4 Eylül saat 20.00… Yer Cizre… Şırnak valisinin sokağa çıkma yasağı ilan etmesinin ardından, Cizre’nin Nur, Cudi, Sur ve Yafes mahalleleri, zırhlı araçlarla kuşatma altına alındı. Ve böylece, 12 Eylül sabahına kadar 8 gün sürecek olan vahşi saldırı ve aynı zamanda görkemli halk direnişi başladı.
Cizre bir semboldü; hem devlet açısından hem de Kürt haraketi açısından. Çünkü Kürt direnişinin merkezine dönüşmüştü Cizre.
Daha bir ay öncesinde, çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemde, devlet kaymakamlığa sığınmış, kaymakamlığın önüne dizili kum torbalarının ardında kendisini savunmaya çalışmıştı. O gün, devlet Cizre’de bitmişti.
Şimdi yerle bir olan prestijini kurtarmaya, otoritesini ve gücünü kan deryası üzerinden yeniden kurmaya geliyordu. Bu nedenle “nihai savaş”a hazırlanır gibi ele aldı saldırı öncesini.
Kürt hareketi ise, Cizre’de Kürt direnişinin prototipini oluşturuyordu. Saldırıların gerçekleştiği mahallelere bakmak bile bunu görmek için yeterliydi. Bütün Cizre değil, asıl olarak 4 mahalle saldırının hedefi halindeydi. ‘90’lardan bu yana, köyleri boşaltılan Cizrelilerin göç ederek kurduğu mahallelerdi bunlar. Evleri yakılmış, hayvanları, tarım alanları tahrip edilmiş, geçim kaynakları ellerinden alınmış, aç ve yoksul bir şehir yaşamına, daracık evlere onlarca kişi yığılmaya mahkum edilmiş bir halk, dağlardan şehirlere taşınmak zorunda kalmıştı. Ve şehre gelirken, dağlardaki direnişi de yanlarında getirmişlerdi. Gerillanın yanıbaşında büyüyen ‘90’ların “taş generalleri”, artık şehirdeki savaşın milisleri-komutanları olmuşlardı.
Savaşa hazırlanır gibi
Şırnak Valiliği, saldırıya gerçekten savaşa hazırlanır gibi hazırlanmıştı. 4 Eylül günü ilan edilen sokağa çıkma yasağı ile başlatılan saldırı öncesinde, İçişleri Bakanlığı’na yazdığı yazıyla savaş ekipmanları istiyordu. Vali, “kent genelinde artan olaylara daha etkili müdahale edebilmek için”, hem personel hem de araç takviyesi talep ediyordu.
Yapılan yazışmada, yaklaşık 3 bin 500 polisin görevli olduğu, 2 bin ek polise ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor; ayrıca, Uludere ve Beytüşşebap’ta Çevik Kuvvet grup amirliği ile, Cizre, Silopi, İdil ilçelerinde özel harekat grup amirliği kurulması isteniyordu. Sokaklara kazılan hendeklerin kapatılması için polisin kullandığı “zırhlı kepçe”nin yeterli olmadığı, Türkiye’de bulunmayan “silahlı-zırhlı kepçe”lerin yapımının zorunlu olduğu anlatılıyor ve acilen 20 adet silahlı-zırhlı kepçe isteniyordu. Şırnak’ta bulunan 37 adet toma’ya ek olarak 50 tane daha toma gönderilmesi isteniyordu. Yanısıra, insansız hava araçlarından zırhlı saldırı araçlarına kadar onlarca yeni aracın acilen gönderilmesi talep ediliyordu.
Ve katliamdan birkaç gün önce, kente gelen yüzlerce asker, polis ve özel harekat timleri, okullara, devlet lojmanlarına, hastanelere yerleştirildiler. 4 Eylül günü ise, daha sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden, zırhlı araçlarla sokaklarda gövde gösterisi yaparak meydan okudular. Stratejik noktalara keskin nişancılar yerleştirildi. Bu arada ilçedeki eczaneleri abluka altına alıp hastaneleri de işgal ediyor, böylece yaralıların tedavi görmesini engellemek, ölümleri artırmak istediklerini gösteriyorlardı.
İlçede elektrik ve telefon hatlarının kesilmesinin ardından, valiliğin sokağa çıkma yasağı ilanı da geldi.
Tüm bu hazırlıklar, Cizre halkını nasıl pervasız ve dizginsiz bir saldırının beklediğini göstermeye yetiyor. Gerçekten de 8 gün boyunca, Kürt halkının “özyönetim” ilan ettiği mahalleler, kurşun, havan ve top atışları altında yerle bir edildi.
En çarpıcı olan ise, saldırıya IŞİD görünümlü grupların da katılmış olmasıdır. Devletin IŞİD’e nasıl yardım ettiği zaten biliniyor. Özellikle bölgede IŞİD odaklarının oluşturulduğu, buralarda kadro devşirdiği, hatta sınır köy ve kasabalarında, doğrudan Suriye’deki savaşı yönetmek üzere IŞİD üslerinin kurulduğu gibi bilgiler sıkça basında yer almıştı. Ve bugün devlet Cizre’de ya da başka bir bölgede halka dönük bir saldırıya giriştiğinde, IŞİD’i de kullanması, her türden paramiliter katil sürüsünün yanında, IŞİD’çilerin de saldırılara ve katliamlara doğrudan katılması kimse için şaşırtıcı değil.
Halkın görkemli direnişi
Sokağa çıkma yasağı, 12 Eylül yıllarında bile kısa periyotlarla uygulamaya konurdu. Genellikle geceleri yapılır, gündüz insanlar işlerine gidebilir, temel ihtiyaçlarını karşılayabilirlerdi. Cizre’de bu en temel insani ihtiyaç bile dikkate alınmadı. 8 gün boyunca kesintisiz bir sokağa çıkma yasağı uygulandı.
Elektrikler kesilmişti, sular akmıyordu. Telefon ve internet, sadece bazı evlerde ve büyük zorluklarla kullanılabiliyordu. Fırınlar çalışmıyor, ekmek çıkmıyor, gıda maddelerine ulaşmak giderek zorlaşıyordu. Hastanelere ulaşma imkanı ise hiç yoktu. Öyle ki, yaralılar ya da herhangi bir nedenle hastalanan yaşlılar ve çocuklar için çağrılan ambulansların mahallelere girmesine izin verilmiyordu. 35 günlük Muhammed bebek bu nedenle öldü.
Sokağa çıkmanın cezası ölümdü. Keskin nişancılar tek kurşunla katlediyordu. 10 ve 15 yaşındaki iki çocuk, keskin nişancılar tarafından tek kurşunla öldürüldüler. Bir baba, babasının cenazesi için yardım isteyen 10 yaşındaki kızı, bir gelin, gelinin cenazesine koşan kaynanası yine keskin nişancılar tarafından kendi evlerinin önünde ve kasten hedef alınarak öldürüldüler.
Hayvanlar bile bu katliam saldırısından nasibini aldı. Güvercinler, inekler öldürüldü. “Bizi Kürt olduğumuz için öldürüyorsunuz, bu hayvan da mı Kürt!” haykırışı ise, vahşetin boyutunu simgeleyen bir soru olarak ortada kaldı.
Yaralılar hastaneye gidemediği için, tedavileri halk tarafından yapılmaya çalışılıyordu. Ölümler ise ayrı bir dramdı. 10 yaşındaki Cemile’nin cansız bedeni, çürümesin diye buzdolabına kondu. Hiç elektrik olmayan yerlerde ise cenazeler, sahiplerinin müthiş çaresizliği eşliğinde, çürüdü.
Yaşanan acının büyüklüğü, direnişin büyüklüğü ile içiçeydi. Özyönetim ilan eden halk, bu talebini korumak için ölümüne direndi. Bütün sokaklara barikatlar kuruldu, hendekler kazıldı, kum torbaları ve kayalarla setler örüldü. Keskin nişancıların görüş alanını daraltmak için sokaklara battaniyeler ve örtülerle perdeleme yapıldı. Gençler barikat başlarında nöbetteydi. Halk ise, sokağa çıkma yasağına uymadığını, çeşitli eylemlerle sürekli gösterdi. Özellikle akşamları, gürültü çıkarma eylemleri, bütün mahalleleri kuşattı. Tencere-tavalarla, sloganlar ve zılgıtlarla kitlesel protestolarını gerçekleştirdiler.
Gençler, sahip oldukları her tür araçla, mahallelerini savundular. Ancak sadece gençler değil, bütün bir halk direniyordu. Öyle ki, zırhlı araçlar ve silahlı kolluk güçleri, mahallelerin içine girmeyi başaramadılar. Uzaktan top ve havan mermileriyle kenti savaş alanına çevirdiler, itfaiye ve ambulansların girişini engelleyerek yıkımın ve can kaybının artmasını sağladılar, keskin nişancılarıyla insan avına çıktılar, tehditler ve küfürlerle korku salmaya çalıştılar, ancak mahallelere giremediler.
Ve Cizre’liler, sokağa çıkma yasağı bittiğinde, cenazelerini onbinlerce kişiyle kaldırdılar. Günlerce yürütülen katliama, cenazelerine bile saygısızlık yapılmasına, ortada bırakılmasına duydukları öfkeyle, görkemli cenaze törenleri düzenlediler. Bu törenleri bile devlete karşı direniş eylemine çevirdiler.
HDP kitlenin gerisinde kaldı
Seçimler öncesinde Kürt siyasal hareketinin temsilcileri, parlamenter alanda ya da genel olarak yasal alanda oldukça mücadeleci bir çizgi izlemeleriyle bilinirlerdi. Bu onların güçlü yanını oluşturuyordu. Düzenin ve yasaların sınırlarına sıkışmadan, meşru mücadele hattında, Kürt hareketinin temsilcileri, Kürt halkıyla her zeminde buluşuyordu. Kürt illerindeki birçok eylemde, milletvekillerinin en önde yer alması bunun çarpıcı örneklerinden biridir. Keza, 2011 yılında olduğu gibi, milletvekili adayları YSK vetosu yediğinde, güçlü kitlesel eylemler yaparak milletvekili adaylığını yeniden kazanmaları bir başka örnektir.
Kürt halkı, kendi seçtiği milletvekillerinin ve belediye başkanlarının, her zaman yanlarında olduğunu bilir, bunun güvenini yaşarlar.
Ancak bu seçim dönemi, öncesi ve sonrasıyla HDP’nin militan-meşru mücadele hattından uzaklaştığı, pratiğini reformizmin bile gerisine çektiği bir süreç yaşandı. Seçim öncesinde, tek bir sorun için bile Kürt halkı sokağa çağrılmadı, tüm umutlar “barajı aşmak” noktasına kitlendi. Seçim sonrasında ise, HDP genel olarak sessiz ve iradesiz bir görünüm sergiledi. Öyle ki, 7 Haziran gününden itibaren, HDP’nin herhangi bir biçimde, doğru düzgün varlık gösterdiği somut bir gelişme olmadı.
Seçim sonrasında AKP’nin pervasızca aldığı her tür kararın arkasından gidildi; “bu anayasaya aykırı bir adımdır” dışında tek bir açıklama yapılmadı. Seçim hükümeti konusundaki tutumları, bu iradesizliğin doruğu oldu. Kürt ulusal hareketinin önderleri, çeşitli yayın organlarında “bu bir savaş hükümetidir”, ya da “seçimlerin tekrarlanması bir darbedir” gibi açıklamalar yapmaktayken, HDP’den yine tek bir itiraz yükselmedi. HDP her koşulda AKP’nin aldığı kararlara uyum sağladı.
20 Temmuz’da Suruç’ta patlayan ve 33 devrimci-demokratın ölümüyle sonuçlanan saldırı ve 25 Temmuz’dan itibaren içeride-dışarıda Kürt halkının üzerine yağan bombalar, son derece şiddetli yeni bir savaş döneminin habercisiydi. Ancak HDP, ne Suruç’ta ne de 25 Temmuz sonrasında Kandil’den Varto’ya, Dersim’den Diyarbakır’a uzanan bu pervasız saldırılar karşısında somut bir mücadele hattı oluşturmadı. Cılız protesto ifadeleri dışında, bu saldırılar HDP’nin gündeminde hakettiği yeri almadı. HDP’nin gündemi seçimlere kitlenmiş, HDP tüm enerjisini seçimlere seferber etmişti.
Doğrudan bölgenin içinde yaşayan birkaç milletvekili dışında, HDP genel olarak, 25 Temmuz’dan itibaren başlayan ve 4 Eylül’de Cizre’de doruğa ulaşan vahşi saldırganlığa karşı büyük bir duyarsızlık içinde kaldı. Öyle ki, Cizre’de 10 yaşındaki Cemile’nin buzdolabındaki fotoğrafının infiale neden olduğu günlerde, Selahattin Demirtaş Avrupa’da seçim toplantıları düzenlemekle meşguldü.
Ne zaman ki Kürt basınında bile Cizrelilerin “ne seçimi, biz burada ölüyoruz” sözleri yeralmaya, Kürt kitlenin tepkisi gizlenemez hale gelmeye başladı, o noktada HDP tutumunu değiştirmek zorunda kaldı. 4 Eylül’den itibaren Cizre’de başlıyan katliamın ancak 6. gününde, 9 Eylül günü Demirtaş ve yanında bir grup Cizre’ye doğru yürüyüşe geçti. Ve sadece bir gün süren yürüyüşün ardından, milletvekilleri eylemi bırakıp İdil’e geçti.
HDP’liler, kendi eksikliklerini örtbas etmek amacıyla, sürekli olarak “Türklerden ses çıkmıyor”, “Batıdan destek gelmiyor” argümanlarını tekrarlayıp durdular. Oysa, “Batı”da destek eylemleri yapıldı. Özellikle HDP binalarına ve Kürt mahallelerine saldırıların düzenlendiği günlerde, İzmir’den Bursa’ya, Adana’dan İstanbul’a kadar pekçok ilde, İstanbul’da Gazi, Okmeydanı, Sarıgazi gibi emekçi mahallelerinde eylemler gerçekleştirildi. Faşistlerin toplanmakta olduğu görüldüğü anda, HDP binalarının önünde yüzlerce kişi toplandı. Ve en önemlisi, bu eylemlere Kürt hareketi değil, Türkiye devrimci hareketinden örgütler önderlik ettiler, çatışmaya girdiler, faşistleri püskürttüler.
Diğer taraftan, HDP eylem gücünü açığa çıkartacak, Cizre’yi sadece Türkiye’nin değil, dünyanın gündemine sokacak bir tutum almaktan kaçındı. 2014 Ekimi’nde Kobane için ülkenin dört bir yanında ve Kanada’dan Japonya’ya kadar neredeyse bütün ülkelerde eylemler gerçekleştiren Kürt hareketi, Cizre’deki katliam sürerken açıkça eylemsiz ve tavırsız kaldı.
Kobane için yapılan eylemler sonrasında, burjuvazi ve AKP, HDP’ye ve özellikle de Demirtaş’a fazlasıyla yüklenmiş, kitleleri sokağa çıkardığı için eleştiri yağmuruna tutmuştu. Bugün Cizre için ortaya çıkan sessizlikte, bu eleştirilerin payı olduğunu görmek zor değil. HDP, burjuvazinin tepkisini alacak bir eylem hattından uzak durmak için son ana kadar direndi.
Oysa bir kitle katliamı gerçekleştirilirken, sokaklara çağırmak son derece meşrudur; bundan geri adım atmak, en başta Kürt halkının güven ve bağlılığında bir kırılma yaratacaktır.
Dahası, kitlesel sokak eylemlerinden çekindiği koşulda bile, HDP’nin kurumsal kimliğiyle yapabileceği, çok çeşitli eylem ve mücadele biçimleri vardır. Tüm milletvekilleri, belediye başkanları, parti yöneticileri vb. ile Cizre’nin kapısında günler sürecek bir oturma eylemine başlamak; tüm kurumsal temsilcileriyle birlikte Kaçak-saray’ın önünde oturma eylemi gerçekleştirmek; tüm milletvekili ve bakanlarıyla birlikte parlamentoda oturma eylemi başlatmak; ve tüm bunları “Cizre’deki sokağa çıkma yasağı bitene kadar buradayız” kararlılığından geri adım atmadan yapmak gibi seçenekler sıralanabilir. Keza uluslararası kurumları (mesela sınır tanımayan doktorlar, Cizre’deki sağlık ihlallerine ilişkin harekete geçmeye çağrılabilirdi) harekete geçirebilirdi. Hiçbiri yapılmadı.
25 Temmuz sonrasında Varto’dan başlayarak birçok il ve ilçeyi kapsayan, Cizre’de doruk noktasına vardırılan vahşi saldırı ve katliam çabalarına karşı, kitleleri sokaklara dökmek; Kobane için olduğu gibi Cizre için de kitlenin eylem gücüne yaslanmak en doğru tavır olacaktı. Ancak kitleleri sokaklardan uzak tutmak isteyen bir siyasi yapı, en azından kitlenin siyasi temsilcilerini sokağa dökerek de bu katliamın duyulmasını, buna karşı tepkinin örgütlenmesini başarabilirdi, yapmalıydı.
“Batı, Cizre’ye duyarsız kaldı” gibi anlamsız bir eleştiri perdesi ile kendi günahlarının üzerini örtmeye çalışmak yerine, gerçekte HDP’nin duyarsızlığını giderecek adımlar atmak, hem daha dürüst bir tutum olurdu, hem de Cizre’nin hakettiği destek daha güçlü olarak ortaya çıkardı.
* * *
Cizre, ‘90’lı yıllarda Kürt ulusal mücadelesinin yükselişi döneminde, önemli direniş odaklarından birisiydi. Rojava’nın kurulması ve radikal İslamcı çetelere karşı yaşam mücadelesi verdiği dönemde de, Cizre stratejik bir rol oynamıştı. Keza, 7 Haziran seçimlerinde, HDP Cizre’den yüzde 94 oy almıştı. Mücadelenin içinde pişmiş bir halk, savaşın içinde doğup büyümüş bir gençlik, direnişin içinde güçlenmiş bir kitleye sahipti Cizre. Ve özyönetim ilanını en istekli sahiplenen bölgelerden biriydi.
Tüm bu nedenlerden dolayı, devlet Cizre’yi bir sembol olarak seçti ve bir imha saldırısı başlattı. Ve Cizre, tarihine, geleneklerine, mücadele çizgisine layık bir direnişle, bu saldırıyı püskürttü. Devlet bu defa daha önemli, daha belirleyici bir yenilgi aldı Cizre’de.
Halk ise öylesine büyük bir acı yaşadı ve öylesine büyük bir öfke kuşandı ki, 4 Eylül öncesi statünün yeniden kurulması ihtimali kalmadı. Özyönetim için harekete geçen Cizre halkı, kendisini yoketmeye çalışan devletin kurumlarına karşı kendi zaferini ilan etti.