi. Ve bunları Gülen Cemaati’yle birlikte yaptı. Diğer klikler büyük oranda tasfiye edilerek asker-sivil Gülen’ci kadroların önü açıldı. 15 Temmuz darbesinin “tuğgeneraller darbesi” olarak gerçekleşmesinin zemini böyle oluştu.

 

Bir ABD darbesi: 15 Temmuz

15 Temmuz (2016) darbesini gerçekleştiren Gülen Cemaati’nin ABD ile ilişkisi 50’li yıllara dayanmaktadır. Cemaatin kurucusu Fetullah Gülen daha bir cami imamı iken, CIA’nın kurduğu “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin yönetiminde yer almıştır. 12 Eylül 1980 darbesi, genel olarak dinci-gericiliği, özelde Gülen Cemaati’ni büyüttü. Sonrasında bu Cemaat, ANAP başta olmak üzere neredeyse tüm hükümetlerle uyum içinde çalışarak devletin kurumlarında güçlendi. En zayıf olduğu ordu içinde ise, kurmay yetiştiren Kuleli Askeri Lisesi sınav sorularını çalarak ilk müritlerini yerleştirdi. Yıl, 1986’dır ve Özal başbakandır. (15 Temmuz darbesini gerçekleştiren tuğgenerallerin 1986’da çalınan sorularla askeri okullara giren ilk kuşak olduğu darbe sonrası anlaşılacaktı.)

Gülen’ciler en parlak dönemini AKP’nin işbaşına geldiği 2000’li yıllarda yaşadı. AKP döneminde ordu içinde yapılan tasfiyelerle Gülen’ci subayların önü açıldı, hızlı terfilerle komuta kademesine geldiler. 15 Temmuz öncesi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın yüzde 70’i, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın ise yüzde 90’ının Cemaat’cilerin eline geçtiği söyleniyordu. Zaten darbe, asıl olarak hava kuvvetlerine dayanmış, ABD’nin F-16 savaş uçakları kullanılmıştı.

Bütün bunların ABD-CIA eliyle yapıldığına şüphe yoktur. ABD, “ılımlı İslam” projesini geliştirirken, Gülen Cemaati’ni bu projenin en önemli odağı yaptı. “Hıristiyan ve Yahudi dünyası ile barışık, evrensel hukuka ve demokrasiye saygılı” diye sunarak, başta Müslüman ülkeler olmak üzere tüm dünyaya yayılmasını sağladı. Gülen okullarının açıldığı ülke sayısı, neredeyse BM’ye üye ülke sayısına ulaştı. Bu okulların amacı, gerici ideolojiyle yetiştirdikleri gençleri, ABD işbirlikçisi haline getirmekti. Ki bunlar Türk devleti tarafından desteklenmişti.

ABD, Türkiye’de AKP’yi işbaşına getirirken de Cemaat’i devreye soktu. Devlet içinde yeterli kadroya sahip olmayan AKP’yi Gülen Cemaati’yle takviye ederek kısa sürede “iktidar”a taşıdı ve yine Cemaat eliyle rakip kliklere darbeler indirip güçlenmesini sağladı. Daha net ifadeyle AKP, Cemaat’in yasal partisi gibi çalıştı. Başta milletvekilleri olmak üzere AKP’lilerin büyük çoğunluğu Gülen Cemaati ile bağlantı içindeydi. AKP kadroları ABD’nin Pensilvanya bölgesinde özel güvenlikli bir evde yaşayan Fetullah Gülen’in elini öpmek için sıraya giriyorlardı. (28 Şubat “post-modern” darbesinden sonra Fetullah Gülen ABD’ye gitmiş ve bir daha dönmemişti.)

Peki ne oldu da AKP-Cemaat ortaklığı bozuldu? Elbette bunun yanıtı, çıkar çatışmasıdır. Giderek güçlenen Erdoğan, Cemaat’in dal-budak saldığı yerlere el atmaya başlayınca sorunlar da başgösterdi. İlk çatışma alanı, Cemaat’in mutlak egemenlik kurduğu eğitimde (dershaneler, yurtlar, özel okullar) yaşandı. Ama daha önemlisi, Ortadoğu savaşında yenilgiye uğrayan ABD’nin bu zayıflığından yararlanarak Erdoğan’ın bazı atraksiyonlara girişmesidir. Örneğin ABD’nin İran ambargosunu ekonomik rant karşılığı delmesidir. Rıza Zarrab aracılığıyla yapılan bu işler, Erdoğan’ın başını hala ağrıtmaya devam etmektedir.

Cemaat’in polis ve adliye gücüyle gerçekleştirdiği 17-25 Aralık operasyonu (2013), Zarrab olayını açığa çıkarma ve Erdoğan’ı yolsuzlukla suçlayarak görevden alma girişimiydi. ABD ve Cemaat bu operasyonu, Gezi Direnişiyle birlikte Erdoğan’a yönelik kitle tepkisinin en fazla arttığı bir dönemde düzenlediler. Erdoğan, MİT’le birlikte bunu savuşturmayı başardı. Ama ABD’nin “Erdoğan’sız AKP yaratma” veya AKP’yi CHP ile dengeleme girişimleri devam etti. 7 Haziran 2014 seçimlerinde AKP oy kaybetmiş ve tek başına hükümet olamayacak hale gelmişti. TÜSİAD da AKP-CHP koalisyonu istediğini açıklamıştı. Fakat Erdoğan “bu seçimi tanımıyorum” diyerek 1 Kasım seçimlerini dayattı. Bu esasında bir “sivil darbe”ydi. Sonrasında her yerde patlayan bombalarla kan gövdeyi götürdü ve AKP yeniden başa geçti. Yani ilk darbe Erdoğan tarafından yapıldı.

Erdoğan yönetimi bununla da kalmadı; ABD’nin PYD’yle Suriye’de yaptığı hamlelerine taş koymaya, cihatçı çeteleri ABD’nin kontrolü dışında kullanmaya başladı. ABD ile işbirliğinden yana olan Davutoğlu, başbakanlıktan alındı ve Rusya ile ilişkiler düzeltildi. Erdoğan, ABD’nin Cemaat üzerinden ayağını kaydırmaya çalıştığının farkında olarak, ABD’nin yeniden kendisiyle iş yapmasını sağlamak için, Rusya ile ilişkileri bir koz olarak kullanmaya kalktı. (27 Mayıs öncesi Menderes’in Rusya ile ilişkileri geliştirme manevrasında olduğu gibi…)

15 Temmuz’a giden yolların taşları bu şekilde döşendi. Akşam saatlerinde ve bir dizi beceriksiz girişimle başlayan darbe, kısa sürede bastırıldı. Erdoğan’ın gece yarısı bir televizyon kanalına bağlanarak halkı darbeye karşı sokağa çağırması, darbenin başarısız olduğunun ilk sinyaliydi. Zaten bir süre önce tahliye edilen Avrasyacı subaylar, bir ABD darbesi yapıldığını anlayarak darbecilerle çatışmaya başlamışlardı. Sabah saatlerinde darbenin başarısızlığı kesinleşti.

En fazla 24 saat içinde darbeciler tamamen bertaraf edildi. Darbeyi bastırmak adına ortalığa salınan cihatçı çetelerin yaptıkları ise halen tam olarak bilinmiyor. Ankara Emniyeti’nde kime ne kadar silah verildiği sır gibi saklanıyor. Teslim olmuş askerleri linç eden, Boğaz Köprüsü’nden atan, boğazlarını kesenler hakkında bir işlem yapılmadı. Ama gözaltına aldıkları darbecilere yaptıkları işkenceleri medyaya servis ettiler. İşkenceyi meşrulaştırmak, AKP karşıtlarına gözdağı vermek ve korku salmak için bunu yaptılar. Aradan geçen yıllara rağmen 15 Temmuz ve sonrasında kaç kişinin öldürüldüğü halen bilinmiyor.

15 Temmuz’a dair bilinmeyen daha pek çok şey var. Bu bilinmezlikler (darbenin neden akşam saatlerinde başladığı, köprünün neden tek taraflı kesildiği vb.) ve darbenin kısa sürede bastırılması, “tiyatro” şeklinde değerlendirmelere yol açtı. Erdoğan’ın 15 Temmuz’u “Allah’ın lütfu” olarak görmesi ve 5 gün sonra OHAL ilan etmesi de, bu kanıyı güçlendirdi. Sonrasında CHP, “kontrollü darbe” diyerek bu koroya katıldı.

Biz başından itibaren “tiyatro” söylemine karşı çıktık. Gerçekten bir darbe sözkonusuydu fakat başarısız olmuştu. Çünkü darbenin yapılacağı önceden farkedilmiş ve darbeciler “erken doğum”a, dolayısıyla hata yapmaya zorlanmıştı. Sonraki açıklamalar bunu doğruluyordu. Rusya’nın uydudan telefon trafiğindeki artışı farkedip Erdoğan’ı uyardığı öğrenildi mesela. Avrasyacılığın teorisyeni Dugin’in 15 Temmuz’dan birkaç gün önce Türkiye’ye gelip AKP’lilerle görüşmesi, Rusya’nın üst düzeyden müdahale ettiğini ortaya koyuyordu. Yanısıra Ergenekon davasından tahliye olan subayların (göreve iade edilen, edilmeyen) darbecilere karşı hızla harekete geçmeleri, ABD’den böyle bir darbe beklediklerini ve hazır olduklarını gösteriyordu. Erdoğan’ın sözleri ise çelişkilerle doluydu. Darbe girişimi başladıktan sonra, saatler boyunca ortalıkta görünmeyen Erdoğan’ın, bu sırada ABD ile ne gibi pazarlıklar yaptığı bilinmiyor. Keza olayın başaktörleri MİT müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar hiç konuşmadılar. Sonradan mecliste kurulan darbe komisyonuna çağrıldıkları halde gelmediler, soruların gönderilmesini isteyip kaçamak yanıtlarla geçiştirdiler. Meclisin bu göstermelik raporunu da yayınlamadılar, ardından kaybettiler!

Bütün bunlar 15 Temmuz’a dair gerçeklerin üstünü kapatma çabasıydı. En başta 15 Temmuz’un bir ABD darbesi olduğu saklandı. CHP dahil muhalif partiler 15 Temmuz’u AKP’nin bir oyunu gibi göstererek, zaten ABD’yi tamamen devre dışı bıraktılar. AKP’liler ise, “üst akıl”, “dış mihrak” gibi gizemli tanımlarla ABD’yi kamufle ettiler. Oysa eski CIA başkanlarının 15 Temmuz günü Büyükada’da oldukları açığa çıktı. NATO’nun Amerikalı generalleri darbeci subaylarla uyumlu çalıştıklarını söyleyip tutuklanmalarına karşı çıktı. ABD ve AB ülkeleri, AKP’yi “aşırı tepki vermemeye” çağırdı, “iki taraf da sağduyulu davranmalı” diyerek darbecilerle hükümeti eşitledi Darbenin yenilgiye uğradığı kesinleştiği halde, uzun süre ne ABD, ne AB, darbeyi kınayan bir açıklama yapmadı.

Bütün bunlar, darbenin ABD tarafından tezgahlandığını ortaya koyuyordu. Ne var ki, devrimci kesimler içinde de “darbe başarısızsa ABD yapmamıştır”, “ABD yapsaydı, başarılı olurdu” şeklinde görüşler ileri sürüldü. Bu, ABD’yi “yenilmez” sanan bir bakışın sonucuydu. Oysa 2000’lerin başından itibaren ABD sürekli irtifa kaybediyordu, işgal ettiği ülkelerde bile hakimiyetini kuramamıştı. ABD’nin tek süper güç olduğu kısa dönem geride kalmıştı. Fakat ABD’deki bu gerilemeyi hala göremiyorlardı.

Bir de AKP’nin ABD’nin işbirlikçisi olması, AKP’ye karşı bir darbenin ABD tarafından yapılamayacağı kanısını uyandırdı. Ama darbenin AKP’ye mi, Erdoğan’a mı yapıldığı, ya da Erdoğan’ı “hizaya çekme” amacı mı taşıdığı hala bilinmiyor. Ayrıca emperyalistler, kendi işbirlikçilerini de yeri ve zamanı geldiğinde harcamaktan çekinmezler. Hele ki, Erdoğan gibi yer yer “çizmeyi aşan” biri ise…

Darbenin “siyasi ayağı” halen belirsizliğini koruyor. ABD’nin hem AKP’den, hem de diğer partilerden işbirlikçileriyle bu işi kotaracağı kimse için sır olmasa gerek. Ve bunların isimlerinin -en azından devletin üst düzeyinde-  bilinmiyor olması düşünülemez. Buna rağmen Erdoğan bu kişilere dokunamıyorsa, kendisi zararlı çıkacağı içindir. 15 Temmuz sonrası tüm kurumlardan “FETÖ’cü” diyerek onbinlerce kişi gözaltına alınmış, tutuklanmışken, bir tek politikacıya dokunulmamış olması, başka türlü açıklanamaz. Sonuçta 15 Temmuz üzerindeki sır perdesi açıldıkça, gerçekler daha net biçimde görülecektir. (Ayrıntılı bilgi için Bkz: “Darbe içinde darbe: 15 Temmuz” Yediveren Yay.)

15 Temmuz’un Erdoğan’ı güçlendirdiği, siyasi ömrünü uzattığı ortadadır. Daha önemlisi, darbe girişiminden 5 gün sonra 20 Temmuz 2016’da OHAL ilan ederek temel hakları gaspetmiş, muhalif kesimleri kamu kuruluşlarından tasfiye edebilmiştir. OHAL’in ilanından sonra ilk yaptıkları şey, işçi direnişlerine saldırmak oldu. Ardından devrimci, demokrat gazete ve dergiler basıldı, televizyon kanalları kapatıldı, gösteri ve eylemler yasaklandı. Devrimci tutsaklar üzerindeki baskılar arttırıldı, tutuklama furyasıyla cezaevleri dolup taştı. Öyle ki, dünyada en fazla gazetecinin tutuklu olduğu ülke Türkiye oldu. Cumartesi Anneleri’nin her hafta Galatasaray önünde gerçekleştirdiği oturma eylemleri de OHAL bahanesiyle yasaklandı. HDP’li belediyelere kayyum atandı ve belediye başkanlarının çoğu, HDP’nin eşbaşkanları ve birçok yöneticisi tutuklandı. Kısacası varolan baskı ve şiddet 20 Temmuz sonrası artarak devam etti. 15 Temmuz’a karşı 20 Temmuz, AKP’nin darbesiydi. Daha önce planlayıp da yapamadıklarını, 20 Temmuz sonrası yaşama geçirmeye başladılar. Bunların içinde ordunun yapısını değiştirmek, orduya ait mülklere-arazilere el koymak da vardı.

Ancak 15 Temmuz’un hemen sonrasında AKP’nin bocaladığı, “birlik-beraberlik” diyerek tüm partilerin desteğini almaya çalıştığı, ılımlı mesajlar verdiği kısa bir dönem de oldu. Muhalif partiler de Erdoğan’ın bu hamlelerine ortak oldular, Yenikapı’da birlikte miting yaptılar; Erdoğan’ın zayıf anını değerlendirmek yerine güçlenmesine fırsat verdiler. Bu dönemi atlattıktan sonra Erdoğan, Devlet Bahçeli’nin de desteğini alarak “partili cumhurbaşkanı” olabildi. OHAL koşullarında 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşen bir anayasa referandumuyla o güne dek fiilen yaptıklarına yasal kılıf geçirildi. Hem de mühürsüz oy kullanımı dahil çeşitli hilelerle ve “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek…

Erdoğan’ın bu kadar uzun süre işbaşında kalabilmesinde, muhalif partilerin rolü büyüktür. HDP dahil muhalif partiler hep Erdoğan’ın minderinde dövüştüler; farklı bir hamle yapmadıkları gibi, tabanlarından gelen öfkeyi de bastırdılar. Onun için klik çekişmeleri Erdoğan’ı zayıflatmak şöyle dursun güçlendirmiştir. Darbe girişimleri, e-muhtıralar, parti kapatma çabaları, yolsuzluk operasyonu vb. hepsi sonuç itibarıyla Erdoğan’ın işine yaramıştır. AKP’yi ve Erdoğan’ı gerçekten sıkıştıran ve zor anlar yaşatan asıl güç; işçi ve emekçilerin mücadelesi, halkın isyanıdır. Her zaman en sıkıntılı dönemlerini kitle eylemlerinin yükselişinde yaşamıştır.

 

“Eksen kayması” ve

“alt emperyalizm” teorileri

AKP hakkında yayılan yanlış görüşlerden biri de, ABD ile zaman zaman gerginleşen ilişkilerinden ötürü, ABD-AB blokundan koparak Rusya-Çin blokuna yaklaştığının ileri sürülmesidir. Bunu da Türkiye’de “eksen kayması” şeklinde tanımlamışlardır.

AKP, 2002 yılında ilk hükümeti kurduğunda, AB’ye girme hedefini birinci sıraya koymuştu. O yüzden de “demokrasi havarisi” kesilmiş, peş peşe “AB’ye uyum yasaları” çıkarmıştı. Ancak AB ülkeleri için Türkiye, ABD’nin “Truva atı” durumundaydı. Onun için Türkiye’yi oyalamaya devam ettiler. Sonunda Fransa ve Almanya, “imtiyazlı ortaklık” statüsünü önerdi. Türkiye bunu kabul etmeyince, AKP hükümetinin ilk döneminde estirdiği AB rüzgarı hızını yitirdi.

İlk “eksen kayması” tartışmaları bunun üzerine başladı. Türkiye’nin AB’den, dolayısıyla Batı’dan umudunu kestiği ve yüzünü Doğu’ya çevirdiği iddia edildi. Oysa ABD o dönem İran’ın başını çektiği “Şii ekseni”ne karşı “Sünni blok” oluşturma gayreti içineydi. AKP’nin bölge ülkeleriyle ilişkisini güçlendirmesini bizzat teşvik ediyordu. Özellikle  Filistin’in Hamas örgütüyle yakın ilişkisini kullanarak, “Sünni” Hamas’ı İran’dan uzaklaştırıp ABD’ye bağlamak istiyordu. Benzer bir durum, Suriye için de geçerliydi. ABD, Suriye’deki Esad rejimini İran ve Rusya’dan koparıp kendine bağlamak için AKP’yi kullanıyordu. Fakat sonra bu girişimleri başarısız olacak, yine Türkiye’yi kullanarak Suriye’de gerici bir iç savaşı başlatacaktı. Dolayısıyla AKP’nin bölge ülkeleriyle ilişkileri ABD’den bağımsız değildi.

Fakat sonrasında Erdoğan ile Cemaat’in ilişkilerinin bozulması, Türkiye’nin İran’la ve Rusya ile ilişkilerini arttırması, ABD’ye  rahatsızlık vermeye başladı. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları Erdoğan’a uyarı niteliğindeydi. Bu operasyondan sonra Erdoğan’ın hem Cemaat’le ilişkileri bozuldu, hem de kendini güvenceye alacak adımlar atmaya başladı. İçeride Avrasyacılarla, dışarıda Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi, bunun üzerine oldu. 15 Temmuz sonrası ise, Cemaat “FETÖ’cüler” şeklinde adlandırılıp “terör örgütü” olarak nitelendirildi ve devletin kurumlarından tasfiye edilmeye başlandı. ABD dışında alternatifleri olduğunu göstermek için, Rusya ile ilişkileri geliştirdiler. Türkiye bir NATO ülkesi olduğu halde Rusya’dan S-400 savunma füzelerini aldı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Erdoğan’ın bu adımları, gerçekte ABD ile ilişkileri düzeltme çabasıydı.

Emperyalizme bağımlılık ve hegemonya ilişkileri, günlük olarak ortaya çıkan ve günlük olarak değişen ilişkiler değildir. Ancak konjonktürdeki önemli değişmeler, hegemonya dengelerinde de oynamalar yaratır. Bunu fırsata çevirmek isteyenler, pazarlık gücünü arttırmaya çalışanlar çıkabilir. Ancak bu hesapların ne kadar tutacağı şüphelidir.

Bugüne dek Türkiye koşulsuz biçimde ABD’ye bağımlı bir ülke olmadığı gibi, “Batı”dan koparak yüzünü “Doğu”ya dönen bir ülke de olmamıştır. Hele ki AKP döneminde böyle bir “eksen kayması”ndan sözedilemez. Bölgedeki emperyalist savaş, ABD’nin irtifa kaybetmesi, Rusya’nın güçlenmesi, Erdoğan’ın ABD ile ilişkilerinin sarsılması vb. faktörlerin birleşmesi sonucunda konjonktürel bir durum sözkonusudur; ki o da ABD-AB ile köprüleri atıp Rusya-Çin blokuna eklemlenme şeklinde olmamıştır.

AKP hakkında ortaya atılan bir diğer tez ise, yayılmacı dış politika izlemesi üzerinden Türkiye’nin “alt emperyalist” bir ülke olarak tanımlanmasıdır. AKP döneminde Türkiye, “bölge lideri” olarak bir dönem şişirildi. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Akdeniz, Orta Asya, Hazar bölgesi, hatta Körfez ülkelerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada etkinlik kurabileceği öne sürüldü. Türkiye’nin Müslüman bir ülke ve Osmanlı’nın devamcısı olması dolayısıyla kültürel ve tarihsel bağları fazlaca abartıldı.

AKP’nin işbaşına geliş sürecini anlattığımız bölümde, bunun emperyalist savaşla ve Ortadoğu’daki hegemonya kavgasıyla bağını ortaya koymuştuk. Dolayısıyla AKP’nin diğer hükümetlerden farklı bir dış politika izlemesinde şaşırtıcı bir yan yoktu. Daha ilk yıllarında “çıkarlarımız Anadolu’ya hapsedilemez” diyerek bu politikayı savundular. Dinci-gerici çizgilerine uygun biçimde “Yeni Osmanlıcılık” diye adlandırılan Osmanlı’ya öykünme dönemi başlattılar. “Yemen’den Galiçya”ya uzattıkları ”vatan toprakları”, esasında işbirlikçi burjuvazinin bölgedeki gelişmeleri kendi yararına değerlendirme arzusunu, milliyetçi bir şal ile kamufle etme girişimiydi. Enver Paşa’da somutlanan, güçlü emperyaliste yedeklenerek paylaşımdan pay kapma sevdasının yeniden hortlamasıydı.

Ortaya çıkan fırsatlar ve ondan yararlanma isteği ile onu başarabilme olanağı ve gücü, bir ve aynı şey değildir. Emperyalist sistemde, hegemonya ve nüfuz alanları için yürütülen mücadelenin başarısı, güç ilişkileriyle belirlenir. Başta ekonomik olmak üzere askeri, politik vb. her alanda bir güç olmayı gerektirir.

Gelin görün ki, Türkiye’nin yayılmacı-fetihçi eğilimleri ile bunu gerçekleştirebilme gücünü birbirine karıştıranlar oldu. İçlerinde “solcu” akademisyenlerin de bulunduğu bir kesim, AKP’nin yayılmacı dış politikasını “alt emperyalizm” olarak teorileştirdi. 1990’ların başında da “Emperyalist Türkiye” tezi revaçtaydı. O zamanlar SB’nin çöküşüyle Kafkasya ve Balkanlar’da boşluk oluşmuş, Türk egemen sınıfları bundan yararlanmak istemişti. Türkiye’nin bu çabasını, “ikinci sınıf emperyalizm”, “alt emperyalizm” teorileriyle taltif edenler, emperyalizmi de “ülke coğrafyası dışına yayılma” eğilimi olarak tanımladılar. Oysa bu özellik, sadece emperyalizme özgü değildi; bütün sömürücü iktidarlar, az ya da çok yayılmacılık eğilimini taşıyordu. Yani yayılmacılık, emperyalist dönemle sınırlı olmadığı gibi, yayılmacılık eğilimi gösteren her ülke de “emperyalist” değildi. 

Hele ki, Ortadoğu gibi zengin petrol yataklarının bulunduğu bir bölgede, Türkiye gibi kendi iç pazarına bile egemen olamayan bir ülkenin hegemonya kurabilmesi mümkün değildi. Bölgenin gerçek aktörleri ABD, AB, Rusya, Çin gibi büyük emperyalistlerdir. Türkiye ise, bu arenada başa güreşemeyeceğini bilmektedir. O yüzden tercihini en fazla, bir emperyaliste karşı, diğerinin yanında saf tutarak yapabilir. Zaten emperyalist bir ülke, Ortadoğu gibi bir alanda aslan payını garantiye almadan, hiç kimseyle paylaşmaz. Dolayısıyla Türkiye’nin Ortadoğu’dan Kafkaslar’a uzanan geniş coğrafyada “kendi nüfuzunu kurabileceği,  bölgenin lideri olabileceği” üzerine ortaya atılan görüşler, maddi temelden yoksun, demagojik görüşlerdir. Türkiye’nin geçmişte de, bugün de oynayabileceği en üst sınır, emperyalizme ‘taşeronluk’, ‘koçbaşlık’, ‘köprülük’ tür.

 

Dipnotlar:

(*) Yaşar Büyükanıt ile Erdoğan “e-muhtıra”dan sonra Dolmabahçe Sarayı’nda görüşecekler ve orada konuşulanları “mezara kadar saklayacaklarını” söyleyeceklerdi. Büyükanıt’ın önüne bir “dosya” konulduğu ve teslim alındığı sonradan anlaşıldı. O dönem birlikte hareket eden AKP ve Gülen Cemaati, karşıtlarını zor durumda bırakan pek çok hamle yaptı ve Büyükanıt gibi bazılarını tehdit ve şantajla etkisiz hale getirdi. Karşılık olarak da üst kademedeki generaller bir bir tutuklanırken ona dokunulmadı; hatta emekli olduktan sonra Erdoğan ona zırhlı bir otomobil hediye etti.

(**) Erdoğan’ın ABD ziyaretleri içinde 5 Kasım 2007’de ABD Başkanı Bush’la görüşmesi çok önemlidir. AKP’nin kuruluşundan itibaren bu ziyaretleri örgütleyen AKP kurucularından Cüneyt Zapsu, bu görüşme öncesi ABD’li yetkililere “Erdoğan’ı süpürmeyin, kullanın” demişti. Görüşme sonrasında Ergenekon operasyonlarına hız verildi ve ABD karşıtlarına büyük darbeler indirildi.

2012’de yayınlanan Wikileaks Belgeleri’nde ABD’nin Ergenekon davasıyla yakından ilgilendiği görüldü. Türk polisinin ABD’li yetkililere konuyla ilgili brifing verdiği ve Ergenekon savcısının Erdoğan’la haftalık görüşmeler yaptığı belirtiliyor. Zaten Erdoğan o günlerde “Bu davanın savcısı benim” demişti. Cemaat’le köprülerinin atıldığı 17-25 Aralık 2013’ten sonra ise, Ergenekon’u “FETÖ’nün kumpası” olarak niteledi. Sonuçta 2019’da dosya tamamen kapandı ve tüm sanıklar beraat etti. Ergenekon’da yargılanan tek parti olan Doğu Perinçek’in partisi artık AKP’yi destekliyordu!

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …