Seçim hakkının gaspedilmesine izin verilemez!

Yıllardır beklenen seçimlerin son üç gününe girmiş bulunuyoruz. Anketler ve genel kanı, Kılıçdaroğlu’nun kazanacağı şeklinde iken, AKP-MHP blokunun yine hile yapacağı, yenilse bile kabul etmeyeceği, sokakları kana boyayacağı korkusu artarak sürüyor. Bu korku yersiz de değil!

AKP’nin bugüne dek yaptıkları, özellikle son 10 yıldaki seçim ve referandumlarda oynadığı oyunlar, herkesin gözü önünde sahnelendi. Ama bu, AKP’nin gücünden değil, muhalefetin güçsüzlüğünden kaynaklandı. Başını CHP’nin çektiği burjuva muhalefet, AKP’nin oyunlarına göz yumdu. Kendisi ciddi bir tepki göstermediği gibi, halkın öfkesini bastıran bir rol oynadı.

Bu durum 2019 yerel seçimlerine kadar sürdü. Özellikle İstanbul’da kıran kırana bir süreç yaşandı. AKP bu seçimlerde önce kazandığını açıkladı; karşısında ilk kez bir direnç görünce, “yeniden seçim” yoluna başvurdu. İkinci seçim, AKP açısından tam bir hezimetti. Buna rağmen günlerce mazbatayı vermediler. Halkın öfkesi stadyumlara taşınca vermek zorunda kaldılar.

Böyle bir durumda bile CHP, halkın sokağa çıkmasını engelledi. AKP’nin işbaşında olduğu 21 yıllık sürenin her aşamasında halkı teskin etme, öfkesini yatıştırma, düzen-içi çözümlere yöneltme misyonunu oynadı. AKP’nin her tür keyfi, kural-kanun tanımaz tutumu için, “Anayasaya aykırı” demekle yetindi; ama yaptıklarını meşrulaştırdı, pervasızlaşmasının önünü açtı.

Ünlü Rus yazarı Tolstoy’un dediği gibi, “kötüler kendilerine tahammül edildikçe, daha çok azarlar.” Bunu Dimitrov’un siyasal ve günümüze uygun düşen tümcesiyle söylersek; “faşizm tavize doymaz!” Nitekim AKP ve Erdoğan da, taviz verildikçe fazlasını isteme ve yapma cüretini kendinde buldu.

Bu seçimlerde de bunu görüyoruz. Örneğin Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanı olması “Anayasaya aykırı”! Bakanların istifa etmeden milletvekili olması “Anayasaya aykırı”! Devletin olanaklarıyla seçim çalışması yapmaları “Anayasaya aykırı”! Ama bunların hepsi gerçekleşiyor ve muhalefet yine AKP’nin bu yasa-dışılığına göz yumuyor.

Daha önemlisi, kitlelerin tepkisini kontrol altında tutma çabasını sürüyor. Birçok yerde provokasyon ve saldırılara uğramalarına karşın, halkın sürece dahil olmasını engelliyor. Telkin ettikleri tek şey, halkın gidip oyunu kullanması, ötesine karışmaması. Halk sadece “seçmen”! Üstelik pasif bir seçmen! Öyle ki, mitinglere gelenlerin AKP veya Erdoğan’a “yuh” çekmesini bile istemiyorlar. Erzurum’da olduğu gibi taşlı saldırıya uğradıklarında dahi, “sakın karşılık vermeyin, evlerinize gidin” deniliyor. “Yanağına bir tokat atıldıysa, diğer yanağını uzat” diyen “İsa tavrı”nı salık veriyorlar halka.

Özcesi AKP dönemi 21 yıl sürdüyse ve bu yıllar boyunca halk inim inim inletilip iliğine dek sömürüldüyse, bunda burjuva muhalefetin de dahli vardır. Esasında bu süreci birlikte ördüler. Krallıkla yönetilen ülkelerde bile bir “muhalefet”e ihtiyaç duyulur, ona da “majestelerin muhalefeti” denir. Düzen partileri de bugüne dek “majestelerin muhalefeti” görevini yerine getirdi.

Peki bugün değişen nedir?

AKP’nin işbaşına geldiği dönemden bu yana geçen 21 yılda, hem içte-hem dışta çok şey değişti. 2023 seçimlerine, değişen bu koşullarda giriyoruz.

Bilindiği gibi AKP, 2002 yılında işbaşına geldi. Tam da ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik yeni saldırılara giriştiği bir dönemde… Adına “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) dediği, Kuzey Afrika’dan Asya’ya kadar 21 ülkenin haritasının değişeceğini ilan ettiği bir sırada…

ABD’nin bunları yapabilmesi için, Türkiye’de her dediğini yerine getirecek bir hükümete ihtiyacı vardı. Bunu açık açık söylediler de. O sıra hükümette olan Ecevit’in başında olduğu DSP-MHP koalisyonuyla yapamayacaklarını anlayınca, DSP’yi bölüp “erken seçim”in koşullarını hazırladılar. Aynı anda Refah Partisi’nin içinden AKP diye bir partinin çıkmasını sağladılar. AKP’nin kurulmasıyla hükümet olması arasında geçen süre 6 aydır; bu kadar kısa sürede hükümet olan hiçbir parti yoktur! Keza Erdoğan’ın resmi bir sıfatı yokken Beyaz Saray’da ağırlanması, dönemin ABD başkanı Bush ile görüşmesi de, o güne dek görülmemiş bir şeydir.

Kısacası AKP’nin bir ABD projesi olduğu açık kanıtlarla ispatlıdır. Erdoğan, 2003’te başbakan olduktan sonra “BOP’un eşbaşkanı” olduğunu övünçle duyurmuştu. ABD’nin Irak işgali sırasında ABD askerlerinin Türkiye’de konuşlanması dahil her tür kolaylığın sağlanmasını amaçlayan “1 Mart tezkeresi”ni meclisten geçirebilmek için, AKP milletvekilleriyle tek tek görüştü. Buna rağmen tezkere meclisten geçmeyince, yeni yasalar çıkartarak ABD’nin isteklerini yerine getirmeye çalıştı, ardından başta ordu olmak üzere devlet kurumlarında ABD karşıtı asker ve bürokratların tasfiyesini amaçlayan operasyonlara girişti.

Bugün AKP’nin sahte ABD karşıtlığı kimseyi yanıltmasın! O, ABD ve AB’nin desteğiyle işbaşına geldi; adına “Ilımlı İslam” denilen bir ideolojiyi Ortadoğu’ya yaymakla görevlendirildi. Bu ideolojik kılıf altında Ortadoğu’da hegemonya savaşına giriştiler. Dünyanın dört bir yanından topladıkları cihatçı çetelerle bölgeyi kan gölüne çevirdiler. Bu cihatçı çeteleri AKP eğitti, donattı, besledi… Halktan toplanan paraları bu çetelere ve savaşa akıttılar.

Fakat ABD’nin “ılımlı İslam” projesi çöktü! ABD işgal ettiği veya darbeyle, iç savaşla ele geçirmek istediği tüm ülkelerde yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı. “Ilımlı İslam” projesiyle Ortadoğu’ya “model” olarak sunduğu AKP’ye de artık ihtiyacı kalmadı. Yani AKP’nin miadı doldu, “at değiştirme” zamanı geldi…

Dünya ölçeğinde bu değişim yaşanırken, Türkiye’de AKP’li yıllar boyunca yoğun sömürü ve baskı altında yaşayan halkın tepkisi de büyüdükçe büyüdü. Gezi Direnişi, bu tepkinin halk ayaklanmasına dönüştüğü en önemli kavşaktır. Yanı sıra başta Tekel ve Metal olmak üzere çok büyük işçi direnişleri yaşandı. Keza doğanın talanına ve bunun yol açtığı sel, yangın, deprem gibi yıkımlara karşı büyük protestolar gerçekleşti.

Kitle desteğini yitiren bir hükümeti, hiçbir emperyalist güç ayakta tutamaz! Nitekim Gezi’den bu yana AKP sürekli gerilemektedir. Gezi sonrası Gülen Cemaati ile yollarının ayrılması ve 15 Temmuz darbesine uzanan süreç, esasında ABD’nin AKP dönemine son verme, en azından rötuşlama girişimleridir. Bunlarda başarısız olması, ABD’nin güç kaybından dolayıdır. AKP bu durumu avantaja çevirip Rusya-Çin blokuna yanaşarak ABD ile pazarlık gücünü arttırmaya çalıştı. Dışta emperyalist bloklar arasındaki çatışmadan yararlandığı gibi, içte de ittifaklarını değiştirerek ömrünü uzatmayı başardı. Gülen Cemaati ve Kürt hareketiyle işbirliğini bitirip “ulusalcı” Perinçek, faşist MHP ile bugünlere geldi.

Ne var ki, ekonomik kriz dayanılmaz boyutlara ulaştı. Hayat pahalılığı karşısında eriyen ücretler, halkı açlıkla yüz yüze bıraktı. İşsizlik had safhaya çıktı, geleceğe duyulan güvensizlik beyin göçünü hızlandırdı. Bütün bunlara 6 Şubat depreminde yaşananlar eklenince, AKP’nin kitle desteği iyice eridi. Bugüne dek kitleleri “erken seçim” beklentisiyle tutmayı başaran muhalefetin de işi zorlaştı. Zamanında seçimden bile kaçmak isteyen AKP’ye “yeter artık” dediler.

Baskı ve zor ile bir hükümetin ayakta kalma sınırı vardır. Halktan “rıza” almayı başaramadığında, yönetme krizi yaşanır. Ve halk, baskı ve şiddete rağmen ayaklanır. AKP bu sınıra dayandı, hatta aştı. Böyle bir hükümet, egemen sınıfların da artık işine gelmiyor. Çünkü onların çıkarlarını eskisi gibi koruyamıyor. Mesela Ocak ayında metal işkolunda grev yasağına rağmen fiili grevler gerçekleşti ve patronlar işçilerin taleplerini kabul etmek zorunda kaldı.

Kısacası hem dış, hem iç koşullardaki ciddi değişim, AKP’nin sonunu getirmiş durumda. Ve düzen muhalefeti, artık yönetime kendilerine geçeceğini gösteriyor, AKP’nin de bunu anlayıp usulünce çekilmesini istiyor. Ama AKP şimdilik buna yanaşmıyor, son ana kadar kozlarını oynamaya çalışıyor. En azından büyük bir hezimeti durdurmaya çabalıyor.

Bitmeyen seçim oyunları

Bir Hint atasözü vardır; “eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmak istemiyorsa, ya altına pislemiştir, ya da pislemek üzeredir.” AKP’nin pislikleri o kadar çok ki, kalkmamak için büyük bir direnç gösteriyor gerçekten de. Her ne kadar muhalefet “helalleşeceğiz” diyerek, pisliklerinin üstünü örteceğiine dair güvence veriyorsa da, halkın tepkisinin nereye varacağı ve onları neye zorlayacağı belli olmaz! AKP’yi ve Erdoğan’ı korkutan da bu!

Halk zaten “helalleşmek” değil, “hesaplaşmak” istiyor! Deprem sonrası kitle gösterilerinde en güçlü atılan sloganın “helalleşmeyeceğiz” olması da bunun göstergesi.

Buna karşın kapalı kapılar ardında ne gibi pazarlıklar yapılıyor, hangi dolaplar dönüyor bilmiyoruz. Kim bilir ne tür sözler, teminatlar veriliyor, ne şantajlar, tehditler yapılıyor… Bugüne dek özellikle seçim arifesinde kasetlerle birçok politikacının ayağını kaydırdılar veya yapmak istemediği şeyleri yaptırdılar.

Bu seçimde de pek çok atraksiyon yapılıyor. Seçime üç gün kala Muharrem İnce’nin adaylıktan çekilmesi mesela. İnce, zaten bu işlere alışık. Geçen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde neler döndüğünü hala bilmiyoruz. Ama İnce’nin “seçim akşamı 50 bin kişilik avukat ordusuyla YSK’nın önünde olacağım” dedikten sonra, ortadan kaybolduğunu, “adam kazandı” twiti atarak Erdoğan’ı rahatlattığını biliyoruz. Böyle birinin siyaset sahnesinden silinmesi, insan içine çıkamaması gerekirken, bir kez daha benzer rollere soyunduğunu görüyoruz. Bu durum burjuva siyasetindeki kirliliğin geldiği boyutu gösteriyor.

Hal böyleyken halka kendilerini “temiz, dürüst, samimi” olarak sunuyorlar. Her şey kapalı kapılar altında halledilirken, “geleceğine sahip çık, oy kullan” diyorlar. Oy kullanmayanları “hain” ilan ediyorlar!

Bunların halk nezdinde kabul görmesinde reformist partilerin rolü büyük. Onlar komünist, sosyalist sıfatlarıyla, halkın bu yalan ve demagojilere kanmasına katkı sunuyorlar. Oysa yukarıda özetlediğimiz iç ve dış dinamikler, AKP-MHP yönetiminin değişmesini koşulluyor. Yeni ve taze bir kana ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Sandığa atılan oylar, bir formalitenin tamamlanmasından ibaret…

Bugüne dek pek çok seçimde sandığa giren oyla çıkanın aynı olmadığını defalarca gördük. Egemenler seçim sonuçları istediği gibi çıkmadığında, çok rahat değiştirebiliyor. Seçim hilelerinin, bilgisayar oyunlarının haddi-hesabı yok! Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede seçim hileleri arş-alaya çıktı. Ama kitlelere, kendi oylarıyla yönetimlerin işbaşına geldiği duygusunu verebilmek için, oy kullanma oranını yükseltmeye çalışıyorlar. Yoksa anketler dahil pek çok araçla kitlelerin nabzını tutabiliyor, neyi isteyip istemediğini tespit edebiliyorlar.

Seçimlerin giderek daha göstermelik bir hal aldığı günümüz koşullarında, seçimlerdeki oy oranlarının artması, asıl olarak reformizmin başarısıdır. Üstelik halkı oy kullanmaya çağırırken gösterdikleri çabanın onda birini bu oylar çalındığında göstermiyorlar. Dahası seçim sonuçlarını beğenmeyen hükümetin “yeniden seçim” dayatmasını bile kabul ediyorlar. Seçilen kişiler “kayyum”la görevden alındığında dahi sessiz kalabiliyorlar. “Bu seçimlerde de aynı durumla karşılaşırsanız ne yapacaksınız” sorusuna yanıt vermeden, halkı sandığa çağırmaya devam ederler. Devrimci hareket güçlenene kadar bu filmi tekrar tekrar izleyeceğiz ne yazık ki…

Sandıkta değil sokakta!

Cumhurbaşkanı seçimlerini ilkesel olarak reddediyoruz. Milletvekili seçimlerinde ise oy kullanmıyoruz. Bunun nedenlerini önceki yazılarımızda ayrıntılarıyla ortaya koyduk. Merak eden onlara bakabilir.

Fakat seçimler, burjuva demokratik haklardan biridir. Diğer haklar gibi “genel oy” hakkı da büyük mücadeleler sonucu kazanılmıştır. Önceleri sadece soylu ve zengin sınıflara ait olan bu hak, aşama aşama halk kesimlerini de kapsar hale geldi. 1800’lü yıllardan itibaren başını İngiltere’de Çartistlerin çektiği, oradan tüm dünyaya yayılan “genel oy” mücadelesiyle kapsamı genişledi.

Kadınlara oy hakkı ise, yaklaşık 100 yıllık bir geçmişe sahip. Onun da önünü 1917 Sovyet Devrimi açtı. İsviçre gibi birçok Avrupa ülkesinde kadınlar, ikinci emperyalist savaş sonrası, yani 1945’ten sonra oy kullanabildiler. Keza siyahi erkeklerin oy kullanması da yine büyük direnişlerle yüzelli yıl kadar önce gerçekleşti.

Ne var ki, “seçme ve seçilme hakkı” bu sistemde göstermelik haklardan biri oldu. Parlamentoda kaç işçinin, memurun yer aldığına bakmak bile, bunu görmek için yeterli. “Seçilme hakkı” yok denecek düzeyde. “Seçme hakkı” ise bir dolu manipülasyonla gölgelenmiş durumda.

Bütün bunlara rağmen diğer haklar gibi “seçme-seçilme hakkı”nı da korumak ve geliştirmek için mücadele etmek gerekiyor. Bugünkü seçimlerde oy kullanmayı doğru bulmamak başkadır; kullanılan oyların iç edilmesine, bu hakkın gaspedilmesine sessiz kalmak başka…

Ayrıca güçlü olduğumuz yerellerde muhtarlıktan belediye başkanlığına kadar seçimlerde aday gösteriyor veya devrimci bir adayı destekliyoruz. Genel seçimlerde ise, gücümüz arttığı oranda milletvekili adayı çıkarmayı, parlamentodan yararlanmayı savunuyoruz. Kısacası bu hakkın kullanılmasını ve genişletilmesini, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin bir parçası olarak görüyor, devrim perspektifini yitirmeden kavgasının verilmesine inanıyoruz.

AKP’li yıllarda seçim sonuçlarıyla oynamak had safhaya vardığından, sandığa gitmediğimiz koşulda bile sokakta olmayı savunduk. 2023 seçimlerinde de seçim günü sokaktayız! Oyların çalınması veya bir biçimde değiştirilmesi durumunda, halkla birlikte protesto hakkımızı kullanacağız! AKP’nin tüm çabasına rağmen kaybettiği durumda ise, halkın sevinç gösterilerinde yanında olacağız. Halka karşı yapılacak olası saldırılara birlikte direneceğiz!

Her ne kadar muhalefet, kazandığı durumda bile halka evinde beklemesini telkin ediyorsa da, her durumda sokağa çıkılmalıdır! Halk, seçme hakkının gaspedilmesine izin vermediği gibi, kutlamasını da yapabilmelidir. “Kutlayamadığın zafer, senin değildir!”

Yanısıra provokasyon umacısıyla korkup eve kapanarak, saldırıların önü kesilmez. Faşist ve gerici çeteler, önceden işaretlediği evlere girip çok daha rahat katliamlar gerçekleştirebiliyor. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta bunu görmedik mi?

Faşist saldırılara karşı durmanın en etkili yolu, onlara anladıkları dilden cevap vermektir. Unutmayalım, çivi çiviyi söker! Korkarak sinerek hiçbir şey elde edemeyiz. Aksine daha büyük kayıplar yaşarız! Bir kez daha diyoruz ki, sokakta kazanılmadan sandıkta kazanılmaz! Öyleyse seçim akşamı, sokağa, eyleme, hesap sormaya!

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …