İsrail-Filistin sorununa SSCB’nin yaklaşımı

Bugün birçok insan İsrail’in saldırgan bir devlet olduğunu, komşu ülkeleri bombalayan, Araplara zulmeden ve tamamen ABD ile işbirliği yapan bir ülke olduğunu görmektedir. Sovyetler Birliği, Filistin halkı pahasına böyle bir devletin kurulmasını nasıl onaylayabilir?

Bolşeviklerin, “sevilmeyen Yahudileri, başlarından defettikleri” tezi, aşağıdaki sayıların varlığı ile önemsizleşmektedir:

1935-1943 yıllarında, 2 milyon 562 bin Yahudi mülteciden, 1 milyon 930 bini ya da yüzde 75’i Sovyetler Birliği’nde yeni bir vatan bulmuşlardır.

SSCB hiçbir şekilde Yahudi Sovyet vatandaşlarının, ne dünyanın herhangi bir başka bölgesine ne de Filistin’e göçlerini teşvik etmiştir.

Ve SSCB, 1940’lı yılların ikinci yarısında Ortadoğu sorunu yakıcıyken, bu bölgedeki herhangi bir partiye silah sevkiyatı yapmayan tek güçlü ülkedir.

Bu gerçekler Sovyetler Birliği’nin, İsrail sorununda kendi çıkarlarından hareket etmeyen bağımsız bakış açısı olduğunu kanıtlamaktadır.

 

Filistin’de önceki durum nasıl şekillendi?

Her şeyden önce bu, 1923 yılında BM’den Filistin Manda hakları alan İngiltere’nin sömürgesel egemenliği ile gelişmiştir.

1919 Barış Konferansından sonra, Ortadoğu’daki genel durum üzerine:

“1919 Barış Konferansı”, Versay antlaşması ve Milletler Cemiyetinin kuruluşu üzerine, antlaşmayı gerçekleştirmiştir. Buna karşın, az gelişmiş ülkeler karşısında daha gelişmiş ülkelerin sorumlulukları üzerine ve de onların kendi kaderlerini tayin etme hakları üzerine, kulağa hoş gelen birçok lafın dışında, Ortadoğu’daki duruma düzenleme getirmemiştir.

İşgal orduları, savaşın bitiminde dağıtılmış oldukları gibi orada kaldılar. İngilizler Mısır, Filistin, Suriye ve Mezopotamya’yı, Hicaz’da Faysal denetimindeki Araplar ise İç Arabistan’dan Damaskus’a kadar olan bölgeyi kontrol altında tutuyorlardı. Bundan kısa bir süre sonra Fransızlar ve İngilizler bölgenin politik kartını, sonraki gerilim ve patlamaları kaçınılmaz kılacak şekilde, (Filistin sorunun yakıcılığı olmasa bile) değiştirdiler.

1919 yılının sonlarında, İngilizler Beyrut’u ve Lübnan kıyılarını Fransız kuvvetlerine ve müttefiklerin denetimindeki Suriye’yi Fransız General Guraud’a devrettiler. Araplar, müttefiklerin, Hüseyin ve oğlu Faysal’ın karşısında bol laflarla inkar ettikleri, bölgeyi paylaşmayı hedefleyen “Sykes Picot” antlaşmasının hayata geçirileceğini öğrendiler. Ve ayaklandılar.

Bunun dışında Kudüs ve Yafa’da da, anti-Yahudi huzursuzluğu gelişti.

Damaskus’da yapılan Arap Ulusal Kongresi, Faysal’ı Suriye ve kardeşi Abdullah’ı da Irak Krallığı’na seçti. Yalnız bu değişiklikler İngiliz ve Fransızların kararlaştırdıkları oyunun uygulanmasını engelleyemedi.

Bu ülkeler San Remo’da birkaç ay önce, antlaşmayı nasıl uygulayacakları konusunda hemfikir olduktan sonra, Ağustos 1920’de, Suriye’nin, Mezopotamya’nın, Arabistan’ın ve Mısır’ın ayrılmasını içeren Sevr antlaşmasını, Osmanlı İmparatorluğu’na imzalatıyorlardı. Bütün bu düzenlemeler (önemsiz değişiklerle birlikte) bir kez daha, 1923 Lozan antlaşmasıyla onaylanmıştır.

İngiltere Mısır’ı himayesine, Bağdat, Basra ve Musul bölgelerinden oluşan Irak’ı da mandası altına alıyordu.

Fransa (Eylül 1920’de bölünen Lübnan ile birlikte) Suriye’yi mandası altına alıyordu.

Böylece Faysal ve onun Arap ve Suriye Krallığı’nı, şiddet yoluyla ortadan kaldırabilecek bir strateji için ortam oluşuyordu. Mart 1921 tarihinde (o zamanlar, Winston Churchill sömürge bakanıydı) İngilizler tertiplerini tamamlıyorlardı.

İngilizler, Fransızların kovduğu şamar oğlanı eski yardımcıları ve silah arkadaşları olan Faysal’ı, Irak’ta Bağdat Kralı yaparak, “zararı” telafi ediyorlardı.

Ama burası, esasen Abdullah’ın hakkıydı, zaten o Arap Ulusal Kongresi tarafından buraya kral seçilmişti. Şimdi ise, Abdullah için yeni bir taht bulmak gerekiyordu. İngiltere Ürdün’ün doğusundaki bölümü Filistin’den kopardı ve böylelikle oluşturulan Trans-Ürdün’e Abdullah’ı kral ilan etti.

En son olarak da Eylül 1923 tarihinde, Filistin mandası yürürlüğe girdi.

Sadece bu birkaç gerçek dahi, sömürgeci emperyalist güçlerin bölgede nasıl kirli bir oyun oynadıklarını ve kendi işbirlikçilerini dahi dikkate almaksızın, gelecekteki çatışmaları dinamitleme pahasına, hükümetleri ve kralları istedikleri gibi oluşturup, görevlerinden aldıklarını kanıtlamaktadır.

Filistin’deki bölgelerde Yahudi azınlığın artmasıyla bu çatışma ortamı, radikal bir şekilde gelişiyordu.

Özellikle Arapların aleyhine genişleyen büyük bir İsrail devletinin inşası için mücadele eden Siyonist gruplar, yüzyılın başından beri bu yönlü propaganda yapıyorlardı.

İngiliz emperyalizmi, 1917’deki Balfour Deklarasyonu’nda bir Yahudi devletinin meşruiyetini kabul ediyordu.

İngilizler için böyle bir süreçte, devlet içerisinde devlet organize etmeye başlayan Siyonist hareketin varlığı, Arapların anti-sömürgeci hareketlerine karşı oldukça sevindirici ve yardımcı bir güçtü.

Bu politika daha sonraları, mandanın oluşumu sırasında da korunmuştur. “Manda Yönetimi”, Balfour Deklarasyonu metninin önsözüne şöyle dahil ediliyordu:

“Madde 2’de, ülke içerisinde Siyonist ulusal şehirlerin oluşumunu garantileyen, ekonomik, politik ve kurumsal koşulların yaratılması için, sorumluluk İngiltere’ye devrediliyordu.

Madde 4’de, kurumsal bir Yahudi temsilciliğinin “resmi organ” olarak tanınması tedbiri alınıyordu ki bu kuruma, ekonomik, sosyal ve diğer alanlarda Filistin kurumlarıyla birlikte çalışma ve danışmayı yürütecek, yine Yahudi ulusal şehirlerinin kurulabilmesini de içerecek konularda karar verme yetkisi yükleniyordu.

Madde 11’de, tüm kamu işleri ve hizmetlerini eşit ve adaletli bir zeminde planlamak, hayata geçirmek ve ülkenin tüm doğal yardım kaynaklarını kullanılır hale getirmek için, bir Yahudi temsilciliğinin kurumlaşması karar olarak eklendi.

Manda Yönetimi, Milletler Cemiyetinin 22. Maddesinde öngörülen, bir Manda devletinin kendi ayakları üzerinde durabileceği zamana kadar, yönetimsel yardım ve tavsiyelere bağlı olan Filistin’in -ayrıca Lübnan, Suriye ve Irak’ın- bağımsız devlet olarak “geçici tanınması” prensiplerini ihmal etmiştir. Ve müttefikler, Arapların bağımsızlıklarının desteklenmesine ilişkin olarak önceden yaptıkları ya da sadece İngilizlerin 1922’deki (Churchill Memorandumu) kararnamesinde Manda Yönetimine verdiği sözleri, yerine getirmemiştir.” (Sami Hadawi, Bernnpunkt Palastine, s.28, Rastat 1971)

Yani pratik olarak Filistin’de üç güç etkiliydi: İngiliz sömürgeci gücü, Yahudi temsilciliği ve Filistinliler.

“Yahudilerin Filistin’e göçü ve onların rolleri şu şekilde bir gelişme göstermekteydi: Mandanın yürürlüğe geçmesiyle birlikte “Filistin Manda Bölgesi”nin sınırları, 26.322 km2’lik tam bir ulusal bölge ile tanımlanıyordu.

Buna Huleh Gölü (13 km2), Tiberias veya Genezarth Gölü (161 km2) ve Ölü Deniz’in yarısını (1049 km2) kapsayan 704 km2’lik iç sulama alanı eklenmiştir. Tüm yüzölçümü bununla 270.26 km2 tutmaktadır.

1918’de müttefikler ülkeyi işgal ettiğinde, Filistin nüfusu 700 bin idi. Bunlardan 644 bini Arap (574 bin Müslüman ve 70 bin Hristiyan) ve 56 bini Yahudi’ydi. 1922 yılında yapılan nüfus sayımına göre, toplam nüfus 757 bin 182 (590 bin Müslüman, 83 bin 794 Yahudi, 73 bin 14 Hristiyan ve 9 bin 474 diğer azınlıklar) idi. 1931’de ikinci nüfus sayımı yapıldı, bu sayıma göre tüm nüfus toplam olarak bir milyonun üzerine yükselmişti (759 bin 712 Müslüman, 174 bin 610 Yahudi, 91 bin 398 Hristiyan ve 10 bin 101 diğerleri.)

Filistin Hükümeti, 1944 yılında toplam nüfusu 1 milyon 764 bin olarak tahmin ediyordu (1 milyon 179 bin Arap, 554 bin Yahudi ve 32 bin diğerleri).

Filistin Hükümeti’nin aynı tahmin metotlarına göre Mayıs 1948 ortasında Arapların ve Yahudilerin sayısı 2 milyon 65 bine ulaşmıştı. (1 milyon 415 bin Arap ve 650 bin Yahudi.)

Yahudilerin toplam nüfusa oranı 1918’de yüzde 8’den, 1922 yılında yüzde 12’ye, 1931 yılında yaklaşık yüzde 17’den 1944 ve Mayıs 1948 ortalarında yüzde 31’e yükseliyordu.

Filistin’deki Arapların doğal artış oranı, Filistin’deki Yahudilerden (yüzde 3,2-yüzde 2,2), yaklaşık yüzde 50 daha fazla olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, Yahudi topluluğunun artışındaki hızlı temponun şaşırtıcı olduğu görülür. Toplam nüfus içerisinde Yahudilerin oranındaki bu hızlı artışın temel sebebi göç konusudur.   

Yahudiler 1918 yılında, tüm tarım alanlarının (2.5 milyon Hektarın üzerinde) yaklaşık yüzde 2’sine (65 bin 764 Hektar) sahiptiler ve daha sonraki 30 yıl içerisinde ek topraklar satın alarak toplam toprak mülkiyetlerini, 1948 Mayıs’ından mandacılığın bitimine kadar, 143 bin 853 Hektara ya da yaklaşık olarak yüzde 5’e yükselttiler.

Filistin Hükümeti 1946 yılında, Yahudilerin Filistin’deki işlenebilir topraklarının yüzde15’in üzerinde bir orana sahip olduğunu tahmin ediyordu.” (age. s. 42)

40’lı yıllarda Filistin hareketinde -Yahudi hareketine göre daha az örgütlüydü- ortaya çıkan zayıflamanın, iki tayin edici nedeni vardır:

İlki, Yahudilerin toprak alımlarının oldukça geniş olmasıdır. Arap halkında Yahudilere toprak satmaya karşı yaygın bir tepki olduğu halde, özellikle zengin Siyonistler büyük miktarlarda toprak satın alabildiler. (Yahudiler 1918 yılında, tüm tarım alanlarının (2.5 milyon hektarın üzerinde) yaklaşık yüzde 2’sine sahiptiler; 1948’e geldiğinde yaklaşık yüzde 5’e yükselttiler.)

Onlar bu toprakları, Filistin’deki egemen aşiretlerden alıyorlardı. Bu aşiretlerden olan Nahasibi, Hadi ve Dayani aşiretleri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de imtiyazlı bir yere sahiptiler. Bu gerici güçler, o zaman da Filistin’deki Arap halk yığınlarının ulusal kurtuluş hareketine destek olmak yerine, emperyalistlerle ve bizzat Siyonistlerle işbirliği yapmışlardı.

İkinci neden ise, İngiliz sömürgecilerin 1936 yılında, Filistin’deki genel grevden sonra yaptıkları korkunç katliamdır. Üç yıl içerisinde, on binlerce aktif Filistinli katledilmiş, birkaç bini de “kaybedilmişti.”

Bu yenilgi, feodal aşiretlerin ve “efendileri”nin rollerini güçlendirmekle kalmadı, aynı zamanda bütün Filistin partilerini ve 1942 yılında yeni oluşturulan “Arap Yüksek Konseyi”ni kontrollerine almalarına yol açtı. Buna karşın aynı yıllarda Siyonist hareket bütün olanakları, kendi durumunu düzeltmek için kullanıyordu. 1936 yılındaki genel grevi, ekonomik girişimlerini güçlendirmek için değerlendirdiler. İngilizler, 1947 yılının ilk baharında, manda bölgesi için BM’ye başvurduğunda, genel durum bu şekildeydi. (…)

Siyonist devlet sınırları, Yahudilerin kendilerine ait toprakları veya Yahudi halkın oturduğu tüm bölgeleri kapsıyordu. Araplara ait olan, onların oturduğu ve Siyonistlerin iştahını kabartan geniş alanlar da, bu devletin sınırları içerisinde gösteriliyordu.

Örneğin; Filistin bölgesinin yarısını kapsayan ve içine yüzde 1,2’den az Yahudi mülkiyetinin girdiği Güney Filistin (Necef), Siyonist devlet için önerilen bölgelere dahil ediliyordu. Diğer yandan “Arap Devleti”nin çok az miktarda Yahudi’yi ve yine o kadar az Yahudi topraklarının bulunduğu bölgeyi kapsaması öngörülüyordu. Siyonist devlet, 498 bin Yahudi ve 497 bin Arap nüfusundan, buna karşın Arap devleti 725 bin Arap ve 10 bin Yahudi’den oluşacak şekilde planlanmıştı. Geri kalan Arap ve Yahudi’nin ise “Uluslararası Bölge” olan Kudüs’te yaşaması gerekiyordu.

Araplar bu bölüşüm kararını, bir halkın kendi kaderini tayin hakkını belirleyen BM şartını ihlal ettiği gerekçesiyle reddediyorlardı…

Bu planların tartışıldığı dönemde, Kasım 1947’de Sovyet delegesi şunları söylüyordu:

“Hiçbir Batı Avrupa ülkesi, Yahudi halkın temel haklarının savunusunu garanti altına almaya ve bu halkı faşist cellatların şiddet hareketlerinden korumaya yetenekli değildir. Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sürecinde yaşadıkları dikkate alındığında, bu hak Yahudi halktan alınamaz. Yahudi halkın meşru haklarını dikkate almaksızın, bir bağımsız Arap devletinin kurulmasını; diğer yandan Arap halkının meşru haklarını dikkate almaksızın bir Yahudi devletinin kurulmasını, (Filistin sorununun tek taraflı böylesi bir çözümü) ne tarihsel ne de bugünkü koşullar haklı çıkaramaz. Yalnız eşit şekilde, bağımsız ve demokratik bir Arap-Yahudi devletinin kurulmasıyla, Yahudilerin ve Filistin’deki Arapların çıkarları belirli çerçevede korunabilir. Eğer bu çözüm, Yahudi ve Araplar arasında varolan gerilimli ilişkilerden dolayı gerçekleşmezse, Özel Komisyon’un bu nokta üzerindeki düşüncesinin öğrenilmesi oldukça önemlidir. Bu durumda ikinci çözümün incelenmesi gerekir; iki bağımsız devlet arasında ülkenin bölüşümünü içeren bir çözüm: Bir Yahudi ve bir Arap devleti. Tekrarlıyorum: Eğer bu çözümde Filistin’deki Arapların ve Yahudilerin arasındaki gergin ilişkiler dikkate alındığında, Araplar ve Yahudilerin barışçıl birliğinin garanti altına alınması olanaklı değilse, ikinci çözüm devreye girebilir.”

Sovyet Heyeti, 1947 ilkbaharında -yukarıdaki pasajdan da çıkarılabileceği gibi- ulusal gerginlikleri ortadan kaldıracak demokratik karakterde bir Yahudi-Arap devletinin oluşturulmasını öngören bir öneri sunuyordu.

Bu, bizim başka durumlarda da gözlemleyebildiğimiz gibi, Stalinist dış politikaya uygun bir öneriydi. Ancak bu öneri için çoğunluk sağlanamadı. Zaten toplantıya katılanlar bu öneriye karşıydılar.

Sovyet Heyeti her şeye rağmen bir çözüme varmak için, ekonomik birliğe bağlı iki devletin oluşum yolunu öneriyordu. Avrupa’daki Yahudilerin korkunç trajedisinden hareketle bunu vurguluyordu.

Sovyet önerisi, ilerideki süreçte olduğu gibi esasen bir şarta dayanıyordu: İngiliz kuvvetlerinin tamamen çekilmesi. 8 Şubat 1947 tarihli ‘İzvestiya’ gazetesinin konuyla ilgili yazısında, bu talep “Barışçıl bir çözüm için temel şart” olarak nitelendiriliyordu. SSCB, Siyonizm’i değil, aksine Avrupa’dan kaçan ve İngiliz işgaline karşı gelen Yahudileri destekliyordu. Bölüşüm Planı, nesnel durumdan doğan bir antlaşmaydı.

Araplar ve Yahudiler için doğru çözüm, ortak demokratik bir Filistin devletiydi, ama emperyalist entrikalar bunu engelliyordu. İngiliz sömürgecileri, çevredeki devletlerin Arap feodallerini -bunların orduları İngilizlerin denetimindeydi- sürekli tahrik ediyordu. Bu alanda yeni emperyalist güç olan ABD, bir kaç dolambaçlı hareketten sonra, Siyonist hareketi desteklemekte karar kıldı. Sonuçta Filistinliler ve Yahudiler arasında aşırı körüklenen ulusal farklılıklar egemen hale gelmişti.

Bunun için BM’deki, Arapların hiçbir şekilde meşru temsilcisi olmayan Arap feodallerinin, planın reddedilmesinin sebepleri hakkında yaptıkları açıklama doğru değildir.

Şimdi ise bunlar, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı üzerinde duruyor ve tahrik ediyorlardı. Yahudilere ne olacağı konusu üzerine hiçbir şey söylenmiyordu. Nazilerin Yahudileri imhası, Siyonist olmayan Yahudilerin yığınlar halinde Filistin’e gelmelerine yol açtı ki, bundan hiç bahsedilmemiştir. Bir yandan Siyonist yönetim Filistin’deki Arap halkın haklarını açıkça inkar etmekte; diğer yandan Arap Yüksek Konseyi ve Arap Birliği 1939’dan sonra Filistin’e göç eden Yahudilere, seçim hakkının verilmesine karşı çıkmaktaydılar.

Böylesi karışık bir durumda, her iki kesimden aynı düşünceye sahip çok az güç vardı.

Arap ve Yahudilerin ortak üye oldukları tek büyük örgüt Filistin Komünist Partisi’ydi. Bu parti içerisinde bile dalgalanmalar yaşandı. Bu, farklılıkların ne denli derin olduğunu gösteriyor. BM’nin 29 Kasım 1947 tarihli kararından sonra durum daha da karmaşıklaştırmıştır. (…)

Filistin’in sözüm ona yardımcılarının, (Arap Birliği’ni oluşturan ülkeler) Filistin’in her bir parçasını kendileri için sağlama almaktan başka hiçbir uğraşları yoktu. Ve ilk kez Siyonistler, kendilerinin büyük düşü olan “Büyük İsrail” için adımlar atlattılar. BM’nin İsrail için öngördüğü Filistin bölgesindeki yüzde 56,45’lik oran yerine İsrail, bölgenin yüzde 77,4’üne sahip oldu. Ben Gurion, Siyonistlerin bu bölge genişlemesinin hiçbir şey olduğunu, çünkü bu bölgelerin “ülkenin yalnızca bir kısmını oluşturduğunu” ifade ediyordu. Arap Birliği feodallerinin gerici-maceracı davranışları, Siyonistlere kendi planlarını gerçekleştirmenin ve büyük atılımlar yapmanın yolunu açmıştı. (…)

14 Mayıs 1948 tarihinde, İsrail devletinin ilan edildiği belgede, şu sözler yer almaktadır:

“İsrail devleti, 29 Kasım 1947’de genel toplantı kararını gerçekleştirmesi ve ekonomik birliğin uygulanmasına etkide bulunmak için, BM temsilcileriyle birlikte çalışmaya hazırdır.”

Siyonistler, 20 yıl içerisinde 40 milyar dolardan daha fazla miktarı bu ülkeye yatıran ABD emperyalistlerinin Ortadoğu’daki köprü başı, gerici bir dayanağı haline geldiler.1952 yılının sonlarında, İsrail’in bu rolü netleştiğinde, Sovyet Hükümeti İsrail’le olan diplomatik ilişkilerini kesti. Yapılan girişim başarısızlığa uğramıştı. Bu girişim, uzun zamandan beri gerilimlerin varolduğu bir bölgede, halkların eşitliğine ve barışa yönelen bir saldırıydı.

SSCB hiçbir zaman, Siyonistlerin “Büyük İsrail” kurma çabalarını desteklemedi, bölgeye silah sevkiyatı yapmadı. Sovyet Yahudilerinin göçünü kolaylaştırmadığı gibi, Doğu Avrupa halk demokrasisi ülkelerinde, içlerinde Siyonistlerin de olduğu düşman gurupların maskelerinin inmesi için yapılan mahkemeleri selamlamıştır. Çekoslovakya’daki Slansykys, Macaristan’da Rajk ve Romanya’da Pauker gruplarına karşı yapılan mahkemeler, Siyonistlerin “Büyük İsrail” planlarına karşı mücadelenin bir parçasıydı.

Sovyetler Birliği, Yahudi Sovyet vatandaşlarının ne dünyanın herhangi bir başka bölgesine, ne de Filistin’e göçlerini teşvik etmemiştir. Ve SSCB, 1940’lı yılların ikinci yarısında Ortadoğu sorunu yakıcıyken, bu bölgedeki herhangi bir partiye silah sevkiyatı yapmayan tek güçlü ülkeydi.

Bu gerçekler Sovyetler Birliği’nin İsrail sorununda kendi çıkarlarından hareket etmeyen bağımsız bakış açısı olduğunu kanıtlamaktadır.

ML partiler ve komünistler, dün olduğu gibi bugün de halkların barışçıl birliğinden, sömürgeci ve saldırganlara karşı mücadele anlayışından hareket etmektedirler.

Arnavutluk Emek Partisi Genel Sekreteri Enver Hoca’nın 1978 yılında komünistler adına söyledikleri, o yıllarda Ortadoğu’daki Stalinist dış politikanın bir devamı niteliğindedir:

“Amerikan emperyalizminin kanlı aleti, Arap halklarının ilerlemesinde büyük bir engel olan İsrail’e karşı mücadele, bu halkların ortak sorunudur. Bu gerçeğe rağmen Arap devletleri pratikte İsrail’e karşı mücadele ve ortak düşmana karşı yürütülecek bu mücadelenin karakteri üzerine aynı düşünceyi paylaşmamaktadırlar. Bu mücadele sık sık bazıları tarafından dar milliyetçi bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Böylesi bir davranışı kabul edemeyiz. Biz İsrail’in kendi alanı içerisinde kalması ve Arap devletlerine karşı şovenist, provokatif, iştahlı saldırgan hareketlerine son vermesinden yanayız. İsrail’in Araplara ait bölgelerden tamamen geri çekilmesini ve Filistinlilerin tüm ulusal haklarını kazanmalarını talep ediyoruz. Tabii ki hiçbir zaman, İsrail halkının imha edilmesinden yana değiliz.”

Komünistlerin enternasyonal tavrı bugün de böyledir.

 

Bu yazı, Yediveren Yayınları tarafından 2002 yılında basılan

“Stalin Üzerine Gerçekler” adlı kitaptan alınmıştır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“MÜHENDİSSEN, Mühendislerin Sendikası Girişimi” ilk toplantısını gerçekleştirdi

Ağır sömürü koşulları altında çalışmaya zorlanan mühendisler, sınıf mücadelesi içinde kendi örgütleriyle yer almak için …

Adana İHD’de Makbule Berktaş anısına toplantı yapıldı

İnsan Hakları Haftası dolayısıyla Adana İHD’de Makbule Ana (Berktaş) anısına bir toplantı yapıldı. 13 Aralık’ta …

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …