Değersizleştik!

Soru sorarak başlayalım: Bir “şey”in değerini belirleyen unsur nedir?

Ekonomi biliminin buna verdiği cevap açık: O “şey”i üretmek için gereken “emek-zaman”.

“Şey”ler sözkonusu olduğunda bu hesabı yapmak kolay tabi ki. Peki ya “insan”ın değerini belirleyen unsur nedir? Diploma, aldığı ücret, oturduğu ev?.. Bunlar mı bir insanı daha “değerli” kılar? Ve tüm bunlara vereceğiniz cevap ne olursa olsun; son dönemde giderek daha yoğun bir biçimde “değersiz”leştiğimizi hissetmiyor muyuz?

Bir taraftan reklam sloganları “sen her şeyin en iyisine layıksın” diye bağırırken, diğer taraftan hiç bir şeyin iyisine layık görülmediğimizi anlıyor ve yaşıyoruz kendi dünyalarımızda.

Tıpkı ülkenin parasının değerinin düşmesi gibi, insanların da değeri düşüyor.

 

Yaşamlarımızın kalitesi-değeri düşerken

En üsttekileri-zenginleri-sömürücüleri bir kenara bırakacak olursak, toplumun her kesimi maddi-manevi bir statü kaybı yaşıyor artık. “Hizmet”in ve “mal”ın en kötüsüne, en adisine maruz bırakılıyor.

Geçilmeyen köprülerden daha değersiz bizim hayatlarımız; bu köprüler için yandaşa-işbirlikçiye milyarlarca dolar akıtılırken, 5 bin 500 liraya çıkartılan asgari ücret bile açlık sınırının altında kalıyor. Ülkedeki nüfusun yarısından fazlası, açlık sınırının altında yaşamaya mahkum ediliyor.

Daha kötü besleniyor, daha kötü gıdalara yöneliyoruz çaresizce. Sarayda “ejder meyveli smothie” içildiği haberlerini okurken, bizim temel gıdamız makarnaya düşüyor. “Artık kahvaltıya peynir-zeytin” alamıyoruz, havuç-turpla kahvaltı yapıyoruz” diyor bir kadın televizyonda. Sebze-meyve artık ulaşamayacağımız kadar “değerli”. Son beş yılda çocuklarda beslenme yetersizliğine bağlı bodurluk, gelişim bozuklukları ve sağlık sorunlarında büyük bir artış var. Biz “değerli” olmadığımız için, yediklerimiz de gıda ürünlerinin en “değersiz” olanlarına sabitleniyor. Giderek daha fazla sayıda insan, pazar artıklarıyla besleniyor.

“Barınma hakkı”mız yok artık. Kiralara neredeyse her ay zam geliyor. Fiyatlar yükselirken, evlerin kalitesi düşüyor. Güneş görmeyen, “köpek bağlasan durmaz” mekanlarda yaşamaya mahkum ediliyor insanlar. Ankara’da sel baskını olunca, “düzgün” bir yerde oturacak kadar “değerli olmadığı” için, bu dairelerden birinde yaşamak zorunda kalan 21 yaşındaki gencecik bir öğrenci, hayatını kaybediyor.

Kitleler “sağlığa erişim hakkı”nı kaybetmiş durumda. Hastanelerde doktor yok, doktor varsa ilaç yok, ilaç varsa malzeme-alet yok, hepsi varsa bile doktorun vakti, hastanın sabrı, sistemin düzeni yok. Acil-kritik hastalara 6 ay sonraya randevu veriliyor. O süreçte ölebilir hasta, “değerli biri” değil nasıl olsa! Değerli olsa zaten özel hastaneye gider! Acilde saatler boyunca bir doktora görünemeyen, bu arada hayatını kaybeden insanların haberlerini duyuyoruz.

Hastanın değeri olmadığı gibi, doktorun da değeri yok. Bir köle gibi en ağır koşullarda çalışması gerekiyor; üstelik bir de sistematik biçimde devletin baskısına, hastaların-hasta yakınlarının pervasız şiddetine maruz kalıyor. Konya’da bir doktor, başından vurularak öldürülüyor; bir başkası, 50 kişilik hasta yakının saldırısına uğruyor; bir hastanede doktorlara dönük saldırının ardından, muayene ve tedavi “polis eşliğinde” sürdürülüyor. Ve bu durumu protesto eden, eylem hakkını kullanan doktorlar, polisin saldırısına uğruyor, camideki vaazlarla doğrudan hedef haline getiriliyor, sağlıkçılara saldırı devlet desteğiyle teşvik ediliyor.

“Giderlerse gitsinler” diyor Erdoğan. “Değersizleştirme” saldırısının en vahşi ifadesini kullanıyor. Son derece büyük bir özveri ve adanmışlıkla çalışan bazı doktorlar da “artık bu topraklarda bana yer kalmamış” diyerek gidiyorlar. Bu ülkede bir değerleri kalmadığı için, kendilerine değer verecek başka ülkeler aramaya başlıyorlar.

“Ulaşım hakkı”mız, “değersiz”liğimizi bir kere daha yüzümüze vuruyor. Özel araçlara kurulup gidenlerden olamıyoruz. Değerimiz, kasadaki balık, ağıldaki koyun kadar. Metrobüslerin içine “istifleniyoruz” itirazsız. Dolu otobüslere, minibüslere binmek için saldırıyor; o istifin bir parçası olamadığımızda daha da öfkeleniyoruz. Öfkemiz, bize bu “ulaşım”ı layık görenlere değil, dolu aracın kapısını açmadan önümüzden geçen şoföre yöneliyor.

“Eğitim hakkı”mız da yok artık. Devlet okullarında bilimsel bir eğitim alma olanağı kalmadı. Okulların önemli bir bölümü adeta “imam-hatip okulu” gibi nitelik değiştirdi, müfredat dinci-şeriatçı bir içerikle yeniden oluşturuldu; tarikatlar ders veriyor. “Okumuşlar beni korkutuyor, cahillerin sağduyusu daha değerli” diyen bir gerici, üniversiteye rektör oluyor. Okullar “eğitim” için değil, cahilliği kurumsallaştırmaya hizmet ediyor.

Peki ya yaşam alanımız? “Avrupa’nın çöplüğü” oldu ülkemiz. İngiltere’nin toplam çöpünün yarısı, Türkiye’ye dökülüyor. İngiltere bu çöpü Malezya’ya bile satamayınca Türkiye’ye getirmiş; yıllardır Adana’nın en güzel doğal alanları, tarım alanları İngiliz çöpüyle dolduruluyor. Halkın “çöp kadar” değeri olduğunun resmidir bu.

 

“Değerimiz” cebimizdeki para kadar mı?

“Adalet” simgesi olan kadın heykelinin gözleri kapalı, elindeki terazi ise dengede duruyor. Gerçekte ise hukuk karşısındaki, devlet karşısındaki değerimiz, cebimizdeki paramız kadar.

AKP’li Nurettin Canikli’nin koruduğu katil değerli, bir emekçi ailesinin kızı olan Rabia Naz Vatan ise değersiz; bu nedenle ölümünü örtbas etmek için, her türden hukuk skandalı göz göre göre yapılıyor. Kayıtlara “trafik kazası” olarak geçen ölümlerin önemli bir kısmında, lüks arabasıyla ölüme sebep olan ve suçlu olduğu tartışmasız olan zenginler, hapse bile girmeden davalar örtbas ediliyor. Ölen kişi, öldürenden daha değersiz bulunuyor çünkü. Özelleştirilen demiryollarında peşpeşe kazalar yaşanıyor. Çorlu tren kazasında ölen Oğuz Arda Sel’in annesi, makinist dışında gerçek sorumluların, devletin, özel şirketin de ceza alması için mücadele ettiği için, sudan bahanelerle cezalandırılıyor. O şirket, küçük yaşta yaşamdan koparılan oğlundan daha “değerli” çünkü.

Tecavüz suçlamalarının çok önemli bir kısmı, davaya bile dönüşemeden kapatılıyor. Lüks rezidans pencerelerinden atılan gencecik kızlar, o rezidansta oturanlardan daha değersiz; bu nedenle hayattan kopartılan bu genç kızların büyük çoğunluğunda dava bile açılmıyor.

Kadınlar zaten genel olarak değersiz. Pervasızca öldürülüyorlar. Çoğu işkence görüyor, dayak yiyor, tecavüze uğruyor ölmeden önce. Devlet, polisiyle mahkemesiyle katillerin yanında yer alıyor. Dersim’de Gülistan Doku’nun katilinin doğru düzgün bir ifadesi bile alınmıyor. Bodrum’da Pınar Gültekin’i canlı canlı yakarak üzerine beton döken katile yardım eden ailesi “beraat” ediyor. Katil erkekler, yokettikleri, canını aldıkları kadınlardan daha değerli görülüyor.

Dolandırıcılar, saadet zinciri kuranlar, bankaların içini boşaltanlar, şirketin iflas ettiğini ileri sürerek işçi haklarını sınırlandıran ya da doğrudan işçi çıkartanlar değerli; bu dolandırıcılara para kaptıranlar, işten atılanlar değersiz. Maliye Bakanı Nebati bile, “sen sadece maaşını kaybedeceksin, ben herşeyimi kaybedeceğim” diyor mesela. Kendisinin “yatırımları”, işçinin ücretinden daha değerli çünkü. Ama o işçinin ücreti olmadığında, açlıkla karşı karşıya kalmasının, çöpten ekmek aramak zorunda olmasının, çocuğuna gıda alamadığı için intihar etmesinin bir önemi yok.

Sadece devlet karşısında değil, cebindeki parası bizden daha fazla olan herkesten daha “değersiz” duruma düştük aslında. Çok katı bir “kast sistemi”nin görünmez sınırları içinde yaşıyoruz sanki. “Üst” ile “ast” arasındaki ilişkinin kesin sınırlarla ayrıldığı; “üst”ün sınırsız haklara sahip olduğu, “ast”a her tür hakareti, küfrü, mobingi, hatta fiziksel şiddeti uygulayabildiği bir kast sistemi… Kendisinden üstte olanın her tür saldırısına maruz kalanlar, bunu aynen altındakilere yansıtmaya çalışıyorlar. Maruz kaldığı aşağılamalara sesini çıkarmayanlar, kendisinin aşağıladığı “alttakiler”i de sessiz kalmaya zorluyorlar.

En tepede Erdoğan’dan başlıyor bu çarpık “hiyerarşi”. Kendisinin bu ülkedeki “en değerli” varlık olduğunu düşünen Erdoğan, kendisi dışındaki herkesi değersiz buluyor ve bunu en pervasız biçimlerde ifade ediyor. Kendisi milyarlar harcarken, asgari ücretliye “şükredin” diyor mesela. Kendisinin “itibar”ı, “tasarruf edilmeyecek” kadar değerliyken, kitleleri umursamazca itibarsızlaştırıyor. Kendisi saraylara layıkken, kitlelerin sefaletini “normal” görüyor. Ve bu yaklaşım, yukarıdan aşağıya katlanarak taşınıyor. Bir mahalle muhtarı, AKP’nin bir semt sorumlusu da kendisini, bulunduğu mahalledeki herkesten daha değerli, daha itibarlı, daha önemli buluyor, öyle davranıyor.

İşyerlerinde, ücreti-statüsü düşük olanlar, “şamar oğlanı” oluyor. Trafikteki kavgada, lüks arabaya saldıran var mı? Kavga ve hakaretler, arabasının fiyatı daha düşük olana, daha pervasızca yöneltiliyor. Pazarcı bile, yaşlı-yoksul görünümlü kadınlarla daha saygısız konuşuyor, daha rahat aşağılıyor. Geçtiğimiz günlerde ülkemizdeki turizmin durumu hakkında yapılan bir araştırma “lahmacun’un 350 TL’ye satıldığı” yerlerdeki turizm hareketinde bir azalma olmadığını, ama “lahmacun’un 20 TL’ye satıldığı” yerlerde ise mekanların iflas etmekte olduğunu tespit etmiş. Emekçi kitlelerin “mütevazi bir tatil bile yapamayacak kadar değersizleştiği” olarak yorumlanmış bu durum.

“Değersizleşme”nin en somut ifadesi ise, kitlelerin canı, malı ve parasının, başka bir ifadeyle can güvenliğinin ve mülkiyet haklarının tümüyle “egemene ait” hale gelmesidir. “Egemen” istediği anda bu canı ya da malı istediği gibi yönetebilir, el koyabilir, yokedebilir! Fetihtepe ya da Tozkoparan Mahallesi’ndeki evlerde oturanların mülkiyet hakları değersizdir; el konulabilir! Oğuz Arda Sel’in ya da Gülistan Doku’nun ya da Somalı madencinin can güvenliği yoktur; ölmeleri önemsizdir! Emeklinin ya da tarlasına icra gelen çiftçinin ya da sigortasız çalışanın “kişisel onur”u yoktur; “ananı da al git” diye aşağılanabilir! Saadet zincirine para yatıranlar, sefalete düşmeyi haketmiştir! Yerdeki toz, denizde kum, yönetilecek halk… Aynı derecede değersiz!

 

Kitleler “yığın”a dönüşünce…

Sınıfların, sınıflı toplumların ortaya çıktığı andan itibaren, “ezen” sınıf kendisini “ezilen” karşısında daha değerli görür ve öyle konumlanmaya çalışır. Ve “ezilen” sınıf bunun farkına varmadığı, farketse bile değiştirecek gücü bulamadığı sürece, bunu başarır da.

Mesela köleci toplum hukukunda, köleler “eşya” olarak tanımlanmıştır; “insan” değil, “eşya”! Ancak kölelerin özgürlük mücadelesi yükseldiğinde yaşam koşulları değişmiş, bazı temel haklara sahip olabilmişlerdir. Feodalizm döneminin en karanlık süreci olan “engizisyon dönemi” kitlelere korkunç bir vahşet ve sömürü getirirken, kitleleri açlıktan ya da ağır işkencelerden ölüme mahkum ederken; buna karşı gelişen büyük direnişler ve kitle hareketleri rönesans ve dinde reformu başlatmış, ardından “aydınlanma”yla insanlığın soluk almasına, “değer kazanmasına” olanak sağlanmıştır.

Faşizm de benzer biçimde “insan”ı değersizleştiren bir ideoloji, yönetim biçimidir; ve bunu başardığı oranda, başardığı sürece ayakta kalabilir. Faşist ideolojinin varlığı, insanın “birey” olmaktan “yığın” olmaya dönüşmesine bağlıdır. Tek tek insanların her biri çok değersizdir; değerli olan tek şey, faşizm uğruna savaşabilmeleri, gerektiğinde ölebilmeleridir. Faşizmin insanları “kitle” olmaktan çıkarıp, “kütle”ye çevirmesi gerekir; bilinçsiz, cahil, muhakeme yeteneği olmayan, fikir üretemeyen, düşünemeyen, sorgulamayan, araştırmayan… Ancak bu duruma düşürülmüş olan kişiler ve kesimler “reis”in ağzından çıkan her şeye hayranlık duyar, kölece peşinden koşar, yaptığı her şeyi alkışlar, “aya dört şeritli yol” yapılacağına inanır. Faşizmin ayakta kalabilmesi için, cahil ve değersiz insanların “değerli” önderlere “sadık” olması gerekir. Bu “sadık köleler”, düşünen-sorgulayan-itiraz eden-insanca yaşamaya çalışanlara karşı da kullanılabilecek bir vurucu güce çevrilebilir rahatlıkla.

Faşizmin baskıları ve ideolojik hakimiyeti arttıkça kitlelerin davranış biçimleri de değişiyor. Kimileri bu durumla “barışıyor”, kabulleniyor ve cengaverce faşizmin kölesi oluyorlar. Faşizmin ekonomik ve siyasi saldırılarından mağdur olanlar ise, kendilerini daha da değersizleştirecek yöntemlerle çıkış noktası arıyorlar; mesela egemenler karşısında vicdan sorgulayarak, dua ederek, rica ederek, ağlayarak saldırıları durdurmaya, yaşadıkları mağduriyeti gidermeye çalışıyorlar. Ve elbette, ezilenin kendisini daha da değersiz hissettiği bu yöntemler hiçbir şey kazandırmıyor; tersine saldırganın saldırganlığı, vahşeti, açgözlülüğü artıyor.

 

“Değerimiz”, mücadele gücümüz kadardır

Bütün bu değersizleştirme saldırısını durdurabilecek olan şey karşı çıkmak, direnmek, mücadele etmektir.

Egemenler bizi “nesne”leştirmeye çalışır; edilgen, bağımlı ve zayıf kılarak değersizleştirir. Burjuvazi proletaryayı, “erk”ekler kadınları, zenginler yoksulları, yöneticiler “ast”ları “nesneleştiremek” için uğraşır, bunu başardıkları oranda üzerinde hegemonya kurarlar.

Oysa “insan”ın kendisi “özne”dir; değişir, değiştirir; sürüleşmeye karşı mücadele eder; insanca yaşamı kurmayı hedefler.

Oysa “işçi ve emekçiler”in kendisi “özne”dir; üretimden gelen gücünü kullanarak, eylemler yaparak, sokaklara çıkarak varlığını gösterir, taleplerini dayatır, değişir, değiştirirler.

Kitleler, mücadele gücü ile “özne”dirler; oysa özellikle son on yılda “kitle” olmaktan uzaklaştırıldılar, “seçmen” oldular; “özne” niteliklerini kaybettiler “nesneleşti”ler. Onlara ait olan “değiştirme” gücü ve görevi “seçilen”e devredildi; kitleler “seçmen”likle sınırlandılar. Ve kitlelerin misyonu “seçmen”liğe indirgendikçe; “değiştirmek” değil, “değiştirecek olan için oy kullanmak”la sınırlandırıldıkça; “özne” olduğu gerçeği unutturuldukça, “kitle”ler, “kütle”ye dönüştü, “insan” olmaktan uzaklaşıp “sürü”leşti; toplamda giderek daha belirgin biçimde değersizleşti.

Aynı süreç, devrimcilerin de “değersizleşmesi” ile paralel olarak ilerledi. Bir yanıyla kitleler düzen partilerinin peşine takıldıkça devrimcilere verdikleri değer azaldı. Diğer yandan devrimciler gerçekten bir değer kaybı yaşadı; net-berrak ve adanmış bir devrimcilik, tutkulu bir mücadele anlayışı, ML bilime bağlılık giderek zayıfladı. Onun yerine yüzeysel, mekanik, görevle sınırlı, inanç ve bilinç unsurları zayıf bir devrimcilik yaygınlaştı. Hatta “devrimci” olmanın en önemli kriteri olan “iktidar hedefi” silikleşti, düzeniçi muhaliflikle sakatlandı. Bu durum, devrimcilerin de “özne” olmaktan çıkıp, “nesneleşme”sine, olayların ve kitlelerin peşinden sürüklenmesine, iradesizleşmesine yolaçtı. Tüm bu zayıflayan yönleri, sadece kitlelerin gözünde değersizleşmelerini değil, gerçekten de değer kaybı yaşamalarını getirdi. Devrimci önderlikten yoksun kalan kitlelerdeki değersizleşme ise katmerlenerek büyüdü.

* * *

En başta sorduğumuz soruya dönecek olursak; bizim “değerimiz”i belirleyen tek şey mücadele gücümüzdür. Bu kişisel olarak da böyledir; kitlesel olarak da…

“İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar” diyor Marks. Öyleyse, insanların “değer” kazanabilmesi için, nesnelerin dünyasının değersizleşmesi; “özel mülkiyet düzeni”nin ortadan kalkması zorunludur. Ve “özel mülkiyet düzeni”ne, yani sömürücü toplumlara karşı mücadele ettikçe, “insan” da adım adım gerçek “değer”ine ulaşacaktır.

Bekleyerek, umut ederek, egemenlerin “vicdanı”na seslenerek hiçbir sorunumuz çözülmeyecek, hiçbir kaybımız giderilmeyecektir.

“Özne” insandır; “özne” proletaryanın üretimden gelen gücüdür; “özne” kitlelerin mücadele gücüdür… Bu harekete geçtiği koşulda ve harekete geçtiği oranda “değer”imiz de artacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …