Seçimler ve tavrımız

Eğer zamanında yapılırsa, seçimlere aylar kaldı. Fakat hala “erken seçim”den, ya da seçimlerin öne çekilmesinden bahsediliyor. Yanı sıra OHAL ilan edilebileceği, bir bahane ile seçimlerin ertelenebileceği ihtimali de varlığını koruyor. En geç Haziran’da yapılması gereken seçimlerin yapılıp yapılmayacağı veya hangi tarihte yapılacağı, hangi partilerin ve adayların seçimlere katılabileceği hala belirsiz. 5 ay gibi kısa bir süre kalmasına rağmen o kadar çok hesap yapılıyor ki, ne tarihte ne adaylarda bir netleşme sağlanabilmiş değil.

Her seçim öncesinde olduğu gibi AKP, kendi durumuna uygun bir seçim yasası hazırladı ve o yasanın yürürlüğe gireceği zamanı bekliyor. Bu arada Erdoğan’ın Anayasa’ya göre üçüncü kez cumhurbaşkanı olamayacağı hükmünü geçersiz kılacak formüller de arıyor. Bir de asgari ücret zammı daha fazla erimeden, seçimlere dönük yapılan EYT, fiyat dondurma gibi düzenlemelerin etkisi geçmeden, yani krizin yükü çok daha ağır biçimde halkın üzerine çökmeden seçime gitmek, AKP-MHP blokunun hesapları arasında.

Buna karşın “6’lı masa” yeni seçim yasası yürürlüğe girmeden en geç 6 Nisan’da seçimlerin yapılmasını istiyor. Erdoğan’ın aday olabilmesine de ancak bu koşulda onay veriyor. Aksi halde hukuksal olarak aday olamayacağı ortada. Fakat Erdoğan’ın dayatmaları karşısında bugüne dek ciddi bir tavır geliştirmediler, bu kez farklı olacağına dair bir emare görünmüyor. Keza İmamoğlu’na verilen ceza ile “siyasi yasaklı” hale gelmesi, hatta İstanbul’u kaybetme ihtimali, muhalefetin başında “Demoklesin kılıcı” gibi sallanıyor. AKP-MHP bloku bu hamle ile hem muhalefetin önemli bir adayını diskalifiye etti, hem de “6’lı masa”yı karıştırmayı başardı. Seçimlere bu kadar az bir süre kaldığı halde “6’lı masa” hala adayını belirleyebilmiş değil.

AKP-MHP blokunun bir diğer hamlesi de HDP’nin devletten aldığı mali desteği bloke ederek kesmek oldu. HDP’nin kapatılması ihtimali hala gündemde. Buna karşın HDP, kendi cumhurbaşkanı adayını çıkarabileceğini duyurdu. Aynı günlerde AKP’nin türban yasası için görüşme isteğini reddetti. Böylece hem “6’lı masa”ya hem de AKP-MHP blokuna tavır koyarak, bağımsız bir çizgi izleyebileceğini gösterdi. Bir yandan da “6’lı masa”yı Kılıçdaroğlu’nu aday göstermesi ve kendisini muhatap alması yönünde sıkıştırmış oldu.

Kısacası seçimler yaklaşırken her parti ve her blok, çeşitli hamlelerle elini güçlendirmeye ve seçimlere daha avantajlı bir şekilde girmeye çalışıyor. Ancak güçlü bir muhalefet bloku oluşmadığından AKP-MHP bloku belirleyici konumunu sürdürüyor. Seçimler yapılacak mı; yapılacaksa hangi tarihte, hangi yasayla, hangi adayla yapılacağına AKP-MHP karar veriyor. Daha önemlisi, “seçim güvenliği” konusunda muhalefetin yaptığı yeni bir şey yok! Sadece halkı sandığa çekebilmek için güvence verip duruyor. Gerçekte seçim hileleri konusunda uzmanlaşan ve her seferinde daha fazlasını yapan AKP’yi durduracak bir şey yapılmıyor. Üstelik Erdoğan’ın “kader seçimi” ilan ettiği bu seçimlerde elinden gelen herşeyi yapacağı kimse için sır değil.

 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kısa bakış

Önümüzdeki seçimler hem genel seçim, hem de cumhurbaşkanı seçimi olacak. Ama cumhurbaşkanı adaylarına öylesine kilitlenmiş durumda ki, genel seçim unutuldu.

“Cumhurbaşkanlığı sistemi” dedikleri ucube sistem, iki seçimi birarada dayatıyor. Cumhurbaşkanı’nın yetkileri alabildiğine arttırıldığı için de, cumhurbaşkanının kim olacağı parlamentodaki güç oranlarından daha fazla önem kazanıyor.

Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin tarihine baktığımızda, bu “ucube sistem”e geçmeden çok önce başladığını görürüz. AKP hükümeti 2007 yılında Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtiremeyince, apar-topar meclisi toplamış ve cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili değişiklik yapmıştı. Referanduma sunulmak üzere yapılan değişiklik; cumhurbaşkanının halk tarafından iki kez beş yıllığına seçilmesi idi. Fakat 22 Temmuz 2007 seçimlerinde yeniden tek başına hükümet olunca, MHP’nin ve DTP’nin (HDP’nin önceli) desteğini alınca, Abdullah Gül’ü meclisten seçtirmeyi başardı. Ama referandumdan kararından da vazgeçmedi.

21 Ekim 2007 tarihinde yapılan referanduma seçmenlerin yüzde 67’si katıldı, o güne dek yapılan en düşük katılımlı referandum oldu. CHP “hayır” oyu verirken, DTP “evet” dedi. Buna rağmen Kürt illerinde bile katılım çok düşük seyretti. Toplam seçmen sayısının yüzdesine vurduğunda referanduma “evet” oyu verenler, yüzde 48’lerde kalıyordu ki, sonuçların meşruiyetini tartışmalı kılıyordu. Üstelik referandum sonucunun uygulanması için 7 yıl geçmesi gerekiyordu.

Ve 2014 Ağustos’unda ilk kez cumhurbaşkanı seçimini yaptırdılar. Daha önce meclisteki partilerin oylarıyla seçilen cumhurbaşkanı, artık doğrudan halkın oylarıyla seçilecekti. Bunu da “halkın cumhurbaşkanı” ambalajıyla sundular. Buna rağmen yaklaşık yüzde 30’luk bir seçmen kitlesi sandığa gitmedi. Bunda en önemli faktör, CHP’nin Ekmelettin İhsanoğlu gibi dinci-gerici bir ismi aday göstermesi oldu. HDP ise Demirtaş’ı aday göstererek yüzde 10 civarında bir oy aldı. HDP aday göstermeseydi, kuşkusuz katılım çok daha düşük olacaktı. Sonuçta seçimleri Erdoğan, yüzde 51 oyla ilk turda kazandı ve seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı oldu. Tabii yine binbir türlü hile ve entrikayla…

Bir muhtar adayı bile “eğer kamuda görevliyse” istifa etmesi gerekirken, Erdoğan, başbakanlıktan istifa etmeden seçimlere katıldı. Hem AKP Başkanı, hem Başbakan, hem Cumhurbaşkanı olarak üç apoletle birden iki hafta boyunca işlerini yürüttü. Sonra da meclise gelip “tarafsızlık” yemini içti; “seçilmiş ilk cumhurbaşkanı” olarak koltuğuna oturdu. Hem de Demirtaş dahil muhalif vekillerin alkışlarıyla…

Bütün bu yapılanlara, CHP ve MHP “düzenin bekası” adına, HDP “çözüm süreci” hatırına göz yumdular. Ne söylemiş olurlarsa olsunlar, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı koltuğuna oturmasına önayak oldular.

24 Haziran 2018 seçimlerinde de benzer durumu yaşadık. Bu kez muhalif partiler ilk turda kendi adaylarıyla yarıştı. CHP’den Muharrem İnce, İYİP’i kuran Akşener, Saadet Partisi’nden Temel Karamollaoğlu, HDP’den Demirtaş, Erdoğan’ın rakipleriydi. Hesapları; seçimlerin ikinci tura kalacağı, en çok oy alan muhalif adayda birleşerek seçimi kazanacaklarıydı. Muharrem İnce coşkulu bir seçim kampanyası yürüttü, milyonların katıldığı mitingler gerçekleştirdi. İnce, “seçim akşamı 50 bin avukat ordusuyla YKS’nın önünde olacağını” duyurdu. Akşener “beni YSK’nın önünden jiletle kazıyamazlar” diyerek kitleye güvence verdi. Erdoğan’ın gideceğine dair umudu yükselterek ve atılan oylara sahip çıkılacağını söyleyerek seçimlere katılımı arttırdılar. Fakat seçim akşamı hiçbiri ortada görünmedi! Onlara inanıp oy veren kitleyi yüz üstü bıraktılar. Sonra da Erdoğan’ın kazandığını söyleyip kitlenin bu duruma boyun eğmesini istediler.

AKP ise seçim hileleriyle artık yetinmeyip oyları saymaya bile gerek duymamıştı. Seçimden üç gün önce Anadolu Ajansı (AA) seçim sonuçlarını açıklamıştı zaten. Seçim akşamı oyların yüzde 50’si bile YSK’ya ulaşmadan AA, üç gün önceki rakamlarla örtüşen oranı açıklayıp Erdoğan’ı ikinci kez cumhurbaşkanı ilan etti. Erdoğan’ın deyimiyle seçimi başlamadan bitirdiler!

Sonuçta muhalif partiler bir kez daha AKP’nin hilelerine, yasa-kural tanımaz uygulamalarına göz yumdu. Halkı Erdoğan yönetimine mahkum etti. Kitlelerin öfkesinin eyleme dökülmesini engelledi. Esasında değişimin sandıkta değil, sokakta olacağı gerçeği bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair görüşlerimizi daha ilk seçimlerde ortaya koyduk. Bunun yerel ve genel seçimlerden farklı olduğunu, o yüzden komünistlerin ilkesel olarak cumhurbaşkanı adayı göstermemesi ve seçimlere katılmaması gerektiğini belirttik. Bu düzeni değiştirmek veya onarmak değil, yıkmak hedefiyle yola çıkan komünist ve devrimcilerin, sistemin tepe noktasına oturacak bir kişiyi belirlemeye kalkması düşünülemezdi. Parlamento veya yerel seçimlerde olduğu gibi bir “kürsü” olarak kullanma, kitlelerin yaşamlarına girme ve kolaylaştırma gibi yararlanabilecek bir yönü de yoktu. Aksine bir kişiyi devletin başına getirerek düzenin değişebileceği yanılsamasına güç vermek, kitleleri düzen-içi arayışlara yöneltmek ve onları aldatmak işlevi görüyordu.

Bu bakışaçısını aynen koruyoruz. Bu konuda kişilerin niteliğinden bağımsız olarak ilkesel bir duruş gösterilmesi gerektiğine inanıyoruz. Parlamento, yüzlerce vekilin yer aldığı bir meclis, “yasama aygıtı” iken; “cumhurbaşkanı” tek kişilik bir makam ve “yürütme aygıtı”dır. Bunlar arasında çok önemli farklar vardır. Dolayısıyla parlamento ve yerel seçimlerle aynı görmek, aday çıkarmak doğru değildir.

Diğer yandan yüzde 51’lik bir oy oranına sahip olacak kadar güçlüysen, kitleleri ayaklanmaya çağırmak gerekmez mi? Bugüne dek devrim yapmış hiç bir ülkede komünistler, kitlelerin yarısının desteğini almayı beklemediler. Çok daha az bir kitleyle ama uygun zamanı tespit ederek ve doğru taleplerle geniş kesimleri etkilemeyi başardılar ve devrim için ayaklanmaya çağırdılar.

Yok eğer “salt propaganda yapmak amacıyla aday çıkartıyoruz” deniliyorsa, bunu da doğru bulmuyoruz. Yerel ve genel seçimlerde bile, kazanmak hedefiyle aday çıkarılmalıdır. Ajitasyon-propaganda, aday gösterilmeden de pekala yapılır. Kaldı ki, seçimlere katılmak o günün koşullarına göre belirlenen taktiksel bir durumdur. Fakat sözkonusu olan cumhurbaşkanı seçimi ise, koşulların üzerinde ilkesel bir yaklaşım, taktiksel değil stratejik bir bakış gereklidir.

 

Hayaller ve gerçekler

TC tarihinde hiç bir dönem, AKP dönemi kadar sık seçim-referandum olmadı. Yine AKP dönemi kadar çok seçim konuşulmadı. Son 4 yıldır muhalefet partileri, her an seçim olacakmış gibi halkı seçimle avutmayı sürdürdüler. Seçimlere böylesine umut bağlandığı, fakat seçim hilelerinin, keyfiyetin, kuralsızlığın bu kadar çok, seçim sonuçlarının bu kadar geçersiz kılındığı bir dönem olmamıştır.

Komünistler genel ve yerel seçimlere içinde bulunulan nesnel ve öznel durumu değerlendirerek katılırlar. Dolayısıyla her seçimde izleyecekleri taktikler değişir. Komünistlerin parlamento seçimlerine katılma nedenleri, kitlelere oranın “burjuvazinin ahırı” olduğunu, asıl kararların farklı yerlerde alındığını göstermek, teşhir etmek ve bu alanı bir “kürsü” olarak kullanmaktır. Yerel seçimler ise, muhtarlıktan belediyelere kadar, kitlelere daha yakın olan bu “mevzi”leri değerlendirmektir. Ama her ikisinde de gerçek kurtuluşun devrim ve sosyalizmde olduğunu geniş kitlelere propaganda ederler. Düzen içinde elde edilen hiçbir kazanımın kalıcı olmayacağını, burjuvazi alaşağı etmeden sömürü ve soygun düzenine son verilmeyeceğini anlatarak, bu gerçeğin kitlelerin kendi deneyimleriyle bilince çıkarılmasına çalışırlar.

Oysa AKP’li yıllarda (2002 seçimlerinden bu yana) devrimci kesimlerde her seçime katılmak, tek doğru taktik halini aldı. Böyle olunca taktik olmaktan çıktı, stratejik bir yönelim oldu. “Seçime katılım ne kadar artarsa AKP’nin oyu o kadar düşer” veya “HDP oyları ne kadar artarsa AKP’nin o kadar azalır” diyerek kitleleri yıllarca sandığa çağırdılar. Buna karşın “sandığa gitmeyelim” diyenleri, “AKP yandaşı” olmakla suçladılar. Oysa Türkiye tarihinin en katılımlı seçimleri (yüzde 80’leri aşan) bu dönemde gerçekleşti, HDP’nin oy oranları tarihi zirveler yaptı, ama AKP’nin oyları düşmedi! Keza HDP’nin kazanmasını “demokratik devrim” olarak niteleyenler, yerellerdeki üstünlüğünü “halk iktidarı” olarak tanımlayanlar, seçimlerin tanınmaması veya kayyumların atanması karşısında ciddi bir duruş sergilemedikleri gibi, bu duruma boyun eğdiler. Sonrasında halka özeleştiri vermek yerine, aynı yalanları söyleyerek yeniden seçime çağırmaya devam ettiler.

Her defasında yanıldıkları, dahası kitleleri yanılttıkları halde, “reel politika” adına aynı tutumu sürdürüyorlar. “Yeni durum”, “günün gerekleri” gibi argümanlarla, sanki “yeni” tespitler üzerinden “yeni” politika belirliyorlarmış gibi davranıyorlar. Son 20-25 yıldır seçim dönemlerindeki yazılarına dönüp bakıldığında, aralarına karbon kağıdı konmuş gibi hepsinin aynı olduğu görülecektir. Değişen tek şey, düzen-içileşmede katedilen aşama, parlamentarizmin çizgileşmesi ve artık bu konularda eskisinden çok daha rahat davranabilmeleridir.

Düzenin seçim sistemi daha fazla anti-demokratik bir hal aldıkça, atılan oyla sayılan oy arasındaki fark arttıkça, seçim hileleri ayyuka çıktıkça ve seçimlerle bir şeyin değişmediği daha fazla görüldükçe; ters orantılı bir şekilde reformistlerin “sandık sevdası” derinleşti. Her ne olursa olsun seçimlere katılmak adeta bir yemine dönüştü.

Bugün de benzer bir yaklaşım içindeler. HDP’nin içinde yeralsın-almasın, kendine devrimci, sosyalist diyen çok geniş bir kesim HDP’yi destekliyor. Kimileri HDP’nin eksiklerini saysa da, “faşizmi geriletme” gerekçesiyle HDP’ye oy vermeye devam ediyor. Bu gerekçe, 7 Haziran’dan bu yana HDP’yi desteklemenin temel argümanı olmuştur, fakat HDP’nin meclise girmesiyle faşizm gerilemediği, aksine daha azgınlaştığı, daha fazla mevzi kazandığı görülmek istenmiyor. Faşizmi geriletmenin seçimlerden değil mücadeleden geçtiği bilinçli şekilde karartılıyor.

AKP her seçim dönemi yeni atraksiyonlar yaptı; seçim yasasında değişiklikler, hilelerde yeni yöntemler, yeni ayak oyunlarıyla bir öncekini aştı ve giderek daha pervasızlaştı. Her biri “anayasa ihlali” olan bu atraksiyonlar, muhalefetin tutumuyla normalleşti, sıradanlaştı, kanıksandı. Bir bütün olarak muhalefet partileri, bugüne dek AKP’yi ve seçimleri “meşrulaştırma makinesi” işlevi gördüler.

Öylesine bir düzeniçileşme sözkonusudur ki, cumhurbaşkanı seçimine dahi hiç rahatsızlık duymadan katılabiliyorlar. Her ne için olursa olsun ortaya bir sandık konuldu mu, mutlaka gidilmesi gerekirmiş gibi hareket ediyorlar.

Burjuvazinin her geçen gün çöken demokrasi masalına “sol”dan verilen bu destek, içler acısı ve ibret vericidir.

 

Tavrımız seçimlere katılmamaktır

Yukarıda belirttiğimiz gibi cumhurbaşkanlığı seçimine katılmayı ilkesel olarak reddediyoruz. Yıkmayı hedeflediği devleti yönetecek kişiyi seçmek, komünistlerin işi olamaz. Cumhurbaşkanı adayının kişiliğinden bağımsız olarak (sosyalist, devrimci, demokrat) esastan karşı çıkılmalı ve bu seçimlere kesinlikle katılınmamalıdır.

Kaldı ki, “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi” AKP’nin “ucube sistemi”ne geçişinin ilk adımı olarak gündeme geldi. Bu sisteme karşı çıktığını söyleyip cumhurbaşkanı seçimine katılmak, sisteme kan taşımaktır. Bunu “parlamenter sisteme geçmek için” yaptıklarını söylemeleri de durumu kurtarmıyor. Neden hemen değil de “onarım süresi” dedikleri bir-kaç yıl kazanmaya çalıştıkları ayrı bir soru işaretidir; fakat asıl soru, kendine sosyalist-devrimci diyenlerin ne zamandan beri “parlamenter sistem” savunucusu olduklarıdır.

“Ehven-i şer” mantığıyla bile, faşizme karşı “parlamenter sistem” öne çıkarılamaz. Çünkü faşizm pekala “parlamenter sistem” şeklinde de hüküm sürebilir. Ki bugüne kadar (askeri, yarı-askeri cunta dönemlerini dışında tutarsak) Türkiye’de faşizm parlamenter biçimde varolageldi. Şimdi bunların hepsi unutuldu; faşizm, AKP’den ve onun “sistemi”nden ibaretmiş gibi, “faşizmi geriletme” adına cumhurbaşkanı seçimlerine katılmayı savunabildiler. Oysa bırakalım cumhurbaşkanını, komünistlerin burjuva bir hükümette yeralması, bakan olması bile kabul edilemez. Başını Kautsky’nin çektiği Alman komünistlerinin ihaneti, bu adımla başlamıştır.

Diğer yandan burjuva demokrasisinin bile bir diktatörlük olduğu gerçeği atlanarak, faşizme karşı burjuva demokrasisi savunulamaz. Komünistler faşizme karşı mücadeleyi devrim perspektifi ile verirler. Ve güçleri oranında parlamento, belediye seçimlerine aday gösterir, ya da devrimci, demokrat adayları desteklerler. Buradaki tek koşul, devrime hizmet etmesidir; düzenin kendini tahkim etmesine, yenilemesine değil!

Bilimsel bir teoriye ve pratik olarak ispatlanmış politik tespitlere sahip Marksist-Leninistler olarak, seçimlerin bir aldatmaca olduğunu söylemeye, “sandığa kimin oy attığı değil, kimin saydığı önemlidir” demeye, kurtuluşun seçimde değil devrimde olduğunu haykırmaya devam edeceğiz…

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …