Emperyalist savaş neden başlar?

Rusya’nın Ukrayna’ya işgali başladığı günden bu yana, savaşa dair pek çok çarpık görüş yeniden ortalığı kapladı. Putin’in ihtirasları ve “güç zehirlenmesi”nden, Rusya’nın geçmişten bu yana yayılmacı emellerine kadar sözde tahliller havada uçuşuyor. Emperyalist savaşı tek tek liderlere veya ülkelere bağlayan ve bilinçli bir şekilde gerçek nedenini saklayan bu görüşler, ABD’nin Irak işgalini başlattığı dönemde de sıkça karşımıza çıkmıştı. Dahası I. emperyalist savaşı “bir Sırp velihatının öldürülmesi” II. emperyalist savaşı “Hitler’in çılgınlığı” şeklinde açıklayan burjuva tarih anlayışı, III. emperyalist savaşın yaşandığı günümüzde de aynı sığlığıyla karşımızda duruyor. Irak işgalini ABD Başkanı Bush’un kişisel özelliklerine bağlayanlar, bugün Ukrayna savaşını Putin’e bağlıyorlar.

Afganistan ve Irak işgalinden itibaren bu savaşın emperyalist bir paylaşım savaşı olduğunu söylüyor, nedenlerini ortaya koyuyoruz. Ukrayna savaşı ile birlikte yeniden ortaya saçılan burjuva-liberal savlara karşı, ML doğruları hatırlatmak, savaşın gerçek nedenlerini ortaya koymak yaşamsal önemdedir. Onun için Irak işgali döneminde yayınevimiz tarafından (Yediveren Yayınları) Aralık 2003’te basılan “Emperyalist savaşın ekonomi-politiği” başlıklı kitaptan bir bölümü kısaltarak yayınlıyoruz.

 

Emperyalist savaşların özü: Kapitalist-emperyalist ekonomi

Bu savaş, dünya genelinde ‘paylaşılmış toprakların yeniden paylaşılması’ için başlatılan bir savaştır… Savaşı bu noktaya getiren etken; ne tek tek yöneticilerin kötü niyetleri, ne de yanlış politikalarıdır. Hatta silah tekellerinin silah stoklarını eritmek amacıyla savaşı kışkırtması da tek başına savaşı başlatan temel neden değildir, olamaz. Bunun özünde, tekellerin dünya üzerindeki hegemonya mücadelesi vardır. Bu mücadeleyi belirleyen şey de ekonomidir.

Emperyalist savaşa yaklaşımda, liberal reformist kesimlerde görülen eğilim, ABD başkanı Bush’un kişisel özelliklerini abartmak ve savaşı onun kişisel özellikleriyle açıklamaktır. Savaş teşhiri de genel olarak onun zeka düzeyi, kavrayışı, vb üzerinden yapılmaktadır. Bush ya da Saddam giderse bu savaşın durdurulabileceği, ABD’de Clinton (ya da Demokrat Partili başka biri) başkan olsaydı bu savaşın çıkmayacağı gibi yorumlar az değildir… Oysa savaş kararını alanlar, devlet başkanları değil devletin asıl sahipleri, emperyalist tekelci burjuvazidir. Dolayısıyla bu savaş, genel olarak dünya ekonomisinin, özel olarak da ABD ekonomisinin içinde bulunduğu koşullardan, tekellerinin krizden kurtulma, daha fazla kar elde etme hırsından  kaynaklanmaktadır. Ekonomik koşulların bugün geldiği nokta, savaşı kaçınılmaz hale getirmiştir.

“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, özel kötülükleri nedeniyle değil, erişilen yoğunlaşma derecesinin kar sağlamak için onları bu yola girmek zorunda bırakması nedeniyle ve ‘sermayelerle orantılı olarak’, ‘herkesin güçlerine göre’ paylaşıyorlar; çünkü ticari üretim ve kapitalizm düzeninde, başka bir paylaşım biçimi olanaksızdır.” (Lenin, Emperyalizm, Bilim ve Sosyalizm yayınları sf 80)

(…)

Sınıflar mücadelesi tarihi, ekonomik alt yapı üzerine oluşmuştur. Toplumsal sistemlerde belirleyici olan ekonomik altyapıdır. Sosyalizme geçiş süreci hariç bütün toplumsal dönüşümlerde, ekonomik olarak üstün hale gelen sınıf, yönetim erkini de ele geçirebilmek için savaşım vermiştir. Ve bu savaşların tamamı, ekonomik gücü elinde tutan sınıfın zaferiyle sonuçlanmıştır.

Politika ekonominin yoğunlaştırılmış halidir. Savaş ise politikanın başka araçlarla – şiddet araçlarıyla – sürdürülmesidir. Bu iki cümle, savaşların nedenini en özlü olarak anlatan ifadelerdir. “Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Bütün savaşlar, kendilerini doğuran politik sistemlerden ayrılamaz. Savaştan önce belli bir devlet, bu devlet içindeki belli bir sınıf tarafından uzun süre izlenen bir politika, savaş sırasında da aynı sınıf tarafından ister istemez sürdürülür; yalnızca eylemin biçimi değişmiştir.” diyor Lenin (Sosyalizm ve Savaş, Sol yayınları sf 115).

İzlenen politika, hegemonya kurma savaşında kullanılacak dönemsel taktiklerle ilgilidir elbette. Doğaldır ki, bu savaşımda tek tek ülkelerin egemen sınıflarının yeri, ‘sermayeleriyle orantılı olarak’ ve ‘herkesin güçlerine göre’ belirlenir, paylaşımda herkesin payı, kendi ekonomik gücüyle doğru orantılıdır.

Emperyalistler, bu savaşta öne geçebilmek için ekonomik alanda sürekli kendilerini yenilemeye, yanısıra rakiplerinin yaşadıkları gelişmeleri yakından takip etmeye çalışıyorlar. Bunları doğru yorumlayabilmek, nereye yöneleceğini öngörebilmek için olağanüstü bir çaba gösteriyorlar. Her emperyalist kurum, kendine ‘thing-thank’ kuruluşları oluşturuyor, stratejistler yetiştiriyor, danışmanlar eğitiyor. Bu, kapitalist sistemin rekabet koşulları içinde, onlar açısından yaşamsal önemdedir.

Emperyalistlerin stratejistleri, araştırmalarını asıl olarak üç konuda yoğunlaştırıyorlar. Birincisi, emperyalistlerin karını arttırabilecekleri, azami karı elde edebilecekleri sektörleri ve pazar alanlarını tespit etmek ve tekellerin bu alanlara nasıl yönelmeleri gerektiğini belirlemektir. İkincisi, kitle hareketinin gelişim seyrini takip ederek onu kontrol altında tutabilmenin araçlarını yaratabilmektir. Üçüncüsü, rakip emperyalist güçlerin yönelimlerini, hedeflerini takip ederek, kendileri açısından tehlikeli olabilecek girişimleri engelleyebilmektir. (Bu sıralama önem sırasına göre yapılmamıştır. Bu üçü, birbirini etkileyen içiçe faktörlerdir.)

Emperyalistler bu çalışmalara olağanüstü mali kaynak ve insan ayırıyorlar. Bunun sonuçlarını da alıyorlar. Pek çok gelişmeyi, uzun zaman öncesinden öngörüp olayların gidişatını tespit etmeye çalışıyorlar. Mesela 90’lı yılların sonlarına doğru CIA ve Pentagon’un hazırladığı pek çok raporda ABD’nin en büyük rakibinin Çin olacağı belirlenmişti. Bu raporların en önemlilerinden biri olan Global Trend 2015 adlı raporda ise, ABD için 21. yüzyılın başlarında en ciddi tehlikenin Asya bölgesinden geleceği yazılıyordu. Asya’da Çin ve Rusya’nın giderek büyüyüp gelişmekte olduğu, kuracakları bir ittifaka Hindistan’ı da dahil ettiklerinde ABD için önemli bir rakip olacağı belirtiliyordu. 1997 ve 2001 yıllarında yayınlanan QDR (Dört Yıllık Savunma Değerlendirme) raporları da ‘küreselleşme’nin korunması ve geliştirilmesini, ‘yaşamsal ulusal çıkarlar’ listesine koyuyordu.

Bu üç rapor, birbiriyle doğrudan bağlantılı raporlardı ve ABD’nin yeni döneme nasıl hazırlandığını ortaya koyuyordu. Kendi ‘yaşamsal ulusal çıkarlarını’ geliştirmeyi, yani dünya üzerindeki hegemonyasını güçlendirip büyütmeyi amaçlayan bu raporlar aynı zamanda, ABD’nin karşısına Rusya ve Çin’in dikilmekte olduğunu tespit etmekteydi. ‘90’ların sonlarından itibaren ABD, bu iki emperyalist gücün giderek büyümekte ve Almanya ve Fransa ile gündeme gelebilecek olası bir ittifakla, kendisinin dünya üzerindeki ‘imparatorluğu’nu yıkmaya aday hale gelmekte olduklarını farketmişti. Bu durum üstelik, ABD ekonomisinin bunalıma girmeye başladığının işaretlerinin görüldüğü bir döneme denk geliyordu. Tam da bunalımdan çıkmak için yeni pazarlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bu ülkelerin ABD’nin varolan pazarlarına da göz dikmesi, ekonomik sıkışmışlığı artıran bir etkendi. Zaten ABD askeri gücünün ulaştığı son noktayı ifade eden NMD’lerin, (ulusal füze savunma kalkanı) ilk olarak Rusya’yı ve Çin’i karşıdan gören Tayvan ve G. Kore’ye kurulması da boşuna değildi. Dolayısıyla ABD, yeni bir emperyalist savaş hazırlığına başladığını ve bu savaşı asıl olarak bu güçlerle yaşayacağını, birkaç yıl öncesinden ilan etmişti.

Buradan da görüleceği gibi emperyalistler, gelişmeleri tahmin edebilmekte fazla zorlanmıyorlar. Sorunlarını, kendilerini sıkıştıracak noktaları iyi biliyorlar. Ama bunları bilmek yeterli olmuyor. Emperyalist-kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan sistem yasaları nedeniyle hiç birine kalıcı çözümler bulamıyorlar. Kimi zaman geçici çözümler bulsalar, ya da sorunu ertelemeyi başarsalar bile, sonrasında sorun, katlanmış olarak yeniden karşılarına çıkıyor.

 

Sistemin yasaları, savaşları doğuruyor

Kapitalist-emperyalist sistemin doğasından kaynağını alan temel yasaları vardır. Bu yasalar, savaşları kaçınılmaz kılar.

Bunların başında azami kar hırsı gelir. O yüzden hiçbir dönem, emperyalizm iradi davranamaz. İstediği kadar planlamalar, araştırmalar yapsın, sonuçta bunların hiçbir önemi olmayacaktır. Çünkü onu yöneten faktör, azami kar hırsıdır. Yapılan araştırmalar neyi gösterirse göstersin, burjuvazi kar hırsının yönlendirdiği rotada yürüyecektir. Daha fazla meta üretimi, pazara daha fazla ürün sürmek, rakiplerini daha rahat ekarte etmek, kendi karını büyütmek… Açgözlü bir hırsla ve hep ‘daha fazla’ diyerek artı değer sömürüsünü artırmaya, işçilerin haklarından kısarak sermayesini büyütmeye çalışacaktır.

Mesela burjuva ekonomi kitaplarında bile ‘üretimdeki kaynakların tam istihdamı gerçekleştiğinde, ekonominin bütün sorunları çözülecektir’ der; ama varolan hammadde üretime sokulmaz (fiyatlar düşmesin diye petrol üretiminde yapılan kısıtlamalar gibi), makineler tam olarak kullanılmaz ve çalışabilir nüfusun tümü istihdam edilemez, yedek işsizler ordusu hep varolur.

Mesela burjuvazi, kendi içinde pazarı eşit bir biçimde paylaştırdığında, rekabet ve savaşlar ortadan kalkacaktır; ama hiçbiri kendi payına razı olmadığı ve her biri kendi adına azami karı hedeflediği için, savaşlar emperyalizmin doğal bir parçasıdır.

Bunlardan dolayı, emperyalist kapitalist sistemde gerek yerel, bölgesel savaşlar, gerekse emperyalist paylaşım savaşları kaçınılmazdır. Özünde, barış dönemleri, savaşlara verilmiş aralar olmaktan öteye gidemez.

Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, emperyalistler arası paylaşım savaşlarının doğmasının temel nedenlerinden biridir. Çeşitli iç ve dış faktörler, emperyalistler arası dengelerde, kapitalist gelişim seyrinde her ülkeye farklı etkide bulunur. Emperyalist kapitalist sistem içinde kurulan bir denge sürgit devam etmez. Bir dönem en güçlü olan, karşısına ekonomik-siyasi-askeri olarak hiçbir yapının rakip olarak çıkamadığı bir emperyalist, gelişmesinin en üst aşamasına geldikten sonra gerilemeye başlar. Onun eskiyen, ağırlaşan ve hantallaşan teknolojisinin karşısına, yeni gelişmekte olan genç bir emperyalistin taze güçleri, yeni ve son teknolojiyle donanmış ekonomisi çıkar. Bu karşı karşıya gelişten yengiyle ayrılan genellikle genç ve güçlü emperyalist olur. Arkadan gelenin öne geçmesi, kapitalist eşitsiz gelişim yasasının doğal bir sonucudur.

Mesela Almanya’nın iki emperyalist savaştan da yenik çıkmış olmasına rağmen çok hızlı bir şekilde ekonomik alanda ABD’nin karşısına güçlü bir rakip olarak dikilebilmesinin sebeplerinden biri budur. ABD, eski ve hantal teknolojisini çeşitli biçimlerde ‘yamayarak’ üretime devam ederken, Almanya, tümden yıkılmış ekonomisini en son ve en yeni teknoloji ile kurmuştur. Ya da mesela Çin, devlet kapitalizminin ve sosyal emperyalist yapısının verdiği avantajlarla, kendi iç dinamiklerini ve üretim araçlarını çok iyi kullanarak son dönem en hızlı gelişen emperyalist ülke olmuştur.

ABD emperyalizmi, bu emperyalist ülkelerin atağını görmektedir, ama bunları engelleyebilmesi mümkün değildir. Tıpkı İngiltere’nin II. Emperyalist savaş sonrasında eski imparatorluğunu kaybetmesi gibi, güçlü ama eski olan, içten çürümeyi de daha yoğun yaşayandır. Keza savaşa götüren etkenlerden bir diğeri de emperyalizmin çürümüş ve asalaklaşan yapısıyla ilgilidir.

Emperyalist gelişim arttıkça, içten çürüme de büyür. Emperyalist ülkeler ya da tekeller, en güçlü göründükleri zamanda gerçekte en zayıf zamanlarını yaşarlar. Bir ahtapot gibi dünyanın her tarafına kollarını uzatmış görünen dev bir tekel, gerçekte yaşadığı iç zayıflıkların bir sonucu olarak bir gecede iflas edebilir. Pazarda en fazla ürünü olan tekel, krizin patlak vermesiyle bir anda herşeyini kaybedebilir. Güçlü emperyalist olan bir ülke, bir savaşla çok gerilere düşebilir.

“Emperyalizmin en önemli iktisadi temeli, tekeldir. Bu tekel kapitalist bir tekeldir, yani kapitalizmden doğmuştur ve kapitalizmin, ticari üretimin ve rekabetin genel koşulları içinde, bu koşullarla sürekli ve çaresiz bir çelişki içindedir. … kapitalist tekel de kaçınılmaz olarak bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar” (Emperyalizm, sf 104)

Bu durgunluk ve çürüme eğiliminin bir görüngüsü, tekellerin teknik gelişmeyi yapay olarak engelleme iktisadi olanağına sahip olmasıdır. Bu engelleme tamamen ya da çok uzun süreli olamaz elbette ki, ancak bazı sanayi kollarında, bazı ülkelerde ve bir süre için etkili olabilir. Bir başka görüngüsü ise, rantiye tabakasının gelişmesidir. Hiçbir işi olmayan, ‘kupon kesmekle’ yaşayan bu kesimler, emperyalizmin asalak yüzünün en belirgin biçimde ortaya çıkmasıdır.

En güçlü tekellerin rekabeti denetimleri altına almak amacıyla teknolojik gelişmeyi engelleme çabaları, üretimden kopuk bir biçimde yaşayan rantiye kesimin artması ve güçlenmesi, borç ekonomisinin hakim hale gelmesi gibi etkenler, emperyalistlerin çürümüş ve asalak yapısı gösterir. Onun içindir ki, çok güçlüymüş gibi görünen emperyalist tekeller ya da ülkeler, genç ve rekabet gücü yüksek bir emperyalist karşısında hızlı bir çöküntüye uğrama potansiyelini taşırlar.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur; tek tek emperyalist ülkelerin ya da tekellerin çökmesi, ya da geriye düşmesi için belirleyici bir faktöre ihtiyaç vardır. Bu, kimi zaman rakip bir emperyalist gücün bir müdahalesi, kimi zaman kitle hareketinin ulaştığı düzey olabilir. Önemli olan, bu faktörün, koşullar olgunlaştığında vurucu bir darbe indirebilmesidir. Bu olmadığı koşulda ne kadar çürümüş olursa olsun, emperyalist bir güç, kendini yenileme olanakları yaratabilir.

Sistemin temel özelliklerinden bir diğeri, malların üretimi ve dağılımının tam bir örgütsüzlük içinde olması, bir üretim anarşisi yaşanmasıdır. “Kapitalist toplumdaki uyumsuzluğun ilk sebebi, krizlere, öldürücü rekabet ve savaşlara yol açan üretim anarşisidir.” (Komünizmin abecesi – N. Buharin, Y. Preobrajensky – Belge Y. sf 93) Üretim araçlarının özel mülkiyeti, üretimdeki anarşi ve rekabet, önüne geçilemeyecek bir şekilde kapitalist ekonominin gelişimindeki eşitsizliğe neden olur. Bu durum hem kapitalist ülkeler için geçerlidir, hem de aynı ülkede tek bir dalda üretimi elinde tutan tekeller için.

Yeni bir ürün, pazarda kar getirecek yeni bir meta, pek çok kapitalist tarafından aynı anda ve çok yoğun bir biçimde üretilir. Burada belirleyici olan, toplumun ihtiyacı olan ürünler değil, kar oranı yüksek, kapitalistin pazarda rakiplerini yenilgiye uğratmak ve onların önüne geçmek üzere ürettiği ürünlerdir. Bunun sonucu, aşırı üretimle pazarın doyması, stokların birikmesi ve bunalımların başlamasıdır. Bir tarafta açlıktan yoksulluktan kırılan kitleler vardır, bir tarafta da satılmadığı için depolarda biriken, fiyatları düşürmesin diye imha edilen ürünler.

“Bunalım sırasında metaların aşırı üretimi mutlak değil, tersine görecedir. Bu, toplumun gerçek gereksinimlerine oranla değil de, yalnızca ödeme yeteneğine sahip bir talebe oranla bir meta fazlasının bulunduğu anlamına gelir. Bunalım sırasında emekçi kitleler en gerekli şeylerden yoksun kalır, gereksinimleri diğer dönemlere göre çok daha kötü bir şekilde karşılanır.” (Politik Ekonomi Ders Kitabı –I, SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi – İnter Y. Sf 294)

Üretim anarşisi, pazar için mücadeleyi de beraberinde getirir. Tekeller arasındaki rekabet, son noktada emperyalist paylaşım savaşına kadar götürür.

Kapitalizmin devrevi bunalımlarının özünde, üretim anarşisi vardır. Aşırı üretimin yarattığı bunalımlar, sistemin altüst olmasını getirir. Bu bunalımlar, herhangi bir üretim dalında başlayarak, hızla tüm ekonomiyi kapsarlar. Hatta bir ülkeden başlayarak kısa zamanda tüm dünyayı etkilerler. Her bunalımda ani fiyat düşüşleri, kitle halinde iflaslara yol açan ödeme eksikliği, üretimin sert bir biçimde kısılması, yoğun kitlesel işsizlik ve çalışma koşullarının kötüleşmesi karakteristik özelliklerdir.

Bir bunalımın başlamasından diğerinin başlamasına kadar geçen süredeki, yani bir devredeki aşamalar ‘bunalım, durgunluk, canlanma ve büyüme’dir. Kapitalizmin bu çevrimleri, bunalımla başlar…. Bunalımdan yeniden canlanma ve büyüme sürecine geçişte buldukları en etkili formül ise, savaşlardır. Savaş ekonomisi, kapitalist ekonominin soluk borusu işlevini görür. Yoğun ve çok ucuz işgücü sömürüsünün yanısıra, savaşa dönük üretimin had safhaya çıkarılması ve üretilen metanın neredeyse ‘stoksuz’ biçimde hemen tüketilmesi; keza savaş sonrasında pek çok alanda tümden durmuş olan üretimin yeniden canlanması vb. bunalımın etkilerini silecek, en azından azaltacaktır. Bundan dolayı, emperyalist sistemin bunalımlarından çıkmak için savaşlara ihtiyacı vardır.

 

 Birinci ve ikinci emperyalist savaşın ekonomik nedenleri

Savaşlar, mali sermaye tarafından dünya pazarlarının paylaşılmasının araçlarıdır. Üstelik bu paylaşım sadece bilinen değerli hammadde kaynaklarının paylaşılmasıyla da sınırlı değildir. Mali sermaye, hem olası hammadde kaynaklarını bulmak umudu taşıdığı için, hem de paylaşım savaşında geride kalmamak için elinden geldiğince çok toprağa el koymaya çalışır. Emperyalist savaşlar bu paylaşımın belirlenmesi için yapılır. Bugüne dek yaşanan her iki paylaşım savaşında da bu gerçek, kendini olanca çıplaklığı ile ortaya koymuştur.

Lenin, I. Emperyalist paylaşım savaşını ‘köleliği güçlendirmek için köle sahipleri arasında yapılan savaş’ olarak tanımlıyor. Ve savaşan taraflar için ‘daha yaşlı ve gırtlağına kadar doymuş soyguncuları (İngiltere ve Fransa) soymaya çalışan genç ve daha güçlü soyguncu (Almanya)’ ifadelerini kullanıyor. Emperyalist paylaşım savaşlarında paylaşılan şeyin dünyanın ekonomik zenginlikleri olduğunu anlatan en güçlü ifadelerdir bunlar.

“Bu politika bize bir tek şeyi, dünyanın en büyük iki devi, iki kapitalist ekonomi arasındaki sürekli rekabeti gösteriyor. Bir yanda, yeryuvarlağının büyük bir bölümünün sahibi olan ve… bu serveti kendi işçilerinin emeğiyle değil de sayısız sömürgelerini sömürerek elde eden ve … üç-beş İngiliz bankasıyla milyarlarca rubleyi denetimi altına alan, bu denetimi yaparken de, bize;… yeryüzünde bir karış toprak yoktur ki, İngiliz sermayesinin ağına düşmemiş olsun dedirten İngiltere var. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında bu sermaye öylesine büyüdü ki, faaliyetleri tek devletin sınırlarını aşarak, muazzam servetlere sahip bir dev bankalar grubu kurdu. Bu üç-beş banka aracılığıyla bütün dünyayı, sahip olduğu milyarların ağı içine aldı. İngiltere’nin de, Fransa’nın da ekonomik politikasının özü budur; o kadar ki, örneğin eski sosyalistlerin yönetimindeki L’Humanite’de Fransız yazarları savaştan birkaç yıl önce şöyle yazıyordu: ‘Fransa mali bir monarşidir; Fransa bir mali oligarşidir; Fransa dünyanın baş tefecisidir.’ Öte yanda, Anglo-Fransız grubun karşısında, kapitalist ziyafet masasına, bütün yerler tutulduktan sonra gelmekle birlikte, daha açgözlü ve daha yağmacı bir grup var. Bu gecikmeye karşın, bunlar eski moda kapitalizmi, serbest rekabet çağının kapitalizmini, dev tröstlerin, sendikaların ve kartellerin kapitalizmine dönüştüren yetkin teknikleri, üstün organizasyonları ve kapitalist üretimi geliştiren yeni savaşım yöntemlerini getirmişlerdi.” (Sosyalizm ve Savaş sf 118-119)

Lenin bu sözleri söylediği dönemde, bu ülkelerin sömürgelerinin durumunu da ortaya koyuyor. 1914 yılında İngiltere’nin nüfusu 46,5 milyon, ama sömürgelerinin toplam nüfusu yaklaşık 400 milyondu. Almanya’nın ise nüfusu 64,9 milyon, ama sömürgelerinin toplam nüfusu 12,3 milyondu. Bu iki ülkenin karşı karşıya geldikleri savaşın, bu sömürgelerin paylaşımı için yapıldığı çok açıktı. Giderek güçlenmekte olan Alman emperyalizmi, ‘sonradan oturduğu ziyafet sofrasında’ kendi payını artırmaya çalışmaktaydı. Ancak dünyanın bütün toprakları paylaşılmış olduğu için, başkalarının payından ‘nasiplenmek’ zorundaydı ki, bunun için Avrupa kıtasının tamamını etkileyecek bir dünya savaşı kaçınılmaz hale gelecekti.

“1914’te İngiltere’nin sahip olduğu sömürgeler 33,5 milyon kilometrekarelik bir alan kaplıyor ve Almanya’nınkileri 11,5 defa, Amerika Birleşik Devletlerini 112 defa aşıyordu. Oysa ki daha o çağlarda yalnız Amerika değil, Almanya da ekonomik güç bakımından İngiltere’yi geçmişti. 1913’te dünya sanayi üretiminde ABD’nin payı yüzde 36, Almanya’nın yüzde 16, İngiltere’ye gelince onunki sadece yüzde 14’tü. Japonya ise 20. yüzyıl başlangıcında üretimi artırma hızında İngiltere’yi çok geride bırakmıştı. Halbuki, yüzölçümü bakımından Japon sömürgeleri, İngiltere’ninkilerin yüzde 1’i bile değildi.”(Marksizmin Leninizmin İlkeleri-II, Yar Y, sf 89-90)

İngiltere kapitalistleşme yoluna ilk giren ülkeydi. Hatta İngiltere için 19. yüzyılda ‘tüm dünyanın atölyesi’ tanımı kullanılırdı. Çünkü hammadde deposu ve yiyecek ambarı olarak kullanılan bütün diğer ülkelere sanayi ürünleri sağlardı. Amerika ve Almanya ise kapitalistleşme sürecine daha geç girdiler. İngiltere epeyce bir mesafe kaydettikten sonra kapitalistleşmeye başlayan bu ülkeler, 20. yüzyılın başında, teknik ilerlemelerle elde edilen sonuçlardan çıkar sağlamaya ve daha hızlı bir şekilde yeni sanayi dallarını geliştirmeye başladılar. Bu durum onların kısa zamanda güçlü bir kapitalist gelişme sağlamalarına neden oldu. Aynı dönemde, tersine ‘eski’ kapitalist ülkelerde, kokuşma ve üretici güçlerin gelişimin yavaşlaması daha çabuk kendini gösterdi.

Ülkelerin ekonomik güçleri ve gelişme hızlarıyla, sahip oldukları sömürü alanları arasında büyük bir oransızlık vardı. Bu oransızlık içinde, dünya sanayi üretimindeki payı fazla olan ülkeler, bu üretimi pazara sürebilecekleri sömürgelerini artırmak için savaşa girişmek zorundaydılar. Çünkü, gelişmeleri hızlı olmakla birlikte stoklarını eritebilecekleri bir pazara sahip değildiler. Bu durum, onları daha hızlı bir biçimde bunalımlara sokuyor, ya da yaşanan bunalımdan daha fazla etkilenmelerine yol açıyordu. Mesela hem Avrupa’yı hem de Amerika’yı etkisi altına alan 1907-10 bunalımından en fazla etkilenen ülkeler arasında Amerika ve Almanya vardır. ABD’de sendikalı işsizlerin sayısı Haziran 1907’de yüzde 8.1 iken birkaç ay sonrasında, Kasım’da yüzde 32.7’ye fırlamıştı. Bu genel rakamın yanısıra inşaat sektöründe yüzde 42’ye, tütün işçileri arasında yüzde 55’e ulaşmıştı. Almanya’da ise Ocak 1908’de işsizlik oranı önceki yılın aynı ayına göre iki kat daha fazla idi. Üretimdeki düşüş ise çok belirgindi. 1907’de 26 milyon ton olan pik demir üretimi, 1908’de 16 milyon tona kadar düşmüştü (rakamlar Komünizmin abecesi’nden). Bu rakamlar, bunalımların temel göstergelerinden iki tanesinin, yani üretimdeki hızlı düşüşün ve işsizlikte kitlesel artışların, somut olarak nasıl yaşandığını ortaya koymaktaydı.

İşte I. Emperyalist paylaşım savaşının başlamasının nedeni buydu. Aşırı üretim bunalımına giren ve bu bunalımı atlatmak için yeni pazarlara sahip olmak isteyen genç ve yeni emperyalist güçler, yaygın pazarlara sahip olan, ama artık eski gücünü kaybettiği için o pazarları elinde tutamayacak kadar zayıflamış olan emperyalistlerle kıyasıya bir savaşa girişmişlerdi.

İkinci emperyalist savaş sözkonusu olduğunda da ekonomik açıdan benzer biçimde büyük dengesizliklerin olduğunu görebiliriz. I. Emperyalist savaştan yenik çıkan Almanya, ‘30’lu yıllara gelindiğinde kendini toparlamış, savaşı kazanmış olan İngiltere ve Fransa’nın karşısına güçlü bir ekonomiyle çıkmayı başarmıştı. Mesela, bu ülkelerin endüstri üretimleri hacmini karşılaştıralım: 1929 yılındaki üretim hacimlerini bütün ülkeler için 100 kabul edelim. 1938’e gelindiğinde İngiltere’nin endüstri üretim hacmi 112’ye çıkmış, Fransa’nınki ise 70’e düşmüştür. Almanya ise 125’e fırlamış, Japonya bunu da geçerek 165 gibi olağanüstü bir rakama tırmanmıştır (rakamlar Leninizmin Sorunları’ndan). Bu durum, Almanya ile Japonya’nın ’29 bunalımından hızlı bir biçimde çıkarak (burada ekonomilerini askerileştirmelerinin payını da eklemek gerekir) I. Emperyalist savaşın galibi ülkelerin karşısına ekonomik olarak güçlü bir biçimde dikildiklerini gösterir.

I.Emperyalist savaşın arkasından SB’nin kapitalist sistemden kopması ve sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketlerinin başlaması kapitalist sömürü pazarını daraltan, böylece bunalımı derinleştiren bir rol oynamıştır. ’29 bunalımının bu kadar keskin ve sert yaşanmasının nedenlerinden biri de budur. Yaklaşık dört yıl süren bu bunalım, dünya ekonomisini alt üst eder. Bunalımın arkasından durgunluk, sonra da canlanma döneminin yaşanmaya başlaması kısa sürer ve ’37 yılında, yeni bir bunalım başlar.

İkinci bunalım, ’29 bunalımından belli özellikleriyle farklılıklar taşır. Birinci olarak, önceki bunalım daha tam bitmemişken ikincisinin başlaması, bunalımın çok daha sarsıcı olmasını getirmiştir. İkincisi, ’29 bunalımı gibi bir büyüme ve refah döneminin arkasından gelmemiştir.

İşsizlikteki kitlesel artış, bu bunalımda da çok belirgin olarak yaşanmıştır. Kapitalist ülkelerde 1933 yılında 30 milyon işsiz vardır, 1937’de bu rakam 14 milyona kadar gerilemiştir, ancak bunalımın başlamasından hemen sonra, yani ’37 yılının sonlarında, 18 milyona fırlar.

Bunların yanında önemli bir noktayı da Stalin şöyle ifade ediyor:

“Şimdiki kriz, daha öncekinden farklı olarak genel bir kriz değildir, tersine, önce esas olarak savaş ekonomisine geçmemiş ekonomik olarak güçlü ülkeleri kapsamına almıştır. Japonya, Almanya, İtalya gibi ekonomisini savaşa göre değiştiren saldırgan ülkelere gelince, savaş endüstrilerini güçlü biçimde geliştirdikleri için, giderek yaklaşmakta olmalarına rağmen, henüz üretim fazlası krizi yaşamıyorlar. Bunun anlamı, ekonomik açıdan güçlü, saldırgan olmayan ülkelerin krizden çıkmaya başladıkları bir dönemde, savaş humması esnasında altın ve hammadde kaynaklarını tüketmiş olacak olan saldırgan ülkelerin derin bir kriz aşamasına düşmeleri kaçınılmazdır.” (Leninizmin Sorunları, İnter Y, sf 710)

Ekonomik açıdan böylesine önemli etkenler, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasını kızıştırmış, yeni emperyalist savaşı da kaçınılmaz hale getirmiştir.

* * *

“Genel bunalımın başladığı, emperyalizmin saldırıcı özelliğinin belirginleşmesinden, emperyalist güçler ve bir avuç tekelci ile dünyanın geri kalanı arasındaki çelişkilerin şiddetlenmesinden anlaşılır. … Emperyalist ülkelerin gelişimindeki eşitsizlik daha belirgin olarak ortaya çıktıkça, emperyalistler hammadde kaynakları ve pazarlar için daha büyük bir hırsla savaşmaya giriştiler. Emperyalist burjuvazinin karşılaştığı ekonomik güçlükler, militarizmin yaygınlaşmasına yol açtı. Almanya ile Japonya’da olduğu gibi emperyalistler, bunalıma bir çare olarak ekonomin askerileştirilmesini buldular. Yeni savaş hazırlıkları, tekelci yöneticilerin ve onların sadık uşağı burjuva politikacıların başlıca uğraşı haline geldi.” (Marksizmin Leninizmin İlkeleri-II, sf 109)

Her bunalım dönemi elbette ki tüm dünyayı etkisi altına alan bir emperyalist paylaşım savaşını doğurmaz. Ekonominin askerileştirilmesi, bunalımın faturasının yarı sömürge-bağımlı ülkelere çıkartılması, ticari savaş, damping vb başka birtakım yöntemlerle de bunalımların geçici olarak atlatılabilmesi mümkündür, genellikle de bu yöntemler devreye girer. Ancak bunalımın başka yöntemlerle atlatılamayacak kadar derin ve boyutlu bir hale geldiği dönemlerde, emperyalistlerin geçici çözümler üretme, manevralar yapma gücü ve yeteneği kalmaz. İşte o zaman paylaşılmış toprakların yeni güç dengelerine bağlı olarak yeniden paylaşılması kaçınılmaz hale gelir. Bu noktada, tüm dünyayı etkisi altına alan emperyalist paylaşım savaşları mutlak bir zorunluluktur artık.

Bugün emperyalist-kapitalist sistemin içine düştüğü bunalım böyle bir bunalımdır. Onun içindir ki, bu savaş Irak savaş değildir. Bu savaş, Ortadoğu savaşı da değildir. (Buna şimdi “Ukrayna savaşı da değildir”i ekleyelim –nba) Bu savaş, dünya egemenliğini güçlendirmek için verilen emperyalist paylaşım savaşıdır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …