7 Haziran seçimlerinin üzerinden yaklaşık 3 ay geçti. Bu 3 ay, sözde “koalisyon görüşmeleri” ile tüketildi. Ve “erken seçim” noktasında gelindi. Şimdi Ekim sonu, Kasım başında “seçim hükümeti” ile yeniden seçime gidileceği konuşuluyor.
Bu seçimler, burjuva demokrasisinin bildik klasik seçimlerinden değildir. Hatta gerici-faşist ülkelerde bile görülmeyecek türdendir. Örneğin kuruluşundan itibaren anti-demokratik ve faşist diktatörlükle yönetilen Türkiye’de, ilk kez böyle bir durumla karşı karşıya kalınmıştır.
AKP ve Erdoğan, daha 3 ay önce gerçekleşen bir seçimi, salt tek başına hükümetlerine son verdiği için reddediyor. Seçim sonuçlarının gereklerini yerine getirmiyor. Kendisi koalisyon hükümetine yanaşmadığı gibi, başka koalisyonlara da geçit vermiyor. Yasaları, teammülleri, prosedürleri vb. her şeyi çiğneyerek, yeni bir seçimi dayatıyor.
“Milli irade”yi ağızlarından düşürmeyenler, demokrasiyi sadece “sandık”tan ibaret görenler, sandıktan istediğini alamayınca, onu yok saymakta bir mahsur görmediler. Halka dalga geçer gibi, önlerine yeniden sandık koyup, “benim istediğim şekilde oy vermezseniz böyle olur” dediler.
Bırakalım bir ülkeyi, bir köy derneğinin seçimlerinde bile, istediği oyu almayan bir yönetimin, “ben bu seçimleri tanımıyorum” deme hakkı yoktur. Buna ne yasalar izin verir, ne de dernek üyeleri… Ama 70 milyonluk bir ülkenin seçimlerinde bunu yapabiliyorlar!
Bu ne büyük bir pervasızlık, ikiyüzlülük ve aldatmacadır!
Böyle bir duruma boyun eğmemek için, komünist ya da devrimci olmaya gerek yoktur; burjuva demokrat olmak yeter. Çünkü 7 Haziran’dan itibaren yaşananlar, bir burjuva demokratın bile sınırlarını aşmış durumdadır.
CHP’lisinden HDP’lisine kendisine “demokratım” diyen herkesin bu dayatmayı reddetmesi gerekir. Bu partilerin de, her şey bir yana 7 Haziran’da kendilerine oy vermiş olanlara karşı sorumluluğu bunu gerektirir.
Bu duruma nasıl gelindi?
Erdoğan, seçimlerden kısa bir süre sonra “tekrar seçim” diyerek, gelinen noktayı işaret etmişti. Ardından “koalisyon hükümetleri”ne karşı olduğunu çeşitli biçimlerde belirtti. Ve adım adım kendi istediği sonuca doğru ilerledi.
Erdoğan ve AKP, tek başına hükümet kurmalarına imkan vermeyen 7 Haziran seçimlerinden hiç memnun olmadılar. Fakat başlangıçta bunu açıkça ifade edemediler. “Halkın iradesine saygı göstermek gerekir” türü laflar bile ettiler. Elbette burada esas faktör, başta TÜSİAD olmak üzere egemen sınıfların “büyük koalisyon” dedikleri AKP-CHP hükümetinden yana tavır belirlemesiydi.
Bu gidişatı bozan ilk gelişme, AKP’nin meclis başkanlığını yeniden kazanması oldu. 7 Haziran sonrası büyük bir moral bozukluğu yaşayan AKP ve Erdoğan’ın kendilerine güveni yeniden geldi.
Zaten MHP, seçim sonuçları ilan edildiği andan itibaren verdiği her demeçte, attığı her adımda AKP’ye destek sundu. HDP ile hiçbir biçimde biraraya gelmeyeceğini söyleyerek, AKP karşıtı yüzde 60 meclis muhalefetini etkisiz kıldı. Ardından meclis başkanlığı seçimlerinde AKP’nin adayının kazanmasını sağladı.
Muhalefetin blok olarak hareket etmeyeceğinin ortaya çıkmasıyla, CHP liderliğinde bir hükümet kurulması ihtimali ortadan kalktı. Bu koşullarda başlayan AKP-CHP görüşmeleri, AKP’yi rahatlatırken, CHP’yi belirlediği “ilke”lerden de taviz vermeye götürdü. Öyle ki, 7 Haziran seçimlerinin ana konusu olan 17-25 Aralık soruşturması, Erdoğan’ın yasal sınırları içine çekilmesi bile ileri sürülmedi.
CHP’nin olabildiğince alttan almasına rağmen, bir ayı aşkın süren görüşmelerin ardından AKP’nin bir koalisyona yanaşmadığı, en fazla 3 aylık bir hükümet önerdiği ortaya çıktı. CHP bunu kabul etmeyeceğini baştan belirtmişti. Dolayısıyla AKP bilinçli olarak zaman kazanmaya oynamış ve CHP’yi de bu oyunun bir parçası yapmıştı.
7 Haziran seçimlerinden sonra AKP ve MHP’nin tabanında birlik olduğu ve bu iki partinin daha rahat koalisyon kurulacağı söyleniyordu. Ancak AKP, MHP ile de koalisyon kurma çabasına girmedi. Bu şekilde yeni hükümet kurmak için verilen 45 günlük sürenin 40 gününü doldurdu. Normal prosedürde cumhurbaşkanının hükümet kurma yetkisini, ana muhalefet partisinin başkanına vermesi gerekiyordu. Fakat Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na bu görevi vermedi. Bir kez daha yasa-teammül tanımadığını ortaya koydu.
Hükümet kurma süreci, ipe un serme taktikleriyle geçirilirken, asıl önemli gelişme, Suriye’deki son olaylar üzerinden savaşın tüm ülkeye yayılması oldu. Tel Abyad’ın IŞİD’in elinden alınması ve Kürt kantonlarının birleştirilmesi, AKP’yi oldukça rahatsız etmişti. Türkiye-Suriye sınırının (Kuzey Suriye) boydan boya Kürtlerin hakimiyetine geçme tehlikesi karşısında, AKP hükümeti ABD ile pazarlığa oturdu. İncirlik’in IŞİD’e karşı savaşta kullanılması karşılığında, iki Kürt kantonu arasında kalan Cerablus’a AKP yanlısı Türkmenlerin yerleştirilmesi ve buranın radikal İslamcı grupların denetiminde kalması şeklinde bir anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmanın bir gereği olarak da Türkiye, IŞİD’e karşı savaş açacaktı.
AKP’nin sözde IŞİD’e karşı savaşı, bir gün içinde PKK’ye ve Türkiye devrimci hareketine çevrildi. Seçim öncesi IŞİD eliyle gerçekleşen bombalı saldırılar, katliama dönüştü. İlk olarak, Suruç’ta Kobani’ye gitmek için toplanan gençler katledildi. Toplam 33 kişi bu bombalı saldırıda yaşamını yitirdi. Ardından emekçi semtlere operasyonlar düzenlendi, binlerce kişi gözaltına alındı, yüzlercesi tutuklandı. Ve yargısız infazlar başladı. Cenazelerin kaldırılmasına izin verilmedi. Cemevlerine bombalı saldırılar düzenlendi vb…
Diğer yandan yıllar sonra yeniden Kandil bombalandı. “Özel güvenlik bölgesi” adı altında Kürt köyleri boşaltıldı. Birçok yerde “sokağa çıkma yasağı” ilan edildi. Aralarında çocukların da olduğu sivil halkın üzerine ateş açıldı. Bir kadın gerillanın cesedi çıplak biçimde sokak ortasına atıldı. Kısacası 12 Eylül’ün insanlık-dışı her tür vahşeti, işkencesi ve katliamı yeniden sahneye konuyordu.
Elbette tarihte tekerrür yoktur. Yöntemler benzese de ne PKK ve Kürt halkı aynı durumdadır, ne de egemen güçler. Egemenler, 12 Eylül, ya da ‘90’lardaki gibi birlik içinde değildir. Aksine klikler arası çelişki ve çatışmalar baskındır. Fakat daha önemlisi, Kürtlerin Rojava’da kazandığı mevziler, hem PKK’nin hem de Kürt halkının kendine güvenini arttırmıştır. Bu saldırılar karşısında kitlesel ve etkili bir direniş sergilenmesi, bunun göstergesidir.
Sonuç olarak AKP hükümeti, 7 Haziran sonrası bir taraftan “koalisyon görüşmeleri” ile zaman geçirirken, diğer taraftan başta Kürt halkı olmak üzere tüm halka ve onun öncülerine karşı savaş açmıştır. Yeniden tek başına hükümet olabilmek için ülkeyi kan gölüne çevirmiştir. Yarattığı bu kanlı-kaotik ortam üzerinden seçimleri dayatmakta, “ya beni seçersiniz, ya da ortalığı yakarım” demektedir.
Keyfi yönetim-rejim krizi
7 Haziran seçimleri sonrası bir süre ortada görünmeyen ve sesi kesilen Erdoğan, geçen süre zarfında yeniden eski haline döndü. Yine muhtarları toplayıp esip gürlüyor, yurdun dört bir yanında “açılış”lara katılıp nutuklar atıyor, yurtdışı gezilerinde yandaş gazetecileri yanına alıp demeçler veriyor…
15 Ağustos günü Rize’deki bir cami açılışındaki sözleri, her şeyi apaçık ortaya koydu: “İster kabul edilsin, ister edilmesin Türkiye’de yönetim sistemi değişmiştir” dedi Erdoğan. “Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun hukuksal çerçevesinin yeni bir anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir.”
Bu açıkça “sivil darbe” ilanıydı. Şimdi buna yasal bir kılıf gerekiyordu. Tıpkı 12 Eylül faşist darbesinin ’82 anayasası ile yasal bir hal alması gibi…
Erdoğan, daha önce de parlamenter sistemi “bekleme odası”na aldığını söylemişti. Seçimle işbaşına gelen ilk cumhurbaşkanı olduğunu, öncekilerden çok farklı bir profil çizeceğini belirtmişti. Nitekim cumhurbaşkanı olduğundan bu yana, “anayasal çerçeveyi” aşan birçok uygulamayı da gerçekleştirdi. Ama ilk kez bu kadar açıktan bunu ifade ediyordu.
Bu aynı zamanda Türkiye’de ciddi bir rejim krizi yaşandığının da itirafıydı. Öyle bir kriz ki, siyasi, ekonomik, idari, askeri, ahlaki her yanı kaplıyor. En başta devlet kurumlarının yetki ve görevleri, birbiriyle ilişkileri tepetaklak olmuş durumda. Ne yasaların ne de anayasanın bir bağlayıcılığı, bir hükmü var! Buna karşılık anayasa veya yasalar da değişmiş değil. Yani bir “geçiş dönemi”! Fakat onun da süresi, sınırı belirsiz… Böyle olunca hiç bir kurala-hukuka bağlı olmayan keyfi bir yönetim ortaya çıkıyor.
Bunu yargı kararlarında çok açık biçimde görebiliyoruz. Erdoğan “iki ay içinde seçim” diyor, YSK seçimleri öne alacağını açıklıyor. Danıştay, cumhurbaşkanı sarayına “kaçak” diyor, ama cumhurbaşkanı “saray”ında oturmaya devam ediyor. Böylesine bir keyfiyet, ancak askeri darbe dönemlerinde görülmüştür.
Şimdi aynı keyfiyet ile 7 Haziran seçimlerini yok sayıyorlar. Kendilerini tek başına hükümet yapmayan halkı cezalandırıyorlar. Ve istedikleri sonuç çıkana dek her şeyi yapabileceklerini ortaya koyuyorlar. Ortamı terörize etmekten, anketlerle yönlendirmeye, her tür seçim hilesinden, YSK üzerinde baskıya, içerde-dışarda savaşı tırmandırmaya kadar her şey…
AKP’yi ve Erdoğan’ı bu kadar pervasız kılan nedir? Türkiye tarihinde görülmemiş bir şekilde seçimleri tanımayıp, “tekrar seçim”e götürme keyfiyetini ve cüretini nereden almaktadır?
Bunun önemli bir nedeni, bölgenin kaotik ortamı, uzun yıllardır süren savaş ve emperyalistler arası çekişmedir. ABD’nin başta Ortadoğu olmak üzere dünyadaki hegomanyasını koruma girişimi, başarısızlıklarla doludur. Bu durum, AKP’ye her dönem manevra alanı sağlamıştır. Kimi zaman ABD ile çelişme pahasına adımlar atmış, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmasını bilmiştir.
Diğeri, düzen-içi muhalefetin son derece silik oluşudur. AKP’nin “yaptım-oldu” tutumuna, bugüne dek düzen partilerinden ve hatta reformistlerden ciddi bir karşı koyuş gelmemiştir. Her defasında “yasaları çiğniyor”, “anayasayı ihlal ediyor” çığırtkanlığı dışında, yaptıkları bir şey yoktur. Çünkü AKP’den çok halktan korkmakta, halkı ayağa kaldırmak yerine, yatıştırmaya çalışmaktadırlar.
Oysa bu partiler, kitleleri ne büyük vaatlerle 7 Haziran’da sandığa çağırmışlardı. AKP’nin saltanatını yıkma sözü vermişler, büyük bir umut ve beklenti yaratmışlardı. Kitleler de son yılların en fazla katılımı ile sandığa gitti ve onlara oy verdi. HDP ilk kez barajı aştı ve 80 milletvekili ile meclise girdi. Buna “demokratik devrim” bile dediler.
Peki sonuç ne oldu? 3 ay içinde herşey sıfırlandı! Buna karşı en küçük bir direniş bile göstermediler. Hemen “seçime hazırız” diyerek, duruma teslim oldular. Örneğin CHP, hükümet kurma yetkisini Erdoğan’ın resmen gaspetmesi karşısında hiç bir şey yapmadı. En hafifinden meclisi toplanmaya çağırma, Erdoğan’ı yargılama önergesi verme, fiilen hükümeti kurmaya çalışma gibi pasif biçimleri bile denemedi. Oysa AKP ve Erdoğan’ın fiili tutumlarına karşı fiili tavırlar geliştirmek, zorunlu ve meşruydu.
Keza “başkanlık” meselesi kapanmışken, HDP’nin bunun için referandum önermesi, AKP’nin ekmeğine yağ sürmek değil de nedir? Ya da “seçim hükümeti”ne MHP ve CHP katılmazken, HDP’nin katılma kararı almasına ne demeli? Seçim propagandalarında “açık ya da örtük hiçbir biçimde AKP’ye destek vermeyeceğiz” diyen HDP, seçmenlerine verdiği sözü ne çabuk unuttu! Hem de AKP’nin halka karşı savaş açtığı, faşist yüzünü tüm çıplaklığı ile sergilediği, hiçbir kural tanımadan seçimleri bile iptal ettiği bir dönemde…
Şu kesitte muhalefet partilerinin yapacağı tek şey, “seçim hükümeti”ne katılmamak, AKP’yi yalnızlaştırmaktır. AKP’nin yok saydığı 7 Haziran seçimlerine sahip çıkmak, onun dayattığı seçimleri tanımamaktır. Aksi her tutum, AKP’yi güçlendirmekten başka bir şeye yaramaz.
Seçimleri tanımıyoruz!
Yukarıda belirttiğimiz gibi, her zaman yaşadığımız türden bir seçimle karşı karşıya değiliz. Onun için “seçim taktikleri” üzerine uzun uzun tartışmak, konuşmak gereksizleşmiştir. Keyfi ve fiili yönetimle dayatılan bir seçimi protesto etmek, en doğal tepkidir.
Böyle bir seçime katılmak, 7 Haziran seçimlerini yok sayan AKP’nin suçuna ortak olmaktır. Erdoğan’ın açıkça itiraf ettiği “saray darbesi”ne boyun eğmektir.
Diğer yandan başta Kürt halkı olmak üzere halkın “can güvenliği” yokken sandığa çağırmak, onların durumunu hiç anlamamak demektir. Nitekim Kürt halkı, “biz canımızın derdindeyiz, ne seçimi” diye tepki göstermektedir. Üstelik AKP, sözde “seçim güvenliği” adı altında “taşımalı sistem”i gündeme getirmiştir. HDP’ye oy veren Kürt köylerindeki seçmenler, il ve ilçelere taşınarak, orada oy vermeleri dayatılmaktadır. Seçim günü bu seçmenlerin ne kadarının ilçe merkezlerine ulaşabileceği ortadadır.
Hal böyleyken HDP bir yandan AKP ile “seçim hükümeti”ne katılma kararı alarak, diğer yandan bu seçimlerde yüzde 20 oranında oy hedeflediklerini duyurarak, halktan kopuk hareket ettiğini göstermiştir.
7 Haziran’da barajı aşan, hatta yüzde 13 gibi bir orana ulaşan HDP, 7 Haziran’ı bir milat gibi sunmuştu. “Türkiye rahat bir nefes alacak” demişlerdi. Fakat 7 Haziran sonrası, öncesinden çok daha kötü bir döneme girildi. Şimdi HDP yüzde 13 ile de yetinmiyor, yüzde 20 istiyor! Diğer düzen partileri gibi her seçimde halktan daha fazlasını istiyor! Ama seçim döneminde halka verdiği sözleri tutmuyor!
Daha önemlisi, meclise kaç milletvekili ile gelirse gelsinler, düzenin yapısında değişen birşey olmuyor, olmayacak! Son 3 ayda yaşananlar, bunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Sonuç olarak, kendisine saygısı olan hiçbir kişi ve kurum, böylesi bir ortamda ve keyfi biçimde dayatılan bir seçime katılmayacaktır. Çünkü seçimler gayri-meşrudur!
AKP’nin pervasızlığını, keyfiyetini durduracak tek güç; halkın örgütlü gücüdür! Sandığın değil, sokağın gücünü ortaya koymaktır!
(Bu yazı 20 ağustos tarihinde sitemizde yayınlanmış, ardından derginin Eylül sayısında yer almıştır)