156 ülkenin yeraldığı “Sefalet Endeksi” açıklandı ve Türkiye açık ara birinci oldu.
Sefalet Endeksi, bir ülkedeki ekonominin durumunu ölçmek için kullanılan bir endeks. 1960’lardan bu yana kullanılan bu ölçme yöntemine göre, ülkedeki yıllık enflasyon ve işsizlik oranlarının toplanması ile yıllık sefalet endeksi rakamları belirleniyor. İşsizliğin yükselmesi geliri olmayanların sayısının arttığını gösteriyor; enflasyonun yükselmesi ise yaşamın pahalandığını… Böylece endeksin yükselmesi sefaletin artmasının ifadesi oluyor.
Bu kriterlere göre, Türkiye’nin puanı 93.3 oldu. İkinci olan ülke Arjantin’in puanı ise 89.9; üçüncülük 41.4 ile Güney Afrika’nın; dördüncü ise 23.8 puanla Macaristan. 2021 Aralık ayında, Türkiye 156 ülke içinde 21. sıradaydı; bugün ise 1. sıraya yükselmeyi “başardı!” 2001 yılında şiddetli bir ekonomik krizin pençesinde kıvranırken bile, Türkiye’nin sefalet endeksindeki puanı 40 seviyesindeydi.
Bugün tüm rekorları kırarak en üst sıraya yerleştiysek, Erdoğan’ın “faiz-nas” tekerlemesinin, Nebati’nin “gözlerindeki ışıltı”nın Soylu’nun suç örgütleri liderleriyle çektirdiği fotoğrafların “başarısı”dır bu. Faturasını ödeyen ise işçi ve emekçiler!
“Sefalet endeksi”ndeki “birinciliğimiz”, yaşadığımız aşırı yoksullaşmanın rakamlara dökülmüş ifadesidir. Çöpte yiyecek arayan kadınların, “bodurluk” yaşadıkları artık resmi kayıtlara bile geçmiş olan çocukların, sofrasına artık peynir-zeytin koyamayan emekçilerin, asgari ücretten daha düşük ücretle çok ağır koşullarda kayıtdışı çalışmak zorunda kalan işçilerin, faturasını ödeyemediği için doğalgazı kesilen emeklilerin rakamsal ifadesidir.
Bize sefalet, onlara sefahat…
Bakan Nebati The Wall Street Journal’e konuşurken, uyguladıkları ekonomi politikaları için “biraz acı vereceğini hesaplamıştık” diyor. Bizim çekeceğimiz acıları planlıyorlar sırça köşklerinde zevk-ü sefa içinde yaşarken… Üstelik de tam bir umursamazlıkla. Acılar bizim payımıza düşüyor onların planlarında; zevkler, eğlenceler, “gözlerdeki ışıltılar” onların payına…
Çocuklarda “koah” ve “astım” hastalıklarında artış olduğunu belirtiyor son istatistikler. Küf kokulu bodrum katlarında, köpek bağlasan durmayacak izbelerde yaşamak bizim payımıza düşüyor onların hesaplamalarında; saraylar, köşkler, gemicikler, lüks araçlar, milyon dolarlık bütçeler onların payına…
2008-2021 yılları arasında, tefecilikten mahkum olanların sayısının yüzde 1396 arttığı belirtiliyor. Faiz-nas diye korkunç boyutlarda enflasyona maruz kaldığımız için geçinemiyoruz; tefecilerin pençesine düşüyoruz kitleler halinde. Maaşı yetmeyenler, kredi çekemeyenler, en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için tefecilere koşuyorlar, tüm geleceklerini ipotek altına alarak.
Milli Eğitim Bakanlığı, “üç harfli” marketlerle anlaşma yaparak, okulda başarısız öğrencilerin “staj” adı altında marketlere göndermeyi planlıyor. A-101’le Milli Eğitim Bakanlığı arasında yapılan anlaşmaya göre, 1 milyon çocuğun, asgari ücretin üçte biri kadar bir ücretle, A-101’de köle olarak çalışması hedefleniyor. Çocuklar bu marketlerin ağır sömürüsüne terkedilirken, ücretlerini de bakanlık “işsizlik fonu”ndan ödeyecek. Nasıl devasa bir rant, nasıl büyük bir peşkeş! Üstelik pek çok aile, o çocuğun getireceği 1600 liraya muhtaç olduğu için, belki de sevinerek gönderecekler çocuklarını, böyle bir “olanak” buldukları için. Okulda olması gereken çocuklar, haftanın 4 günü marketlerde emek sömürüsünün en vahşi biçimiyle karşı karşıya kalacaklar.
Emekçi semtlerde uyuşturucu kullanımı öylesine yaygınlaşmış durumda ki, ilkokul çocuklarının bile uyuşturucu kullanmaya başladığı tespit edilmiş. İstanbul’da “kanalizasyon taraması” ile yapılan tahlillere göre, gelir düzeyi düşük semtler, uyuşturucu kullanımının en yüksek olduğu yerler. Bu dünyada refaha erme umudu kalmayanlar, sanal dünyalarda kendilerine mutluluk fanusları oluşturmaya çalışıyorlar.
Evlerimizi başımıza yıkılıyor bir taraftan da. Kapitalizmin temelini oluşturan “mülkiyet hakkı” bile yerle bir olmuş durumda. Tamamen hukukdışı yöntemlerle belediyeler evlerin kapılarını kırıyor, zabıtalar evleri boşaltıyor, polisler yıkıma direnenleri gözaltına alıyorlar. İnsanlar sözleşmesiz, güvencesiz biçimde kapının önüne konuyor ve birkaç inşaat tekeline yeni rant alanları açılıyor.
“Seçimlere kadar” neyi bekleyeceğiz
Yaşadığımız sefalet, yoksullaşma doğrudan canımızı yakıyor. Muhalefet partilerinin bize sunduğu çözüm ise “seçimlere kadar bekleyin” oluyor. “Tuzu kuru” olanlar, seçimleri de, sonrasını da bekleyebilir. Peki ya her gün biraz daha yoksullaşan kitleler?
İki soruyu birden sormak gerekiyor. Birincisi, yoksulların “seçimlere kadar” bekleyecek sabrı, dermanı, gücü, olanağı var mı? En iyimser ihtimalle aylar sonra yapılması “umulan” seçim tarihi gelinceye kadar, daha kaç evin elektriği kesilecek, kaç çocuk okula gidemez hale gelecek, kaç çocuk beslenme yetersizliğinden hastalanacak, kaç insan işsizliğin yarattığı bunalımlarla boğuşacak, kaç aile kiraya zam yapmadığı için evden atılacak… Kısacası, bu kış kaç hayat sönecek?
İkinci soru şu: Gerçekten seçimler çözüm olacak mı? Kimisi faşist, kimisi AKP’nin eski suç ortağı, kimisi AKP kadar şeriatçı, kimisi yoksulluk bu kadar derinleşmişken “türban”ı tartışmaya açan muhalefet partilerinin hangisi gerçekten kitlelerin ihtiyaçlarına çözüm getirecek?
Koşullarımızı düzeltmenin, yoksullukla mücadele etmenin tek yolu mücadele etmektir. Sömürü bu kadar vahşi, egemenlerin kar hırsı bu kadar yüksek, sırtımızdan geçinmeye çalışanların hedefleri bu kadar pervasızken, boş umutlarla bir partiyi ya da bir vaadi beklemenin faydası olmayacaktır.
Taleplerimizi eylemli bir biçimde haykırmadığımız zaman, bizi dinleyecek, dikkate alacak kimse yoktur. Üretimden gelen gücümüzü kullanarak, sokaklara çıkarak, eylemli biçimde taleplerimizi haykıralım. Barınma hakkımız için, beslenme hakkımız için, üretme hakkımız için, en önemlisi yaşama hakkımız için mücadele edelim.
Egemenlerin bizim payımıza “hesapladığı” acılarımızı azaltmanın, koşullarımızı düzeltmenin tek yolu budur!