Muhalefetin bütün sorunların çözümü olarak sunduğu ve kitlelerde büyük bir beklenti yarattığı 14-28 Mayıs seçimleri, önemli bir değişiklik yaratmadan sonuçlandı. AKP-MHP yönetimi yerinde kaldı. Fakat gerek yönetim, gerekse de muhalefet artık eskisi gibi değil, olmayacak da. Daha önemlisi, uzun süredir “seçmen” haline getirilen halk da seçimden önceki halk değil!
Diyalektiğin kuralı işliyor; her şey değişiyor!
Seçimlerden sonra büyük bir hayal kırıklığı yaşayan halkın önemli bir kesimi, tepkilerini muhalefete yöneltti. Bir kez daha kandırılmış ve ortada bırakılmış olmanın kızgınlığı ve öfkesi içinde. 20 yılı aşkın süredir devam eden AKP saltanatının muhalefet partilerinin yardımıyla sürdürüldüğünü daha net görmeye başladı. Değişimin seçimle değil, kendi gücüyle olacağını daha fazla hissediyor artık.
Elbette bu gerçekleri görmek tek başına yetmiyor. Kendi gücüne güvenmeyi, harekete geçmeyi, örgütlenmeyi başaramadığı sürece, daha derin bir karamsarlığa, umutsuzluğa sürüklenmesi kaçınılmaz. Fakat koşullar öylesine zorluyor ki, hayatta kalmak için bile mücadele gerekiyor. Bütün mesele bu mücadeleyi doğru hedef ve araçlarla yürütebilmek…
* * *
Şimdiden “yerel seçim” yaygarası başladı bile. Seçim yorgunu halkı, başka arayışlara yönelmeden yine seçimlere kilitlemeye çalışıyorlar. Muhalefet partilerinde “değişim” seslerinin yükselmesi ya da göstermelik “özeleştiri”lerin yapılması, tabandan yükselen öfkeyi bastırmak, yeniden umut haline gelebilmek içindir. Kimi rötuşlar yaparak aynı yolu izlemeye devam edecekler.
Onların ne yapacağı belli! Önemli olan bizim ne yapacağımızdır!
Erdoğan yönetimi, kabine değişikliğine giderek yeni dönemine başladı. Muhalefetin en çok tepki duyduğu Süleyman Soylu’ya bakanlık vermedi. Daha önemlisi, ekonomi yönetimini Mehmet Şimşek’e bıraktı; işbaşında kalabilmek için ABD-AB blokunun “kayyum”unu görevlendirdi.
Şimşek de faizleri yükselterek, TL’nin değerini düşürerek ilk icraatını gerçekleştirdi. Ardından başta akaryakıt olmak üzere tüm ürünlere devasa zamlar geldi. Asgari ücret zammı yine işçinin eline geçmeden eridi.
İşçi ve emekçiye reva görülen, “açlık sınırı”nın altında bir yaşamdır. “Kemer sıkma” politikası denilerek, yine halkın boğazı sıkılacak, işsizlik artacak, vergi yükü ağırlaşacak.
Daha fazla çalışıyoruz, ama “ölüm sınırı”nda yaşamaya mahkum ediliyoruz. Patronlar kar rekorları kırarken, ücretlerimiz eridikçe eriyor. Dünya ölçeğinde “yaşam koşulları en kötü” 10 ülke arasındayız. Sendikalaşma oranı yüzde 10’ların altında, TİS ve grev hakkı gaspedilmiş bir ülkenin, farklı bir tablosu olabilr mi?
Bu tabloyu değiştirmek bizim elimizde! Örgütlenerek, fiili grevleri başlatarak, direnişleri büyüterek yepyeni bir ülke ve dünya yaratabiliriz!
* * *
Erdoğan’ın Soylu’ya görev vermemesi, Şimşek’i yeniden getirmesi, liberal kesimlerde “yumuşama” belirtisi olarak yorumlandı.
Kimse bunlara kanmasın! Aksine ekonomik saldırı ile siyasi saldırı at başı gidiyor. “24 Ocak Kararları”nı nasıl 12 Eylül rejimiyle hayata geçirebildilerse, yeni ekonomi politikalarını da daha fazla baskı ve şiddetle uygulamaya sokacaklar.
Seçimlerin üzerinden daha bir ay geçmeden gözaltı ve tutuklama furyası başladı. Cumartesi Anneleri’nden Gezi’nin yıldönümüne, Madımak protestolarına kadar her eyleme saldırıyorlar. Milletvekili seçilmesine rağmen Can Atalay halen cezaevinde. Gazeteci Merdan Yanardağ, bir montaj videoyla tutuklandı.
Bütün bunlar muhalif kesimlere gözdağı vermek içindir. İşçi ve emekçiler kafasını kaldırmasın, saldırı politikaları rahatlıkla yaşama geçebilsin diyedir.
Erdoğan daha seçim akşamı yaptığı konuşmada, kitleye Kılıçdaroğlu’nu yuhalattı, Demirtaş’ın idamını istedi. Kürt-Türk, Alevi-Sünni ayrımını canlı tutarak, şovenizmi körükleyerek ayakta kalmaya çalışıyor.
Buna son yıllarda “göçmen düşmanlığı” eklendi. Dünyanın dört bir yanından cihatçı çeteleri toplayıp donatarak Suriye’de gerici iç savaşı körükleyen Erdoğan, Suriye’den Türkiye’ye göçün de sorumlusudur. AB’den aldığı fonlarla cihatçı çeteleri “paramiliter güç”, Suriyelilerin önemli bir kısmını da “oy deposu” olarak kullanmaya devam ediyor.
Buna tepki duyan büyük bir kesim, öfkesini Erdoğan yönetimine ve onun arkasında duran emperyalistlere değil de, göçmenlere yöneltiyor. Faşist partiler de her yerde olduğu gibi bu tepkiyi kullanarak milliyetçiliği körüklüyor. Ümit Özdağ’ın Zafer Partisi’nin tek argümanı, “Suriyelileri evlerine göndermek” oldu.
Sayıları 5 ila 10 milyon olduğu söylenen Suriyeliler, AKP’yle özdeşleştikleri, bir takım ayrıcalıklara sahip oldukları için, tepkilerin odak noktasında. Son olarak Kocaeli-Dilovası’nda çıkan olaylar, göçmen sorununun yeni çatışma alanı olarak büyüyeceğini gösteriyor.
* * *
Göçmen sorunu, emperyalistlerin yarattığı devasa bir sorun haline geldi. Fransa’da günlerdir süren “göçmen isyanı”, emperyalistlerin kendi yarattıkları sorunlarla karşı karşıya kaldıklarını gösteriyor. Bir yanda göçmenleri “ucuz işgücü” olarak kullanıyor, pis işlerini yaptırıyorlar; diğer yandan da “yabancı düşmanlığı”nın hedefi haline getirip ırkçılığı-faşizmi yükseltiyorlar.
Bir göçmen gencin Fransız polisi tarafından katledilmesi, Fransa’da göçmen isyanını ateşledi. Geçtiğimiz yıllarda ABD’de bir siyahın polis tarafından öldürülmesine karşı nasıl bir infial koptuysa, benzer bir durum yaşanıyor. Sadece Fransa’da değil, Avrupa’nın değişik ülkelerinde protestolar yükseliyor.
AB emperyalistleri Türkiye’yi “göçmen çöplüğü” haline getirdi adeta. AKP de “din kardeşliği”, “insani görev” vb. yalanlarla bu göçmenleri barındırmaya devam ediyor. Bu da Türkiye’de de göçmen sorununu öne çıkartıyor.
Göçmen sorunu esasında etnik değil, sınıfsal bir sorundur. Çözümü de sınıfsal olacaktır
Bize yaşatılan acılar, zulüm ve baskılar, “kader” de değildir; sonsuz da… Yeter ki, her tür yapay ayrımı elimizin tersiyle itip sınıfsal saflaşmayı esas alalım ve sınıf savaşını yükseltelim!