Yaşam karşısında kendimizi “güvende” hissetmemizi sağlayan alanlar vardır. Bunlar bir biçimde kazanmış olduğumuz haklar, oluşturulmuş statüler, belirlenmiş kurallardır. Gerek ikili ilişkilerde gerekse toplumla kurduğumuz bağlarda (iş, eğitim, kamusal mekanlar vb.) bu kuralları çiğnemediğimizde, statüleri bozmadığımızda, haklarımızı kullandığımızda bir sorun çıkmayacağını biliriz.
Bize “güvenlik” duygusunu veren asıl unsur, ne yaptığımızda neyle karşılaşacağımızı bilmektir. Ancak son yıllarda giderek artan bir biçimde, bu duyguyu kaybediyoruz. Ve yaşam karşısında giderek daha fazla, kendimizi “savunmasız” hissediyoruz. Çünkü kuralların, alışkanlıkların, yasaların, hakların yerini zorbalık alıyor; yaşam alanlarımız pek çok biçimde zorbalar tarafından gaspediliyor.
Günlük yaşamın içinde herhangi bir alanda bireysel zorbalıkla karşı karşıya kalmak son derece olağanlaştı. Mesela trafik kurallarına uymayanları uyardığında yol ortasında öldürülebiliyor insanlar. Bir erkeği reddetmek, kadınlar için “olağan” bir ölüm sebebi artık. Tarikat yurtlarına-kurslarına giden çocukların neredeyse tamamı şiddetle ya da tecavüzle karşılaşıyorlar. Sokakta öpüşen bir çift, bu görüntüden “nevri dönen” bir türbanlının hakaretlerle dolu haykırışına maruz kalıyor. Kiracılar ev sahiplerinin, ev sahipleri kiracıların zorbalıkları altında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor.
Yaşam içinde kurallar bozulduğunda, haksızlıklar arttığında, bireysel çözümler oluşturulamadığında, devletin devreye girmesi, yasaların mağdurları koruması beklenir. Devlet, ortaya çıktığı dönemlerde otoritesine kitlelere böyle kabul ettirmiştir çünkü. “Bu bir sözleşme” der liberal aydınlar, “devlet halkı koruma sözü vermiştir. Kurallar ve yasalar yaşamı düzenler, uymayanı cezalandırmak devletin görevidir. Devletin silahlı güçleri halkı zorbalardan koruyacağı için, halkın silahlanmasına gerek kalmamıştır.”
Biz ise, devletin egemen sınıfların halk üzerindeki “baskı ve tahakküm aracı” olduğunu biliriz. Biliriz de; yüzyıllar süren sınıf mücadeleleri içinde kazanılmış hakların, oluşturulmuş yasaların neredeyse tamamen hükümsüz kaldığı, işe yaramaz olduğu bir dönemden geçtiğimiz de ayrı bir gerçektir. Yaşadığımız dönem, zorbalığın artık devlet eliyle açıktan meşrulaştırıldığı bir dönemdir.
Mesela bireysel olarak maruz kaldığımız zorbalıkların tamamı, “cezasızlık politikası” ile meşrulaştırılmakta ve yaygınlaştırılmaktadır. Çocuklara tarikatlarda tecavüz edilmesi örtbas edilmektedir. Kadının canının karşılığı sadece birkaç ay hapis yatmaktır. Trafikte, yolda saldırıya uğrayan tutuklanmaz. Türbanlı bir kadın “biz artık doktor dövüyoruz” diye övünür. Bir başkası, “15 Temmuz’da fırsatı kaçırdık. Yeni bir fırsat olursa benim oturduğum sitede birileri var, halledeceğiz onları” diye televizyon kanalından ölüm tehdidi savurur, sonrasında “yanlış anlama” diye geçiştirilir; Rabia Naz’ı trafik kazasında katleden AKP’linin haberini yapmak suç sayılır; özelleştirme nedeniyle yaşanan Çorlu tren kazasında ölenlerin davaları, aileler için işkenceye dönüştürülür…
Devletin zorbalığı, sadece görmezden gelmekle sınırlı değil. Sınıf mücadelesi veren işçi ve emekçilere uyguladığı açık zorbalık işin bir yanıdır. Bu yazıda anlatmaya çalıştığımız, doğrudan hak gaspı aracı olarak devletin kullanılmasıdır.
“Tapulu mülk”ler ya da kolektif yaşam alanları, doğrudan devlet tarafından gaspedilmektedir mesela… Hatay’da köylülerin yüzlerce yıldır üzerinde üretim yaptığı toprakların, deprem konutları inşa etme bahanesiyle kamulaştırılması; Akbelen Ormanı’nın ya da Kaz Dağları’nın ya da Artvin-Cerattepe’nin parsel parsel maden şirketlerine açılıp yağmalanması; yanan ormanlık alanlara hemen otel izni verilmesi; halka açık-ücretsiz olması gereken sahillerin şirketlere kiralanması vb. sayısız örnek verebiliriz buna.
Devlet doğrudan çeteleri meşrulaştırmaktadır mesela… Uyuşturucu kaçakçılarının eski İçişleri Bakanı Soylu ile, mafya reislerinin Bahçeli ile resimlerinin yayınlanması; dünya uyuşturucu ticaretinde, Türkiye’nin artık merkez üsse dönüşmesi; mafyalaşmanın yaşamın her alanına yayılması, hatta 16-17 yaşındaki çocukların çeteleşip silahlı çatışmaya girmesi, emekçi mahallelerin çeteler için savaş-iktidar alanı olması gibi örnekler olağanlaşmıştır.
Neden bu kadar arttı?
Aslında zorbalık, şiddet, mafyalaşma ve devletin mafyalaşması dünya genelinde yükseliyor. Bunun 2000’lerin başlarından itibaren Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinin doğrudan savaş alanına dönüşmesi; artan savaş ile birlikte her tür şiddet unsurunun meşrulaşıp yaygınlaşması gibi genel bir nedeni var.
Türkiye özelinde ise, zorbalığın artışını hızlandıran iki unsur; devletin yaygınlaştırdığı iki yöntem daha bulunuyor.
Birincisi, doğrudan devletin politikaları nedeniyle derinleşen toplumsal sorunlara, devletin dışında hedefler gösteriliyor. Böylece devletin sorumluluğu ortadan kalkıyor, taraflar karşı karşıya bırakılıyor. Ve daha fazla zorbalaşan kazanıyor. Mesela gerçek enflasyon rakamları yüzde 100’ün üzerine çıkmışken, Erdoğan kira artışını yüzde 25’e sabitlediğini açıklayarak ev sahipleri ile kiracıları karşı karşıya bırakıyor, onları birbirine düşmanlaştırıyor. Enflasyon ve kira artışı sorunu devletin ekonomi politikaları içinde toplumsal olarak çözülmeyince, ev sahibi ile kiracı arasında bireysel olarak çözülüyor; böylece kim daha kavgacıysa, kim daha zorbaysa, kim daha tehditkar davranıyorsa, o kazanıyor.
Mesela, sağlık sisteminin çökertilmesi nedeniyle doktorlar hastaya yeterince zaman ayıramayınca, MR, röntgen gibi önemli teşhis malzemeleri hastanelerde yetersiz olunca, ameliyat malzemesi bile bulamayınca, sağlıkçılar ağır çalışma koşulları altında hastaya yetişemeyince, hasta yakınları bunun sorumlusu olarak o anda karşılarındaki doktora, hemşireye saldırıyor; dövüyor, öldürüyor. Sonrasında ceza almayacağını da biliyor.
Pazarda patates-soğan yoksa toptancı suçlu ilan edilip, “stokçu” suçlamasıyla depolar basılıyor, böylece tarım üretimindeki yıkım gözlerden gizleniyor. Markette fiyatlar yüksekse bir-iki market basılıp ceza kesiliyor, böylece enflasyon unutturulup bazı marketler hedef gösteriliyor.
Kendisinden daha güçlü olanın zorbalığına boyun eğen, kendisinden daha güçsüz gördüğüne ise pervasızca zorbalık yapan bir insan-toplum tipi hızla yaygınlaşıyor.
İnsanlar birbirine düşüyor, sorunlar için yanıbaşındaki kişileri suçlu ilan ediyor. Yanındaki kişiyle en bireysel, en zorba, en kuralsız yöntemlerle kavga ederken, devletin sorumluluğunu göremez hale geliyor.
İkincisi, zorbalık her aşamada katlanarak yeniden üretiliyor, bu orman kanununa en uzak kesimler bile az ya da çok bunun bir parçası haline geliyor. Önceden her türden şiddet yöntemine karşı çıkanlar bile, bireysel silahlanma çabasına giriyorlar. Zorbanın karşısında kendi haklarını savunma güdüsü, ondan daha zorba yöntemleri kullanmayı zorunlu kılıyor. Bireysel olarak “güvensizlik” duygusu arttıkça, kendini savunma ihtiyacı da artıyor.
Üstelik “orman kanunu”nun hüküm sürdüğü koşullarda hayatta kalmak için en güçlü zorbanın yanında, egemen zorbanın yanında, AKP’nin yanında saf tutmak teşvik ediliyor. Daha popüler bir deyimle AKP’nin seçimleri kazanmasına, yönetmesine “rıza üretiliyor”. En AKP karşıtları bile, bir işe girebilmek için, bir işini halledebilmek için, çocuğunun güvende olmasını sağlamak için, AKP’ye boyun eğmeye, AKP ile uyumlu kalmaya zorunlu hissediyor kendisini.
Nasıl hayatta kalacağız?
Akıntıya karşı kürek çekmek kolay değildir. Hem de bugün içine savrulduğumuz böylesine güçlü ve bataklığa dönüşmüş akıntıya kapılmadan karşı durabilmek hiç kolay değildir.
Bu bir yaşam mücadelesidir. Sadece kendimizin değil, sevdiklerimizin yaşamda kalabilmesi mücadelesidir. Ayakta kalma, yıkılmama mücadelesidir. Ama onurumuzu, değerlerimizi koruyarak… Kendimiz olmaktan çıkmayarak… Sürü psikolojisine kapılmadan, temel doğrularımızı yitirmeden…
Zorbalığı yayarak, asıl olarak düşünme yetisini yitirmemiz, kendimize, değerlerimize yabancılaşmamız hedeflenmektedir çünkü.
“Şiddet genellikle bedene uygulanır, ama bedeni çokça ilgilendirmez. Şiddetin bedene yönelişi dolaylıdır, amaç ruhu zedelemektir. Ruhun etkilenmediği durumda, beden sonuna kadar dayanıklıdır… Şiddeti şiddet yapan, ruhta yaratacağı çözülmedir. Şiddet bilinci dağıtır, bulandırır, bilincin inanç dizgesini bozar, giderek bilincin gerçeklikle olan bağını zorlar ve koparmaya çalışır. O durumda bilinç birdenbire kendi kendini tartışan mutsuz bir bilince dönüşebilir.” (Afşar Timuçin -Felsefe Bir Sevinçtir sf. 24)
Şiddetin yaygınlığı genel olarak kitlelerde bezginlik, bıkmışlık, ruhsal çöküntü yaratır. Üstelik ne zaman, nerede, başına ne geleceğini bilememe, hakkının arayamama, hukuk, adalet gibi kavramların ve kurumların içinin boşalması, insanı büyük bir güvensizliğe ve boşluğa itmektedir. Günümüzde psikolojik hastalıkların, intiharların bu kadar artması, anti-depresan ilaçların peynir-ekmek gibi satılması, bu koşulların bir sonucudur.
Ne ile karşı karşıya olduğumuzu bilmezsek, ona karşı savaşamayız. Daha önemlisi doğru silahlarla kuşanabilmeyi ve onu yenmeyi başaramayız.
Bu noktada bireysel çözümler kurtarıcı değildir. Sorun toplumsal ise, çözüm de toplumsal olmalıdır. Kuşkusuz bireysel olarak da kendimizi donatmak zorundayız. Bu hem manevi hem maddi donanımdır. Devletin, devlet destekli sivil faşistlerin, mafyatik çetelerin silahlandığı bir ortamda “bireysel silahlanmaya karşı” kampanyalar düzenlemek, liberallerin, reformistlerin işidir. “Meşru savunma” bir haktır. Fakat aslolan kolektif örgütlenme, kolektif savunmadır. Bunu başaramazsak, kişisel olarak “Allame i cihan” olsak, karşımızdaki devasa gücü yenmemiz asla mümkün değildir.
Egemenlerin başarısı, halkı örgütsüz bırakmaktan ve birbirine düşürmekten geliyor. Bunun tek panzehiri de, bulunduğumuz her yerde örgütlenmekten geçiyor. İşyeri, fabrika, okul, mahalle, üretim ve yaşam alanlarımızda bir araya gelmenin, örgütlenmenin yolları mutlaka vardır. En kötü örgütlülük bile örgütsüzlükten yeğdir. Sorunumuz varolan örgütleri doğru biçimde çalıştırmak olsun!
Saldırıların yoğunluğu ve boyutu düşünüldüğünde, küçük ve sıkıntılı da olsa varolan örgütleri korumak ve harekete geçirmek büyük önem taşıyor. Atıl durumda birçok dernek, sendika bulunuyor, kişisel yakınmalardan kurtulup buraları canlandırmak mümkündür. Klasik biçimler dışında kendiliğinden doğan örgüt biçimlerini geliştirmek, bunların hiçbiri yoksa kendi çabamızla örgütlenmenin yollarını bulmak, hak alma mücadelesinin de ötesinde yaşamda kalma meselesidir artık. Ruhsal ve bedensel sağlığımızı koruyabilmek için bile bu örgütlere ihtiyacımız var.
Son yıllarda en çok körüklenen ve “toplumsal kontrol aracı”, “yönetim yöntemi” olarak başarıyla uygulanan politika; evsahibi-kiracı, esnaf-müşteri, doktor-hasta, öğretmen-veli vb. biçimlerde halkı karşı karşıya getirme, birbirini suçlayıp düşman belletmedir. Bu silahı boşa çıkarmanın tek yolu, ezilen-sömürülen kesimler olarak birleşmek, örgütlü hareket etmektir. Ancak o zaman dost-düşman kavramı yerli yerine oturacak ve gerçek düşmana karşı hep birlikte savaşılacaktır.
Toplumu esir alan zorbalığın arkasında egemen sınıfların ve onun devletinin durduğunu bilerek hareket etmek ve karşısına kolektif bir güç olarak çıkmak, her tür sorunu çözecek olan tek anahtardır. Zorbalığa karşı mücadele, düzene karşı mücadeledir. Bir bütün olarak kapitalist sömürü sistemini hedefe çakmadan, ne zorbalığa ne de toplumsal bozulmaya karşı mücadele edilemez.
Sömürüye ve zorbalığa karşı mücadelenin kendisi, eğitici ve arındırıcıdır. Zorbalığa teslim olmamanın yolu böyle bir mücadeleden geçiyor.