Ortadoğu savaşında İran yükseliyor, Türkiye geriliyor

iran-nukleer-muzakereler

İran ile P5+1 ülkeleri (BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa + Almanya) arasında, yıllara yayılan görüşme ve toplantıların ardından 14 Temmuz 2015 tarihinde, Viyana’da nihayet anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre İran nükleer programını kısıtlamayı kabul ediyor, karşılığında İran’a uygulanan ekonomik yaptırımlar hafifletiliyor.

Dünyaya “ABD’nin yenilmezliği” penceresinden bakan kimileri, bu anlaşma üzerine “ABD yine kazandı”, “İran geri adım attı”, “Emperyalistler yine ABD çizgisinde anlaştılar” gibi yorumlar yaptılar. Hatta, İran’ın artık “normalleşeceğini”, “demokratikleşeceğini” iddia edenler oldu. Ancak gerçek öyle değildi. Bu anlaşma, İran’ın bölge hegemonyası açısından son derece önemli bir dönüm noktası oldu.

 

Anlaşma ne getiriyor

2000’li yılların başında ABD emperyalizmi 11 Eylül saldırılarını bahane ederek yeni emperyalist savaşın startını verdiğinde, İran ilk olarak hedefe çakılan ülkelerden biri olmuştu. Irak’ın “kimyasal silahlara sahip olduğu” bahanesini kullanarak işgale girişen ABD, İran’ın da “nükleer silah” çalışmalarını geliştirdiğini iddia ediyordu. Böylece, 2001 yılında Afganistan ile başlayan işgal zincirinin önemli halkalarından birinin İran olacağı kesinleşmişti.

Savaşı istediği hızda gerçekleştiremeyen ve saldırdığı alanlarda hızlı biçimde hegemonyasını kuramayan ABD, ara kademeler oluşturmak zorunda kalıyordu. İran saldırısının da gecikeceği açığa çıkınca, önce “ambargo” ile yetinmek zorunda kaldı; 2003 yılında İran’a ağır bir ambargo başlattı. Bununla da yetinmedi, İran’ın uluslararası bankalardaki paraları da dahil olmak üzere, ülke dışındaki tüm mal varlığı donduruldu.

2013 yılından itibaren, İran’la görüşmeler başlatıldı. P5+1 ülkeleriyle İran arasında 20 aydan fazla süren görüşmelerin ardından, 14 Temmuz’da anlaşma imzalanmış oldu.

Anlaşmaya göre, petrol, doğalgaz, enerji ve bankacılık sektörlerindeki ambargo kaldırılıyor; silah ambargosu 5 yıl, füze ambargosu 8 yıl daha uzatılıyor; İran ise, uranyum zenginleştirme oranını 15 yıl boyunca yüzde 3.67’de tutmayı, nükleer bomba için zenginleştirilmiş uranyum üretebilecek santrifüjlerin üçte ikisini yoketmeyi, zenginleştirilmiş uranyum stokunun yüzde 98’ini elden çıkarmayı kabul ediyor.

En önemlisi ise, yapılan müzakerelerin sadece nükleer ve ekonomik başlıklarla sınırlı tutulmuş olması. İran’ın Ortadoğu politikalarına ilişkin tek bir madde, anlaşmanın içinde yer almıyor. Suriye’de savaşan Şii milislerden Esad’ın geleceğine, Yemen savaşından İsrail ile olan ilişkilere kadar hiçbir siyasal gündem, bu müzakerelerin konusu haline getirilmiyor.

Anlaşma tümüyle İran’ın lehine bir tablo sunuyor. Ekonomik olarak İran üzerindeki baskı kaldırılıyor, siyasi olarak İran’a herhangi bir sınırlama getirilmiyor. Nükleer konusundaki kısıtlamalar ise, her şey bir yana, İran’ın artık “nükleer kulübün bir üyesi” olduğunun uluslararası kamuoyunda tescillenmesi anlamına geliyor ki, bu ABD açısından son derece önemli bir geri adım. Diğer taraftan İran, nükleer silah geliştirme çalışmalarını gizlice yürütmeye devam edecektir; tüm taraflar bu gerçeğin farkındalar.

Sonuçta İran bir çok şey elde etmiş, karşılığında ise herhangi bir konuda geri adım atmamış, herhangi bir şey kaybetmemiştir.

 

Anlaşma İran’ın zaafı değil, zaferidir

Bu zaferin görünen yanında, İran ekonomisinin rahatlaması durmaktadır. Perde gerisinde ise, -görünenden çok daha önemli olan- siyasal olarak İran’ın Ortadoğu’daki gücünün ABD tarafından kabul edilmesidir.

Anlaşma ile birlikte ekonomik olarak İran büyük bir rahatlamaya kavuşacaktır. Bugüne kadar petrol ve doğalgaz ihracatına getirilen kısıtlamalar, İran’ın zengin rezervlerini piyasaya sürmesini engellemişti. Ambargo kalktığı andan itibaren, artık İran da petrol ve doğalgaz piyasasında belirleyici aktörlerden birine dönüşecek, fiyatın tespit edilmesinden pazara ne kadar ürün sürüleceğine kadar söz hakkı olacaktır. Keza, ambargo döneminde İran, kendi petrol ve doğalgazını kaçak yollardan, bu nedenle de düşük fiyata satmak zorunda kalıyordu. Şimdi bu ihracattan elde edeceği gelir, öncekiyle kıyaslanmayacak kadar yüksek olacaktır.

Yanı sıra, İran pazarı artık emperyalist tekellerin çok çeşitli ürünlerine açılacaktır. Otomobil gibi sanayi ürünlerinden, cep telefonu gibi teknoloji ürünlerine kadar her çeşit ürün çok daha kolay biçimde İran pazarına girebilecektir. Bu bir yanıyla emperyalist tekellerin karını artırırken, diğer yandan İran’ın teknolojik gelişimini de hızlandıran bir unsur olacaktır. İran, bölgede petrol zenginliğinin yanı sıra, kendi sanayisini inşa etmiş tek ülkedir; yaptırımların kalkması, İran ekonomisini ve sanayisini her yönden güçlendirecektir.

Somut bazı rakamlar şimdiden konuşulmaktadır. Mesela ambargonun kalkması sayesinde hız kazanan İran ekonomisinin, 2017 yılında yüzde 7-8 gibi, bu ekonomik kriz döneminde son derece önemli düzeyde büyüme göstereceğini hesaplayanlar var. Keza AB ile bugün 7.5 milyar euro olan ticaret hacminin, iki yıl içinde 400 milyar euroya sıçrayacağı beklenmektedir. Toplamda ise, İran’ın, beş yıl içinde “ilk 10 büyük” arasına girmesi ihtimalinden sözedilmektedir.

İran’ın siyasal kazanımları ise, ekonomik kazanımlarından çok daha güçlüdür. İran’ın tümüyle ABD karşıtı ve ABD’nin çıkarlarıyla çelişen Ortadoğu politikaları, bu müzakereler sırasında gündeme bile alınmamış, adeta yok sayılmıştır. Bu durum, İran’ın siyasal gücünü artıran bir unsurdur. Bazı kesimler, bu anlaşmanın “Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla neredeyse eşit önemde bir gelişme” olduğunu ileri sürüyorlar.

İran açısından, gelinen nokta bir başlangıç değil, Arap ayaklanmalarının başladığı tarihten bugüne, son 5 yıldır yaşananların kendisine kazandırdıklarının kabullenilmesi, bölgede ulaştığı gücün ve hakkının teslim edilmesidir. İran’ın bölge stratejisinde bir farklılaşma değil, özgüven artışıyla birlikte bir derinleşme sözkonusu olacaktır. Çünkü genel tabloya bakacak olursak, İran zaten son derece önemli başarılar elde etmektedir. Üstelik ciddi bir kuşatma altında iken gücünü artırmaktadır.yemen-suudi-isgal

Mesela Suudi Arabistan’ın Yemen saldırısı, Yemen’deki Husi direnişçileri desteklemekte olan İran’a karşı girişilmiş bir saldırıdır aynı zamanda. Suudların amacı, bu savaş sırasında kurdukları Sünni-Arap koalisyona dayanarak bir “Arap NATO’su” kurmaktır. Ancak Yemen savaşında, Suudlar oldukça önemli zorluklar yaşamaktadır. Yemen’de hakimiyeti kurmayı ve direnişi ezmeyi başaramadıkları gibi, Yemenli savaşçılar, Arabistan topraklarında eylem yapmaya başlamışlardır. Bu tablo, İran’ın iki, hatta üç cephede (Irak-Suriye ve Yemen) birden savaşı yürütebildiğini gösteren önemli bir durumdur.

İkincisi, Irak Kürdistanı’nda Barzani’nin yaşadığı sıkışmada kendini göstermektedir. Barzani’nin Kürdistan Federasyonu Başkanı olarak görev süresi, geçtiğimiz Ağustos ayında dolmuştu. İran’ın hedefi, Barzani’nin bir kere daha seçilmesini engellemekti. Kürdistan Parlamentosu’nda yeralan YNK (Talabani’nin partisi) ve Goran Hareketi, Barzani’nin başkanlığının bitmesi yönünde ısrarcıydılar. Geçici bir çözüm olarak Barzani, yeni başkanlık seçimlerini ertelemeyi ve görev süresini uzatmayı başardı. Ancak Barzani’nin üzerindeki baskının asıl kökeni, İran’dır. Ve İran, petrol satışı konusunda merkezi Şii hükümetten ayrı baş çekmeyi hedefleyen Barzani’yi ciddi biçimde zorlamaktadır.

Üçüncüsü, Irak hükümetinin durumudur. İran, son yıllarda Irak’ın Şii ağırlıklı bir hükümet tarafından yönetilmesini başarmıştır. Zaten IŞİD’in bu kadar kolay ilerlemesinin altında, Sünni güçlerin, iktidardan pay alamaması nedeniyle IŞİD’e verdikleri destek bulunmaktadır. İran, Şii iktidarını korumak adına, dünyanın her tarafından toplanan Şii milislerin eğitimini, onların Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı savaşmalarını örgütlemektedir. Yanısıra, IŞİD’e destek veren Sünni aşiretlerin, Irak yönetiminde belirleyici olmasa da belli düzeyde söz hakkı edinmelerini, böylece IŞİD’in içten çökertilmesini, bir seçenek olarak masada tutmaktadır. Yani IŞİD’i yenmeyi savaşla başaramazsa, Sünni güçleri kazanarak başarmayı planlamaktadır.

Dördüncüsü, İran Suriye savaşındaki en önemli güçlerden biridir. İranlı Devrim Muhafızlarının yanı sıra, çok sayıda Şii milis örgütlenmesi, İran kontrolünde Esad’ın yanında savaşa katılmaktadır. İran’ın Suriye’ye doğrudan askeri ve siyasi desteği sözkonusudur.

Ayrıca İran Hizbullah’a siyasi ve askeri desteğini sürdürmeye devam edecektir.

Ortaya çıkan tablo, İran’ın özellikle son beş yılda Ortadoğu coğrafyasında belirleyici bir konuma yükseldiğini gösteriyor. İran, bölgede ABD politikalarına ve ABD’nin temellerini arttığı Sünni eksenin hedeflerine karşı, Şii cephenin temsilcisi konumunda. Ve bunu, Çin’den ve Rusya’dan aldığı destekle başarmaktadır.

Bugüne kadar ABD’nin Ortadoğu politikalarını zayıflatmayı, kimi zaman durdurmayı başarmıştır. Emperyalistlerle imzaladığı nükleer anlaşmanın sağladığı özgüvenle, bundan sonra çok daha güçlü biçimde bölge politikalarının belirleyicisi olacaktır.

 

Anlaşmadan kimler rahatsız oldu

Rahatsızlığını en açık ifade eden İsrail ve Suudi Arabistan’dır.

İsrail, öncesinde anlaşmanın imzalanmasını önlemek için sayısız açıklama yaptı, lobi faaliyeti yürüttü, engelleyemeyince, anlaşmayı “tarihi hata” olarak değerlendirdi. ABD ise, bugüne kadar İran’a saldırmasını engellediği İsrail’in önünü açtı, “istersen İran’ı vurabilirsin, karışmayacağım” dedi.

Keza Yemen savaşı üzerinden bir Arap Ordusu oluşturma çabasında olan Suudi Arabistan’a da, yeni ordusuyla İran’a saldırabileceği mesajını verdi.

Sonuçta ABD, bir taraftan İran’la anlaşıyormuş gibi görünürken, diğer taraftan kendisinin doğrudan müdahil olmayacağı biçimde, İran’a dönük saldırıların önünü açtı.

Ortadoğu’daki Sünni cephenin tümü için, İran’ın bu kadar büyük bir güç kazanması çok önemli bir sorundu. Çünkü İran’ın gücü, doğrudan kendilerine dönük bir tehdit oluşturuyordu. Türkiye ise, İran’ın komşusu ve Suriye savaşındaki düşmanı olarak, bu durumdan fazlasıyla etkilendi.

 

Savaş hamleleri dengeleri değiştirdi

İran’ın anlaşması, Türkiye’nin yenilgisiydi aslında. Ortadoğu savaşında İran yükselirken Türkiye geriliyordu. Savaştaki rolü ve IŞİD’e olan desteği, emperyalist kurumlardan basın organlarına kadar her cephede eleştiriliyordu. İran, dünya kamuoyunun lanetlediği IŞİD’e karşı savaşırken, Türkiye onu besliyor ve destekliyordu. İran dünya kamuoyunda kabul görürken, Türkiye giderek daha fazla dışlanıyor, teşhir ediliyordu. Bu koşullarda, Türkiye, adeta “intihar dalışı” anlamına gelecek bir saldırıyı başlattı.

Takvime bakmak, tabloyu daha net gösterecektir.

14 Temmuz günü İran’la nükleer anlaşma imzalandı. 21 Temmuz günü ABD Türkiye’nin IŞİD’e karşı savaşa girmesini ve İncirlik Üssü’nü kullanıma açmasını dayatan mutabakatı açıkladı. ABD’nin Türkiye’yi, IŞİD’e verdiği destek nedeniyle, NATO’dan ihraç etmekle tehdit ettiği iddia ediliyor. Türkiye’nin İncirlik ve IŞİD konusundaki dayatmaları kabul etmesi bu tehdide dayanıyordu. Hemen ardından Türkiye, IŞİD’i bahane ederek, 24 Temmuz günü Kandil’i bombalamaya başladı. 16 Ağustos’ta ise ABD, Türkiye’deki Patriotları geri çekeceğini açıkladı. Bu arada Erdoğan, Çin’e bir ziyaret gerçekleştirerek, ABD’ye meydan okuyordu.

Bu arada, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Ağustos ayı ortasında yapacağı Türkiye ziyaretini, İran’la yapılan nükleer anlaşma karşısında Türkiye’nin hasmane tutumuna tepki göstererek iptal etti. Hatta Türkiye yerine Suriye’ye giderek, tercihinin ve önceliklerinin ne olduğunu da göstermiş oldu.

Üstüste hamlelerle ortaya çıkan bu tablo, savaştaki dengeleri altüst eden yeni bir süreci başlattı.

 

Kürt hareketi, saldırılara çok öfkeli

Bu altüst oluşun bir yanı, PKK ve PYD’nin Türkiye ve ABD ile kurduğu ilişkilerde kendisini gösterdi. Geçtiğimiz Mayıs-Haziran aylarında, PYD’nin IŞİD’in elinden Tel Abyad’ı alarak Rojava’nın iki kantonunu birleştirmesine ABD destek vermişti. Türkiye bu konudaki rahatsızlığını, Kobane ile Afrin kantonları arasındaki Cerablus bölgesine kendisinin yerleşmesi talebiyle gösterdi. Türkiye burada kendi hazırladığı birliklerle tampon bölge oluşturmak istiyordu. ABD, Türkiye’nin de Suriye savaşına katılması karşılığında Cerablus’ta Türkiye’nin eğittiği Türkmen birliklerin konumlanmasına izin verdi. Ardından, 24 Temmuz’da Kandil’in bombalanması ve Kürt illerinde operasyonların başlatılmasına, ABD yine Suriye savaşının ihtiyaçlarını düşünerek onay verdi.

Ancak ABD’nin Türkiye karşısında bu iki tavizi, Kürt hareketinin sert tepkisine neden oldu. Öyle ki, ABD emperyalizmi, Türkiye’yi yanına-savaşa kazanmaya çalışırken, Kürt hareketini kaybetme ihtimaliyle karşı karşıya kaldı.zergele

Suriye savaşının başından itibaren, PKK ve Öcalan, ABD’nin yanında savaşa katılmaya hazır olduğunu, ABD’nin Ortadoğu savaşını ancak Kürt hareketinin desteğiyle kazanabileceğini ileri sürüyordu. Hatta Öcalan birçok defa PYD’nin Esad’a karşı savaşması yönünde çağrılar yaptı. Ancak PYD, yerel dengeler içinde, Esad’la değil radikal İslamcı çetelerle karşı karşıya kaldığı için, Esad’a karşı değil, onlara karşı savaşmak zorunda kalıyordu.

Son bir yılda PKK ve PYD, IŞİD’e karşı savaş içinde ABD ile biraraya geldiler. ABD havadan, PYD karadan savaşarak, önemli mevziler elde ettiler. Buna rağmen, ABD bir kere daha “Kürt hareketini satmıştı!”

Aslında Öcalan, sadece Suriye savaşı değil, 2003 yılında Irak savaşının başlamasından beri, Kürt hareketinin bir bütün olarak ABD ile birlikte hareket etmesi için uğraşıyordu. Ancak bütün çabalarına rağmen, her kritik aşamada, ABD’nin tercihi Türkiye’den yana oluyor, Kürt hareketinin talepleri bir anda yerle bir ediliyordu. Bu durumu dikkate alan Rusya ve Çin (biri açıktan, ikincisi perde arkasından) Kürt hareketi ile bir biçimde ilişki içinde kalmaya çalıştılar. Özellikle Suriye savaşının başlamasından bu yana, Kürt hareketi ile çeşitli görüşmeler yaptılar, PYD birkaç defa Moskova’ya çağrıldı. En son, 2015’in başlarında, Selahattin Demirtaş ve Salih Müslim, Moskova’da çeşitli toplantılara katıldılar. Keza yakın zaman önce, İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin “Bıji Kürdistan” diyerek İran Kürdistanı’na kısmi haklar vermesi de Kürt hareketi ile ilişkileri iyi tutma çabasını gösteriyordu.

Kürt hareketi, ABD ile ilişkisini “stratejik” olarak konumlandırıyor. Bu yanıyla bugün ABD’ye karşı tavır alacağını söylemek zor. Ancak Kandil bombalanmaya başladığında ABD’nin önce destek veren, sonradan işin tehlikesinin farkına varınca Türkiye’yi durdurmaya çalışan ve eleştiren tutumları karşısında, Kürt hareketi büyük bir öfke duyuyor. Ve bu öfkenin, ABD’den kopuş, Rusya’ya yakınlaşma, Suriye’de Esad’la işbirliği yapma gibi sonuçlar yaratması ihtimali, hiç de azımsanmayacak düzeyde. PYD eşbaşkanı Salih Müslim’in, “Suriye ordusu Rojava’ya dönebilir” açıklamasını böyle yorumlamak gerekiyor. Ne kadar tutarlı davranacaklarını zamanla daha net göreceğiz.

 

Türkiye güvenilmez müttefik

ABD, Türkiye’yi kazanmaya çalışırken, Kürt hareketini kaybetme ihtimaliyle karşı karşıya kalmış durumda. Ancak Türkiye’nin desteği de “belirsiz ve güvenilmez” olarak tanımlanıyor.

Erdoğan ve AKP, bir taraftan ülke içindeki kitle desteğini önemli oranda kaybetti; yani savaş politikalarının hayata geçmesi giderek zorlaşıyor. Diğer taraftan, ABD’nin deyimiyle “güvenilmez müttefik” olarak, pazarlık gücünü artırma adına çeşitli hamleler yapıyor. Tampon bölge oluşturmak istediği Cerablus’a yine IŞİD’çileri doldurması bu hamlelerden biriydi. Keza somut bir sorun olmamasına rağmen Kürt hareketine savaş açması da benzer bir hamleydi. Kürt hareketinin Kobane ve Tel Abyad’da kazandığı zaferleri etkisizleştirmek ve hareketi zayıflatmak istiyordu.

ABD tam bir çıkmazda kalmıştı. Kandil bombardımanı ve Kürt halkına saldırılar konusunda Türkiye’ye tepki gösterdiğinde AKP ve Erdoğan’ın savaştan uzaklaştığını görüyordu; destek verdiğinde ise Kürt hareketi kendisinden uzaklaşıyor, böylece Suriye savaşını kazanmada en önemli aracından mahrum kalıyordu.

Patriotların çekilmesi kararı, bu çıkmazın bir sonucu olarak geldi. Bununla Erdoğan’a, iplerin hala kendi elinde olduğunu göstermek istemişti. Erdoğan’a dönük eleştirilerin artması; Cemaat basınında Türkiye’nin IŞİD’e destek vermeye devam ettiğinin kanıtlarının ortaya konması da, yine ABD’nin uyarılarındaki artışı, Erdoğan’a verdiği desteğin azalışını gösteriyor.

Suriye’de hem savaş gücü olan ve hem de uluslararası kamuoyunun desteğini alan tek güç PYD’dir. Bugün dünyanın dört bir tarafında, PYD’nin savaşını anlatan belgeseller yayınlanıyor. ABD, bu meşru gücü kendisine bağlamadan Suriye savaşını kazanamayacağını biliyor. Ancak Türkiye’nin devlet olarak kurumsal gücünden ve olanaklarından da vazgeçmek istemiyor. Görünen o ki, Erdoğan yönetimindeki Türkiye ile, Kürt hareketini birarada kendi yanına çekmesi ihtimali kalmadı.

Daha da önemlisi, Ortadoğu’da İran karşısında oluşturmaya çalıştığı Sünni Cephe’nin en önemli unsurlarından Türkiye’yi istediği gibi kontrol edemeyeceğini anladı.

* * *

ABD ile İran arasında yapılan anlaşma, Ortadoğu dengelerindeki bu gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucudur.

ABD emperyalizminin bu anlaşmadan kazandığı tek şey, dar anlamda siyasal prestijdir. Yüzeysel bir bakışla, İran’ın nükleer çalışmalarını denetim altına almayı başarmış, böylece “dünya barışına katkıda bulunmuş”tur. Küba ile ilişkilerin yeniden kurulması gibi, İran’ın “nükleer çalışmalarını sınırlama” anlaşması da, ABD’nin kamuoyunu etkileme, kendisinin sömürgeci kimliğini perdeleme çabasının bir parçasıdır.

Gerçekte ise, bu anlaşmaya mecbur kalan İran değil, ABD’dir. Durduramadığı bir süreci kabullenmesidir. Ve işin derininde, Çin ve Rusya’nın dünya hegemonyasındaki güç ve etkinliğinin büyümesini kabullenişi yatmaktadır. İran, Çin ve Rusya ittifakının Ortadoğu’daki temsilcisi olarak bu kabullenişin muhatabı misyonunu üstlenmiştir.

Türkiye’de AKP ise, her iki emperyalist odağa karşı pazarlık gücünü artırmaya ve kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalıştıkça, savaşın kaybedenleri arasına girmeye başladı. Her hamle, Türkiye’nin meşruiyetini biraz daha sorgulatıyor. Görünen o ki, süreç bunun derinleşmesi yönünde ilerleyecek.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …