“Toplumsal kontrol aracı” olarak ŞİDDET!

Gittikçe tırmanan bir şiddet sarmalının içindeyiz. Kadına, çocuğa, doğaya, kendisinden zayıf gördüğü herkese karşı şiddet artıkça artıyor. Evde, sokakta, işyerinde, her an her yerde bir saldırı ile karşı karşıya kalabiliriz. Öylesine güvensiz bir ortam içinde yaşıyoruz.

Son olarak bir müzisyenin istek parçayı söylememesi üzerine öldürülmesi, şiddetin vardığı noktayı ürpertici biçimde gösterdi. Daha önce doktorların hastaları tarafından, öğretmenlerin öğrencisi veya veliler tarafından, avukatların müvekkilleri tarafından saldırıya uğramasına, öldürülmesine tanık olmuş ve bu durumu kanıksamıştık adeta. Ama bir müzisyenin dinleyicileri tarafından öldürülmesi, yeni bir durumdu; o yüzden büyük bir şaşkınlık ve tepki yarattı. Aynı zamanda şiddetin geldiği boyutun görülmesinin şokunu, dehşetini yaşattı. Tam da bu ortamı yaratanların amacına uygun biçimde…

Toplumda artan şiddetin nedenleri üzerine çokça şey söyleniyor. “İnsanın doğasında şiddet eğilimi olduğu”ndan, çocukluk dönemine kadar giden psikolojik çözümlemelere kadar pek çok şey sıralanıyor. Oysa şiddet, kişisel ve tekil örneklerin çok ötesine çıktı. Toplumun tümünü kapsayan genel bir olguyla karşı karşıyayız. O halde artan şiddetin gerçek nedenleri üzerinde durmalı ve bunları ortaya koymalıyız. Ona karşı doğru bir mücadele verebilmek de buradan geçiyor.

 

Şiddet her yerde

Toplumda şiddetin artması, Türkiye’ye özgü bir olgu da değil. Dünyanın dört bir yanında şiddetin artışına tanık oluyoruz. En başta devlet şiddeti artıyor kuşkusuz. Şiddet tekelini elinde bulunduran devletler, sadece resmi güvenlik güçleriyle değil, gayri-resmi paramiliter güçleriyle de muhalif kesimler üzerinde şiddetini arttırıyor. Şubede ve hapishanelerde işkencenin artmasından sokak ortasında dayak ve cinayetlere kadar resmi-sivil şiddet artışını her ülkede görüyoruz.

Fakat bu yazının konusu artan toplumsal şiddet olduğu için, örneklerimiz de onlar üzerinden olacak. Özellikle emperyalist ülkelerde okulların ve ibadet yerlerinin basılması, silahla taranması gibi saldırılarda büyük bir artış var. Keza kişisel cinayetlerde de artış görülüyor.

Özellikle son 20 yıl, şiddetin genelleşmesi, dahası kanıksanması bakımından üzerinde durulması gereken bir dönemdir. 2000’lerin başlarında ABD’nin Afganistan ve Irak işgaliyle birlikte yeni bir emperyalist savaşın başlaması ve televizyon ekranlarından naklen verilmesi, bunun zeminini oluşturdu. Ardından bu savaşın bir parçası olarak başgösteren IŞİD vahşeti, bir başka ifadeyle cihatçı terör, şiddetin boyutunu akıl almaz biçimlere tırmandırdığı gibi, “normalleştirdi” de… Ortaçağ vahşetini çağrıştıran biçimde kılıçla baş kesmeler, öldürdükleri kişilerin iç organlarını deşmeler ve bütün bunların internet üzerinden servis edilmesi, tüm toplum üzerinde korku salmanın yanı sıra şiddetin doğallaşması ve yaygınlaşması amacını güdüyordu.

Ortadoğu’da hüküm süren savaşın göbeğinde yeralan Türkiye’nin, bu durumdan en fazla etkilenen ülke olması şaşırtıcı değil. Son yıllarda kişisel cinayetlerde bile IŞİD vahşetini aratmayan örnekleri görüyoruz. İşkence ve tecavüzün artması, cesetlere, mezarlara dahi saldırıların yapılması, genel bir şiddet artışının ötesinde, toplumsal dokuyu bozan, değerler sistemini yıkan gelişmelerdir.

Sadece müzisyen Onur Şener’in öldürülme biçimi bile, şiddetin geldiği nokta ve nedenleri hakkında ipuçları sunuyor aslında. Müzisyenden istenen herhangi bir şarkı değil, “ölürüm Türkiye” şarkısıdır. Şoven-milliyetçi kesimlerin marşı haline gelen bu şarkının söylenmemesi, rahatlıkla “vatan hainliği” ile damgalanabilmektedir. Şarkıyı isteyenlerin kimlikleri de bu saldırıdaki pervasızlığı ortaya koyuyor. AKP-MHP kökenli bürokratlar, içki şişelerini kırarak müzisyenin boğazına saplayabiliyorlar. Esasında işlenen politik bir cinayettir. “Kişisel” nedenlerle gerçekleşen cinayetlerin arkasında bile, gerek dünyanın gerekse ülkenin içinde bulunduğu toplumsal-politik ortam vardır.

Bunun önemli biri yanını emperyalist savaş gerçeği oluşturuyor. Buna bağlı olarak kişisel silahlanmanın artması ve şiddet uygulayanların cezasız kalması, bu zemini güçlendiriyor.

Silahlanma ve cezasızlık, devletten bağımsız düşünülebilir mi? Bir başka ifadeyle devletler izin vermezse, en hafifinden göz yummazsa, toplumsal şiddet bu kadar artar mı? Devlet tekelinde tuttuğu şiddeti, toplumun tüm kesimlerine doğru neden yayıyor? Bundan çıkarı ne? Sorulması gereken sorular bunlardır.

 

Şiddetin amacı

Sömürücü sınıflar, ezilenleri ve onların öncülerini sindirmek ve dağıtmak için çok eski çağlardan beri şiddeti kullanıyorlar. Esasında devletin varlığı şiddet olgusundan kopuk düşünülemez. Sömürücüler, varlık koşullarını ve egemenliklerini devlet cihazı olarak örgütlenmiş bir şiddet aracı olmaksızın koruyamazlardı.

Onun için şiddeti öznel-kişisel sorunlara, psikolojik-ruhsal duruma bağlamak, sömürücü sınıfları ve onların hizmetkârlarını aklamak olur. Soruna materyalist tarihsel bakışla ve bilimsel bir tutarlılıkla yaklaşmak gerekir. Dolayısıyla varolan sistemin sınıfsal karakterinden, sınıf mücadelesinin düzeyinden bağımsız bir şekilde şiddeti ele alamayız. Gerek devletlerin resmi-sivil güçleriyle topluma yönelttiği şiddet olsun, gerekse de toplumun kendi içinde birbirine karşı yönelttiği şiddet olsun, hepsinin arkasında egemen sınıfların ezilen-sömürülen kesimleri kontrol altında tutma amacı yatmaktadır.

Geçmişten beri egemenlerin en önemli “yönetme yöntemi” olarak “böl-parçala-yönet” politikasını izlediği biliniyor. Bu maksatla ulusal-mezhepsel ayrımları özellikle körüklediği, birbirine düşman eylediği sır değil. Bununla da kalmıyor, aynı ulus-mezhep, hatta aynı sınıf içinde bile ayrıcalıklı kesimler yaratıyor, birbirine düşürüyor. Şiddetin azalması veya artması, toplumsal kriz dönemlerine ve sınıf mücadelesinin düzeyine göre değişiyor. Dünyadaki devrimler ve karşı-devrimler tarihi kadar, Türkiye’nin tarihi de bunu somut olarak ortaya koyuyor.

‘90’lı yıllardan itibaren dünya ölçeğinde “sosyalist kamp” olarak bilinen ülkelerdeki geri-dönüşler, ulusal-sosyal kurtuluş mücadelelerinin bastırılması, emperyalist-kapitalist sistemin tüm dünyaya hakim olması, egemenleri kısa bir süreliğine rahatlatmıştı. Fakat ne burjuvazi ile proletarya arasındaki, ne de emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler bitti. Ve 2000’li yıllarda şiddet, savaş boyutuna kadar tırmandı. Hem içeride hem dışarıda şiddetin çapı arttı.

Aslında en büyük şiddet sömürünün kendisidir. Sınıflı toplum ve devlet olgusuyla birlikte, toplumun ezici çoğunluğu şiddet altındadır. Kriz dönemlerinde bu şiddet daha da artar. Şiddeti sadece fiziksel şiddet olarak görmek de yanlıştır. Bir insanın çalışma, beslenme, barınma gibi en temel haklarını elinden almak, başlı başına şiddettir. Çünkü şiddet “kişinin olağan edimlerine çıkarılan engel, önüne konulan dikenli teller, bunların sarsıntıyla gelen yabancılaşma”dır.

“Şiddet genellikle bedene uygulanır, ama bedeni çokça ilgilendirmez. Şiddetin bedene yönelişi dolaylıdır, amaç ruhu zedelemektir. Ruhun etkilenmediği durumda, beden sonuna kadar dayanıklıdır… Bu yüzden her şiddet eylemi ruhsal koşullar göz önünde tutularak düzenlenir… Şiddeti şiddet yapan, ruhta yaratacağı çözülmedir. Şiddet bilinci dağıtır, bulandırır, bilincin inanç dizgesini bozar, giderek bilincin gerçeklikle olan bağını zorlar ve koparmaya çalışır. O durumda bilinç birden bire kendi kendini tartışan mutsuz bir bilince dönüşebilir. Evet, şiddeti şiddet yapan, ruhta yaratacağı çözülmedir, bezginliktir, bıkmışlıktır, inanmazlığa kayıştır.” (Afşar Timuçin -Felsefe Bir Sevinçtir, sf:24, abç)

Şiddet olgusuna felsefi olarak yaklaşıp onu madde-bilinç, beden-ruh ilişkisi içinde ele alanların ulaştığı nokta da, egemenlerin şiddeti arttırmadaki amacını ortaya koyuyor. Toplumun tümünde yaratacağı bıkkınlık, umutsuzluk, inançsızlık üzerinden onları rahatça yönetebilme, yönlendirebilme arzusu ve çabasını…

Sonuç olarak egemenlerin şiddeti uygulamadaki esas amacı, öldürmekten ziyade korkutmak ve yıldırmaktır. Ortadan kaldırmak ve yok etmek, bunu başaramadığı zamanlarda başvurduğu son yoldur. Ya da geride kalanlara gözdağı vermek ve sindirmek için yapılan bilinçli bir tercihtir.

 

Şiddetin yaygınlaşması

Yazının başında da belirttiğimiz gibi şiddet tüm dünyada artıyor. Bunun bizzat egemenler tarafından bilinçli bir biçimde tırmandırıldığını görmek için filozof olmaya da gerek yok. Zaten artık çok daha aleni bir şekilde gözümüzün önünde yapılıyor.

Örneğin 15 Temmuz sonrası dağıtılan onbinlerce silah hala “kayıp”! Kişisel silahlanma alabildiğince artıyor ve buna göz yumuluyor. Katiller, komik denecek cezalarla kısa sürede salıveriliyor. AKP veya MHP ile bağlantısı varsa, çoğu kez gözaltından bırakılıyor. Toplumsal bir tepki yükselmediği sürece bu davalar hasıraltı ediliyor, unutturuluyor. Cezasızlığın artması, hiç şüphesiz bilinçli bir politika. Böylece yeni cinayetlere davetiye çıkarılıyor. Adalet duygusu sarsıldıkça, “gücü gücüne yetene” saldırıyor, şiddet tüm topluma sirayet eden olağan bir davranış haline geliyor.

Faşizmin kuralsızlığı, yasa tanımazlığı, kurumları işlevsizleştirmesi, toplumsal kural ve davranışları, değer yargılarını da değiştiriyor. “Orman kanunu” şeklinde ifadelendirilen güçlünün güçsüzü ezmesi, psikolojik ve fiziksel şiddet kullanması doğallaşıyor. Bu durumdan en çok kadınlar, çocuklar, yaşlılar etkileniyor. Çocuğa sevgi ve şefkat, kadına ve yaşlıya saygı ile yaklaşmanın yerini, tam bir hoyratlık, aşağılama, hiçleştirme alıyor. Geleneksel değerler bile alt-üst oluyor.

Bütün bunlar, kendilerini “muhafazakar” diye niteleyen dinci-gerici hükümetler döneminde yaşanıyor. Dincilikle paralel biçimde ahlaksızlık, değersizlik, kıymet bilmezlik artıyor. Şiddetle birlikte cinsellik pompalanıyor ve toplum başka bir şey düşünemez hale getiriliyor. “Toplumsal mühendislik” de denilen yöntemle, egemenlerin istediği toplum yapısı bu şekilde inşa edilmeye çalışılıyor.

Kısacası halka dönük bilinçli-planlı bir şiddet stratejisi sözkonusudur. Şiddetin sınıflı toplum ve devletin ortaya çıkışıyla birlikte uygulandığı bir gerçektir. Fakat günümüzde daha sistematik bir şekilde artmakta, tüm toplumu pençesi içine almaktadır. “Toplumsal kontrol aracı” olarak şiddetin devletler tarafından kullanılmasında ve bunun gizli-saklı değil, açık bir şekilde yapılmasında, içinde bulunduğumuz konjonktür önemli bir rol oynamaktadır. Gerek dünyada gerekse ülkemizde sınıf mücadelesindeki gerileme, egemenlerin şiddeti daha pervasız biçimde uygulamasına ve tüm topluma yaymasına olanak tanımaktadır.

Günümüzde bir “seçim şiddeti”nden bile sözedilmektedir. Burjuva demokrasisinin en önemli göstergesi sayılan seçimler, öncesi ve sonrasıyla şiddet olaylarına sahne olmakta, artan sandık hilelerinin yanı sıra zor yoluyla seçimleri kazanmak yaygınlaşmaktadır. Üstelik sadece emperyalizme bağımlı, gerici-faşist ülkelerde değil, sözde demokratik emperyalist ülkelerde de benzer örnekler görülmektedir. Son ABD seçimlerinde Trump yanlılarının meclisi basmaları, Trump’ın yenildiği durumda bile iktidarı bırakmayacağı yönlü açıklamaları, ABD Genelkurmay Başkanı’nın böyle bir durumda ordunun müdahale edeceğini duyurması vb. genel tablonun görülmesi bakımından çarpıcı ve öğreticiydi.

Türkiye’de zaten seçimler, uzun süredir son derece göstermelik bir hal aldı. Mühürsüz zarflar, “atı alan Üsküdar’ı geçti”ler, “adam kazandı”lar, seçim akşamı silahlı gösteriler, sandıklar açılmadan sonuçların açıklanması vb. “kör gözüm parmağına” öyle olaylar yaşandı ki, artık rahatlıkla “Erdoğan kaybedeceği seçime girmez” veya “kaybetse de gitmez” denebiliyor. Çünkü kaybettiği seçimi tanımadı ve 6 ay içinde “yeniden seçim” yaptırdı. Ve bu 6 ayda kan gövdeyi götürdü. 10 Ekim Ankara Gar katliamı başta olmak üzere onlarca katliam gerçekleşti. Dönemin başbakanı Davutoğlu “bombalar patladıkça oyumuz artıyor” diyerek sevincini ifade ediyordu. Yani şiddet, seçimleri maniple etmenin bir aracı olarak kullanıldı.

Bütün bunlar, seçimler dahil burjuva demokratik hakların da mücadele ile geliştiğini, egemen sınıfların fırsatını bulduğu anda bunlardan rahatlıkla vazgeçtiğini, sözde demokrasisini rafa kaldırdığını, açık bir şekilde göstermektedir.

 

Şiddete karşı mücadele

Şiddetin ana kaynağı sömürü sistemi ve onun aygıtı devlet ise, şiddete karşı mücadeleyi de sisteme ve devlete karşı yürütmek gerekir.

Örneğin sadece kadına yönelik şiddeti görüp ona karşı çıkmak, devlet şiddetine değil de sadece “erkek şiddeti”ne karşı mücadele etmek, ormanı görmeyip ağaçlarla uğraşmaktır. Onun için de etkili olamamaktadır. Genel olarak toplumsal mücadeleyi yükseltmeden kadına yönelik şiddeti durdurmak mümkün değildir çünkü. Feministler devletin şiddetini görmeyerek, hatta devletin politik nedenlerle öldürdüğü kadınları bile sahiplenmeyerek, gerçekte devlete ve egemenlere hizmet etmektedir.

Oysa sadece kadınlar değil, toplumun her kesimi şiddet görüyor ve şiddet tehdidi altında yaşıyor. Ve bunu devletler bilinçli-planlı bir şekilde yapıyorlar. Bu gerçek görülmeden, bütünden kopartılmış parçadan mücadeleyle sonuç almak mümkün değildir, olmamıştır.

Şiddete karşı mücadele, düzene karşı mücadeledir. Bir bütün olarak kapitalist sömürü sistemini hedefe çakmadan, ne şiddete karşı, ne de şiddetin yarattığı toplumsal bozulmaya karşı mücadele edilemez. Sömürüye ve zorbalığa karşı mücadelenin kendisi, eğitici ve arındırıcıdır. İşçi direnişlerinde kadınların öne çıkması, kadına bakışı değiştiren, erkek ile eşitliği sağlayan en önemli zemindir. Aynı zamanda işçiler arasında her tür ayrımı ortadan kaldıran, onları birleştiren yegane yoldur.

Sınıf mücadelesinin nesnel olarak yarattığı bu olumlu değişimlerin yanı sıra öznel olarak da sınıf bilinciyle donatılmalarına ihtiyaç vardır. Devrimci her adım, egemen zihniyetten, ideolojiden bir adım daha uzaklaşmak anlamına gelir. Sınıf mücadelesinin en önemli ayağı, ideolojik mücadeledir. Israrlı ve kararlı bir biçimde bu mücadele verilmeden, yeni insan ve yeni bir toplum yaratılamaz.

En başta fiziki-psikolojik şiddetin içimize kadar uzamasına izin veremeyiz. Faşizmin nobranlığına, kuralsızlığına, üstenciliğine karşı, devrimci disiplini, nezaketi, alçakgönüllüğü öne çıkarmalı ve bunu çevremize yaymalıyız. Devrimcilik, “insanın insanlaşma mücadelesi”dir aynı zamanda. Etrafına “yeni tipte insan”ın örneğini sunması, bunun yaygınlaştırılmasıdır. Sosyalist insan, Che’nin söylediği gibi “imkansızı imkanlı kılan” cesaretin, onurun, erdemin simgesi ve taşıyıcısıdır. Bir emekçinin suratına inen tokadın acısını yüreğinde duymayan ve buna isyan etmeyen biri, bırakalım sosyalist olmayı, insan bile olamaz.

Şiddetin toplumu esir alması, o toplumun felç olması anlamına gelir. Bunun da tek panzehiri toplumsal mücadeleyi yükseltmektir. İdeolojik-siyasi-ekonomik her yönden mücadeleyi yükselterek, toplumsal şiddeti ve onun yarattığı bozulmayı ortadan kaldıracağız. Şiddete teslim olmayacağız.

Korku gibi cesaret de bulaşıcıdır. Cesaretle toplumsal şiddetin üzerine gidecek, insanın insanlaşma sürecini ileriye taşıyacağız.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …