Yerel yönetimler üzerine – I

Yerel seçimler yaklaşırken, yerel yönetimler konusu da yeniden gündemleşti. Yerel yönetimlere nasıl bakmak gerektiği, yerel seçimde kimin destekleneceğinden daha önemsiz bir konu değil. Aksine birincisinde doğru bir bakışa sahip olunmadan, ikincisinde doğru adımlar atılamaz.

Ne var ki, neredeyse her seçim döneminde asıl olarak hangi adayların belirleneceği, hangi partinin veya ittifakın destekleneceği öne çıkıyor. Yerel yönetimlere bakışaçısı sorgulanmıyor, tartışılmıyor. Oysa yerel yönetimler konusu -diğer pek çok konu gibi- sınıfsal, ideolojik, siyasal farklılıkları içeren önemli bir konu. Fakat işin bu yönü genellikle es geçiliyor.

Sadece bu da değil.

Devrimci-demokrat adayların bugüne dek nasıl bir bakışaçısıyla yerel yönetimlere talip olduğu, seçildikleri zaman nasıl bir yönetim sergiledikleri, neleri başardıkları, neyi-ne kadar değiştirebildikleri, nelerde eksik kaldıkları ve tabii ki, yeniden seçildiklerinde ne yapacakları, geçmişten olumlu-olumsuz ne tür sonuçlar çıkardıkları üzerinde de yeterince durulmuyor.

Oysa küçümsenmeyecek bir yerel yönetim deneyimi sözkonusudur. ‘70’li yıllardan itibaren “halkçı-devrimci belediyecilik” anlayışıyla işbaşına gelmiş ve bunu hayata geçirmeye çalışmış yerel yöneticilere ve yerel yönetim pratiğine sahibiz. Kimi dönemlerde çalıştaylar, seminerler vb. ile bu deneyimler aktarılmış, yazıya dökülmüş. Fakat son yıllarda bu tür çabaların azaldığını görüyoruz.

Daha önemlisi, bu alan da akademisyenlere terk edilmiştir. Akademisyenlerin çalışmaları elbette küçümsenemez, yararlanılması gereken kaynaklardır. Fakat aslolan işin öznelerinin, yerel yönetimlere talip olanların veya bizzat yönetime gelenlerin deneyimlerini genelleştirmesi, teori düzeyine yükseltmesidir. Komünist ve devrimcilerin yerel yönetimlere bakışının ortaya konması, burjuva-liberallerden reformistlere dek uzanan kesimlerden farkının net çizgilerle ayrışmasıdır.

Yerel yönetimler hakkında dergimizde bugüne dek pek çok yazı yayınlandı. Özellikle yerel seçimler döneminde yerel yönetimlere nasıl yaklaşılması gerektiği, somut durumda seçim taktiğimiz, adayları hangi kriterler üzerinde destekleyeceğimiz vb. üzerine yazılar kaleme alındı.

Şimdi bazı temel noktaların altını bir kez daha çizme ihtiyacı duyuyoruz. Yerel yönetimler konusunda yanlış yaklaşımları, ham hayaller yayan yaklaşımları sergilemek, ML doğruları hatırlatmak istiyoruz. Dahası, yerel seçimleri, yerel yönetimler konusunda derinleşmenin zemini olarak değerlendirmek; sorunu ideolojik-siyasi boyutuyla, tarihsel evrimiyle ele almak, bu konudaki bilgileri tazelemek gerekiyor. Bunu yapmaya çalışıyoruz.

 

Yerel yönetimlerin,

kentlerin kısa tarihi

Yerel yönetimlerin tarihi, kentlerin tarihidir aynı zamanda. Çünkü belediyeler, kentlerin oluşumuyla ortaya çıkan bir yönetim şeklidir. Kavram olarak “belediye” ilk kez 1789 tarihli Fransız kurucu meclisinde kullanılmıştır. 1835’ten itibaren ise, İngiltere’de belediye tüzel kişiliği gelişmiştir.

Tabi ki burada kapitalizmin gelişimiyle birlikte bugünkü halini alan kentlerden sözediyoruz. Yoksa kentler, kapitalizm öncesine dayanan bir geçmişe sahip. Ve toplumsal dönüşümlerin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. İlk basit yerleşim birimlerinin, ilkel komünal topluma kadar uzandığını biliyoruz. Basit işbölümünden mesleklere ayrıştırılmış yeni toplumsal işbölümüne geçiş süreci, kentleri yaratırken; tüm baskı organlarıyla birlikte devletleri de ortaya çıkarıyor. Kent ve devlet, bu sürecin ürünü olarak doğuyor ve birbirlerini güçlendirerek gelişiyorlar.

İlk sınıflı toplum olan köleci toplum, kentlerin oluşumu bakımından da bir “milat” sayılır. Mısır, Mezopotamya ve İndüs vadisinde ortaya çıkan toplumsal değişiklikler “kentsel devrim” olarak niteleniyor. “Yeni kentler kapladıkları alan ve nüfus bakımından, eski yerleşim yerlerine oranla çok daha büyük ve kalabalıktır. Ayrıca bu kentler, -daha önemlisi- yeni bir toplumsal işbölümünü getirmekte, rahipleri, prensleri, profesyonel askerleri, birçok alanda uzmanlaşmış zanaatkarları ve memurları barındırmaktadır. Kent, bu işbölümünü yansıtır biçimde şekillenmekte, tapınak, saray, anıtsal mezar, atölye gibi yapılar ön plana çıkmaktadır. Kentler artık önceki kültürden çok farklı bir politik, ekonomik ve dinsel düzenin, yani “uygarlığın” merkezidir. İnsanlık, ‘kentsel devrim’ ile, ‘ilkellik’ten ‘uygarlığa’, yani ‘devletsiz toplum’dan ‘devletli toplum’a geçmiştir. Kenti karakterize eden çizgiler her şeyden önce politiktir.” (Demokrasi Arayışında Kent, Kürşat Bumin, Ayrıntı Y. sf. 22)

Sınıflı toplumların ortaya çıkışı, “demokrasi” kavramının da ortaya çıkarmıştır. ‘Kentler demokrasinin beşiğidir’ sözü, bu yönüyle yanlış değildir; fakat sınıflar mücadelesinde soyut bir demokrasi yoktur. Demokrasiden bahsedildiği zaman ‘hangi sınıf için’ diye sorulur. Çünkü bir sınıf için demokrasi, diğeri için diktatörlük anlamına gelmektedir. Onun için, ilkel komünal toplumda komün yaşantısını sürdüren kabilelerin, basit tarıma ve avlanmaya dayalı birbirine uzak yerleşim birimlerindeki yönetim ilişkilerini, “demokrasi” olarak değil, “ilkel komünizm” olarak nitelemek gerekir. Herkesin emeğine göre üretime katıldığı, herkesin ihtiyacı kadar pay aldığı bir sistemde, sınıflı toplumun bir ürünü olan “demokrasi”nin varolması zaten mümkün değildir. “Site kent” ya da “şehir devleti” döneminin yaşandığı köleci toplumda ise, “demokrasi” köle sahipleri içindir. Örneğin Atina’da ‘tüm yurttaşların’ bir meydana toplanarak kenti ilgilendiren kararlarla ilgili oy kullandıkları, “doğrudan demokrasi”yi yaşama geçirdikleri övülerek anlatılır. Fakat kölelerin, kadınların ve yoksulların o meydana alınmadığı, çünkü onların ‘yurttaş’ olarak kabul edilmediği gözlerden saklanır.

Kentlerin (ya da yerel yönetimlerin) özerk yönetimini “en iyi yönetim biçimi” olarak övenlerin üzerinden atladığı bir başka konu da, o dönemde kentlerin aynı zamanda devlet olmasıdır. Her kentin kendi sınırları, surları, kralı, ordusu, din adamı, ekonomisi, bayrağı vardır. Ve bu ‘site-devlet’lerde yerel yönetim/genel yönetim ayrışması sözkonusu değildir.

Bugünkü anlamda kentlerin ortaya çıkışı, feodal toplum dönemine denk düşer. Avrupa’da 10. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamışlardır. Feodal ortaçağ kentlerinin etrafında kurulan bu kentler, feodalizmin bağrında doğmakta olan burjuva sınıfının ürünüdür. Burada yaşayan halk, geçimini çevre bölgelerden sağlanan gelirle elde ediyordu, basit bir tüketici konumundaydı. Ticaret ise olanaklı değildi. “Gezgin tüccarlar, uzun yolculuklarında sığındıkları dinsel ve kale kentlerin etrafında yeni yerleşim yerleri kurmuşlar, ticaretin çektiği zanaatçılarla birlikte, buraları, kısa sürede zengin bir kente dönüştürmüşlerdi. Kentler, bu şekilde ticaretin ayak izlerinden doğmuşlardır.” (age, sf. 51)

Feodal krallıklar, topraklarına kattıkları küçük birimlerden vergi; savaş dönemlerinde ise asker almaktadır. Bunun dışında bu prenslikler, içişlerinde özgür bırakılmıştır. Burjuvazi, kendi iç pazarını oluşturmak, yeni kapitalist devletin sınırlarını belirlemek istediğinde yerel yönetimlere belli özerklikler tanımak zorunda kalmıştır. Yerel yönetimler, uluslaşma sürecinde önemli bir rol oynamıştır çünkü. Fakat kapitalizmin kentlerindeki özerklik, feodalizmin kentleriyle kıyaslanamayacak kadar kısıtlıdır. Zira devlet sınırlarını oluşturan burjuvazi, kentleri de daha fazla denetimine alma, doğrudan sömürme ihtiyacı duymuştur. Kentin demokrasisi ise, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi, egemenler için demokrasidir. Burjuvazi için devlet ne kadar demokratikse, emekçiler için o kadar diktatörlük anlamına gelmektedir.

Buna karşın hem “kent”i hem de “demokrasi”yi, sınıfsal kimliğinden soyutlayarak ifade etmek, yerel yönetimleri, “halkın yönetime katılması” olarak sunmak, en hafifinden burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektedir. Çünkü, “halkın yerel yönetime katılmasının, devlete bağlılığı ve güveni pekiştirdiği genellikle kabul edilmektedir.” (Yerel Yönetimler, Prof. Dr. Ruşen Keleş-Prof. Fehmi Yavuz, sf. 32, Turhan Kitabevi)

Kısacası, ortaçağın feodal üretim ilişkileri içinde kent, “özgürlük adaları” olarak ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kentin bu konumu tersine dönmeye başlar. Başlangıçta hammadde ve ulaşım olanaklarına yakın yerlerde kurulan manüfaktürler, (kapitalizmin ilk biçimleri) belli bir aşamadan sonra hem kendi etrafında kentleri oluşturmaya, hem de eski kentleri sanayi ile tanıştırarak dönüştürmeye başlar.

Kapitalizmin ilk geliştiği yer olan İngiltere, kapitalist kentlerin de ilk oluştuğu ülkedir. 19 yüzyılda kapitalist kentler, üretimin, zenginliğin, modernliğin olduğu kadar, sefaletin ve açlığın kol gezdiği yerlerdir. Engels “İngiltere’de emekçi sınıfının durumu” adlı yapıtında, İngiltere’nin Manchester kentini anlatmakta ve onun bu “ikili özelliği”ne dikkat çekmektedir. “İki kent” teriminin yayılmasında Engels’in bu yapıtında ortaya koyduğu tespitler büyük önem taşır. Ayrıca Engels, bunun tasarlanan bir durum değil, kapitalizmin doğal sonucu olduğunu vurgulamıştır. Keza 1848 devrimlerinin bastırılmasıyla birlikte kentlerin, merkezi iktidarın asli mekanları olduğu net bir biçimde görülür. 1848, burjuvazinin ilerici misyonunu yitirdiği, gerici sınıf ve kesimlerle işbirliği yaptığı bir dönemeçtir aynı zamanda.

Sonuç olarak; bir yönetim aygıtı olarak belediyeler, kapitalizmin ortaya çıkardığı bir olgudur. Kentlerin üretimin ve ticaretin merkezleri durumuna gelmesiyle, burjuvazinin artan işgücü ihtiyacına bağlı olarak, kırdan kente yığılma başlamış ve bu kitlenin asgari kentsel hizmetlerini karşılama ihtiyacı doğmuştur. Bir başka ifadeyle sermayenin yeniden üretimi için belediyeler, kapitalizmin “olmazsa olmaz” kurumları haline gelmişlerdir.

 

Belediye sosyalizmi-yerel iktidar

19.yüzyıl ortalarından itibaren kentler sanayinin yoğunlaştığı yerler olarak öne çıkar. Bu durum devrimciler açısından kentlerde çalışmayı, kentleri esas almayı gerektiren bir nesnellik yaratır. Üretici güçler kentlerde toplanmıştır çünkü. Kapitalizmin ortaya çıkardığı ve onu yıkacak olan önder güç, işçi sınıfı kentlerdedir. Sömürüye, yoksulluğa, işsizliğe karşı mücadele, asıl olarak kentlerde verilmektedir. Kentlerin oluşumuyla birlikte ortaya çıkan işçi ve emekçilerin yaşamsal sorunlarını çözmekle karşı karşıyadırlar.

“Belediye sosyalizmi” bu koşullarda doğar. 1870 yılında İngiltere’de ortaya çıkan, oradan tüm dünyaya yayılan bir akım olmuştur. Kapitalizmin ilk geliştiği yer olan İngiltere, kapitalist kentlere dair sorunların da ilk görüldüğü ve en vahşi haliyle yaşandığı ülkedir. “Belediye sosyalizmi” akımının orada doğmasının nedeni de budur.

Belediye sosyalizmi, yerel yönetimlerin çoğunluğa dayanarak yönetilmesi, hizmetlerin belediye tarafından gerçekleşmesi, hükümeti temsil görevinin belediyelere verilmesi gibi ilkelere dayanmaktadır. Fabian sosyalizminin temsilcileri olan Fransız Mourice Hauriou ile İngiliz Sidney Webb, bu ilkelerin oluşumunda etkili olan isimlerdir. Merkezi yönetimlerin yerele müdahalelerinin sınırlanması ve yerel yönetimlerin görev alanlarının genişletilmesi gibi hedefler koymuşlardır. Yerel yönetimlerin merkezden özerk çalışmasını istemişler, hükümetlerin müdahalesinin yerelin özgürlüğünü kısıtladığını söylemişlerdir. Ayrıca kentin sorunlarının çözümü için, halkın sendikalar ve kooperatiflerde örgütlenmesini savunurlar.

Halk arasında “Gaz ve Su Sosyalizmi” olarak adlandırılan bu yerel yönetim anlayışı, bir yandan halkın temel ihtiyaçlarını karşılamaya, bir yandan da kapitalizmi geliştirmeye hizmet eder. Örneğin gaz kullanımının yaygınlaştırılması ile halkın gündelik yaşamı kolaylaşırken, sokakların aydınlatılmasıyla güvenlik ve denetim artmıştır.

1900’lerin başında İngiliz Fabian Topluluğu, “belediye sosyalizmi” fikrini teori düzeyine yükseltmiş, tüm dünyaya yayılan siyasi bir akım haline getirmiştir. 20. Yüzyıl, yerel yönetimlerin “altın çağı”dır adeta. O dönem tüm dünyada gelişen Marksizme karşı, burjuvazi “belediye sosyalizmi”nin gelişmesine göz yummuştur. Çünkü Fabianlar, “özel mülkiyet”e karşı devletin kamusal hizmeti üstlenmesini, yerellerde ise bu hizmeti yerel yönetimlere bırakmasını savunmaktadır. Demokrasinin gelişmesini sağlamanın yolu olarak da yerellerin yetkilerinin gelişmesini, aşırı devletçi uygulamalara son verilmesini istemişlerdir. “Belediye sosyalizmi” ile yereldeki çalışma ve yaşam koşullarında iyileştirmeler sayesinde hem ekonomik hem sosyal fayda sağlanacağı pratikte de görülmüştür.

Engels, Fabiancıları üretim araçlarına ulusal değil, belediye düzeyinde el koymayı hedeflediği için eleştirir. Onları, “devrimden korkan küçük-burjuvalar” olarak tanımlar. Lenin ise Engels’in görüşlerini esas alarak “belediye sosyalizmi”ne dair daha ayrıntılı açıklamalar yapar.

“Batıdaki burjuva aydınları, İngiliz Fabianlarına benzer biçimde, belediye sosyalizmini tam da sosyal barış, sınıflararası uzlaşma düşü kurdukları ve kamuoyunun dikkatini iktisat ve tüm devlet düzeninin temel sorunlarından, yerel özyönetimlerin küçük sorunlarına çekmeye çalıştıkları için, özel bir “eğilim” derekesine yükseltmişlerdir. Birinci tür sorunlar alanında sınıf çelişkileri en keskin durumdadır, tam da bu alan, daha önce de söylendiği gibi, burjuvazinin sınıf olarak egemenliğinin temellerine dokunmaktadır. O nedenle, tam da bu alanda sosyalizmin kısmen gerçekleştirilmesi küçük-burjuva ütopyasının özellikle hiç şansı yoktur. Dikkatler yerel nitelikli küçük sorunlara -burjuvazinin sınıf olarak egemenliği sorununa değil-, bu egemenliğin temel araçları sorununa değil, bilakis burjuvazinin ‘halkın gereksinimleri için’ ayrılmasına izin verdiği üç-beş zavallı kırıntının harcanması sorununa çekilir.” (Lenin Seçme Eserler 3, sf: 253)

Devleti ele geçirmeyi değil de düzeltmeyi amaç edinen, merkezi iktidarı değil, yerelleri ele geçirmeyi hedefleyen bu reformist yaklaşım, sonraki yıllarda “sosyal devlet” anlayışının da temellerini oluşturur. Adı “belediye sosyalizmi”dir, ama merkezi iktidarı ele geçirmeden yerellerde “sosyalizm”in yaşama geçirilmesinin imkansızlığı sadece teorik olarak değil, pratik olarak da kanıtlanacaktır. Burjuvazi yerelde dahi çıkarlarına dokunan uygulamalara asla izin vermeyecek, sınıf egemenliğini her koşulda koruyacak ve hissettirecektir.

Batıdaki ‘belediye sosyalizmi’nin en yüzeysel bilgisi bile, sosyalist belde meclislerinin… idare-i maslahatın biraz dışına çıkma yönündeki her türlü girişimlerinin, sermayeye birazcık saldıran her girişimin, daima, burjuva devletin merkezi iktidarının mutlaka kesin bir vetosunu beraberinde getirdiğini bilmek için yeterlidir” diyor Lenin. (age)

Kendi deneyimlerimizden de bunu biliyor, somut olarak yaşıyoruz. Fatsa ve Dikili örneklerinde olduğu gibi askeri operasyonlarla yoketme, belediye başkanlarını, meclis üyelerini tutuklama, işkence ve ölüme kadar uzanan saldırılar hafızamızda duruyor. Kürt illerinde kazanılan belediyelere kayyum atama ise, günümüzün yakıcı sorunu olarak varlığını koruyor. Keza Kürt belediye başkanları, meclis üyeleri hala hapiste…

Hal böyleyken “belediye sosyalizmi”ni çağrıştıracak şekilde “yerel iktidar” kavramını sıkça duyuyoruz. HDP dahil Kürt partileri, “önce yerelde, sonra genelde iktidarlaşacağız” dediler. Bir çok reformist parti de, “yerel iktidardan genele” anlayışıyla hareket ediyor ve bunu dillendiriyorlar. Engels ve Lenin’in “belediye sosyalizmi”ni açıktan mahkum eden görüşlerinden sonra bu kavramı kimse kullanmıyor, fakat onunla aynı anlama gelecek “yerel iktidar” veya “yerelde devrim” gibi kavramlar üretiliyor ve piyasaya sürülüyor. (*)

Kitlelerin özgürlük istemleri, sınıflı toplumların ortaya çıkışı kadar köklüdür. Bu istemler, doğal olarak çözüm yöntemleri konusunda arayışları da beraberinde getirmiştir. Bunları iki grupta toplamak mümkündür. Biri, emekçi kitlelerin yıkıcı gücünü egemenlerin saltanatına yöneltir; diğeri, sistemin özüne dokunmaksızın çeşitli biçimlerde yaşam alanları yaratmaya çalışır. Birincisi devrimci bir nitelik taşıyıp, tarihi değiştiren hareketler yaratmışken, diğeri kitleleri boş hayaller peşinde sürüklemekten başka bir işe yaramamıştır.

Burjuva devlet, daha büyük kayıplarla karşılaşacağını farkettiğinde, başka bir yöntem kalmadığını anladığı noktalarda, hareketi geriletmek, komünist ve devrimci örgütlerin kitle desteğini eritmek amacıyla, bazı hakları vermek zorunda kalabilir. Ancak kendi ‘iktidarını’ ortadan kaldıracak hiçbir adımı atmaz, atılmasına da izin vermez. Çünkü, burjuva devletin sınırları, çizildiği andan itibaren burjuvazinin iç pazarı olarak şekillenmiştir. Bu sınırlar içinde, ekonomik ve siyasi olarak kendi iktidarı dışında bir iktidara izin vermeyecektir. Burjuvazinin, ülke sınırlarına yayılmış iktidarını yok sayarak ‘yerel iktidar odakları’ kurma fikrini savunmak, bu nedenlerden dolayı dayanaksızdır, gerçeklikten yoksunluktur.

Kaldı ki, ‘yerel iktidar’ların kurulacağının iddia edildiği belediyeler, yönetim olarak burjuvazinin genel bürokrasi mekanizmalarına, gevşetilemez bağlarla bağlanmıştır. Her ülkede farklılıklar arzetmekle birlikte birçok yasa ve kuralla belediyeler üzerinde siyasi-ekonomik baskı ve denetim kurulmuştur. Dolayısıyla “yerel”de bile komünist ve devrimcilerin (veya ezilen bir halkın) “iktidarı”na izin verilmez. Elbette Latin Amerika başta olmak üzere kimi yerlerde devrimci bir kitle hareketiyle ortaya çıkan ‘kurtarılmış bölgeler’ veya ulusal taleplerle yola çıkan hareketlerin, federasyon ya da özerklik elde etmeleri mümkündür. Ancak bunlar, ‘merkezi devlet’ten kitlelerin devrimci gücüyle koparılmış, elde edilmişlerdir. Reformist partilerin seçimlerle elde edilen ‘yerel iktidar’ anlayışından farklıdır. 

Sonuç olarak devrimci-halkçı belediye yönetimlerini “yerel iktidar” olarak tanımlamak veya örtük biçimde “belediye sosyalizmi”ni savunmak, kitleleri aldatmaktır. Tarihsel olarak da kanıtlandığı gibi “belediye sosyalizmi” adıyla yapılanlar, kapitalizmin vahşi uygulamalarını törpülemekten, halkın yönetime katılımını arttırmaktan, yerel düzeyde bazı iyileştirmelerden öteye gitmemiştir. Lenin’in de belirttiği gibi “devletin yapısına dokunan her şey, ‘belediye sosyalizmi’nin çerçevesi dışına çıkar.”

“Belediyeleştirme, -Menşeviklerin kökten yanlış anlayışının tersine- sınıf mücadelesini genişletip şiddetlendirmez, bilakis tam tersine köreltir. O bunu merkezi iktidarda tam demokrasi olmadan yerel demokrasiye izin vererek de yapmaktadır. O bunu “belediye sosyalizmi” düşüncesiyle de yapmaktadır, çünkü bu burjuva toplumda ancak sınıf mücadelesinin büyük yolu dışında, sadece, burjuvazinin kendisinin sınıf olarak egemenliğini koruma olanağını kaybetmeksizin alttan alabileceği, uzlaşabileceği küçük, yerel, önemsiz sorunlarda mümkündür.” (Lenin, age sf: 256)

“Belediye sosyalizmi”, Ekim Devrimi’nden itibaren tüm dünyada gelişen Marksizm-Leninizm’e karşı, reformizmin en önemli akımlarından biri haline gelmiştir; ardından “barışçıl devrim” teorisiyle yerellerden çıkarak parlamentoda çoğunluğun kazanılmasıyla merkezi iktidara sahip olunacağı gibi bir hayale evrilmiştir.

Sosyalizmin tüm dünyada yayılmaya başladığı, dünyanın üçte birinin “sosyalist blok”a dahil olduğu ikinci emperyalist savaş sonrasında ise, egemen sınıfların sosyalizm tehdidine karşı “belediye sosyalizmi”ni veya ondan kaynağını alan “sosyal devlet” anlayışını teşvik etmesi anlaşılır bir durumdur. Halkın yükselen mücadelesinin devrimlere yol açmadan reformist biçimlerle düzen-içine hapsolması, elbette çıkarlarına uygun düşer. Özellikle Avrupa ve ABD’de “belediye sosyalizmi”nin yayılması bununla bağlantılıdır.

Fakat “sosyalist blok”un yıkıldığı ‘90’lardan itibaren her alanda olduğu gibi, yerel yönetimlerde de kazanılan haklar budanmış, merkezi otoritenin yereller üzerindeki denetimi artmıştır. “Neo liberal belediyecilik” ile kamuya ait kurumların özelleştirilmesi hız kazanmış, belediyeler rant ekonomisinin temel birimleri haline gelmiştir.

 

Devrim hedefini yitirmeden…

Bütün bu söylediklerimizden elbette ki, reformlar için mücadele edilmemeli, yerel yönetimler için aday gösterilmemeli gibi bir sonuç çıkmaz. Aksine reformlar mücadelesi, kitlelerin devrimci savaşım için eğitildikleri bir okuldur. Bir taraftan kitlelere kendi gücünün büyüklüğünü gösterir; bir taraftan da mücadelenin önünü açar, yeni olanaklar sunar. Bununla birlikte, kazanılan reformların bu sistem içinde kalıcı ve gerçek çözüm olmadığını gösterir, kitleleri bu pratik içinde eğitir. Bu yönüyle kitlelerin devrimci savaşımın kaçınılmazlığını görmesini ve bu savaşımı yürütme yöntemlerini kavramasını kolaylaştırır. Onun içindir ki, reformlar mücadelesi, Marksist-Leninistlerin önemsediği, vazgeçilmez bulduğu bir mücadeledir. Ancak bunun hangi hedefle, nasıl yürütüleceği önemlidir.

Yerel seçimlere “bağımsız aday”larla katılmak veya devrimci-demokrat adayları desteklemek, genel olarak savunduğumuz bir politikadır. Ki daha önceki yıllarda muhtarlıktan belediye başkanlığına kadar gösterdiğimiz veya desteklediğimiz adaylar olmuştur. Fakat aday gösterdiğimiz bölgeler, faaliyetlerimizin gelişkin olduğu ve seçimlerde hatırı sayılır bir oyun alınacağı düşünülen yerler olmuştur. Nitekim alınan sonuçlar bunu göstermiştir. Diğer yandan seçimlere katılmaktaki asıl amaç, bu çalışma içinde yeni güçlere ulaşmak, varolanları daha işlevli ve kalıcı hale getirmek ve bölge genelinde güç ve etkinliği arttırmaktır. Kaybedilen yerlerde bile bu amaca hizmet etmiştir. Böylece yerel seçimlere katılmak gibi reformist ve yasal bir araç, devrimci tarzda kullanılabilmiştir.

Devrimci-demokrat adayların desteklenmesi, bu doğrultuda kurulan ittifaklara katılmak ise, döneme koşullara göre ele alınmalıdır. Dönem ve koşullar kadar, adayın kimliği, duruşu, aday çıkaran kurumun seçim programı, vaatleri gibi pek çok etken devreye girer.

Her devrimci faaliyette olduğu gibi, araç-amaç ilişkisi doğru kurulmalıdır. Yasal olanaklar, devrimci faaliyet yürütme zeminini güçlendirir. Bu durum daha geniş kitlelere ulaşmayı, daha fazla kişiyle yüzyüze/doğrudan teması beraberinde getirir. Keza kitlelerin politizasyonun arttığı seçim dönemlerini, devrimcilerin kendi lehlerine değerlendirmeleri gerektiği son derece açıktır. Fakat bu elverişli ortamı değerlendirmenin tek yolu aday göstermek olamaz.

Diğer yandan seçimler gibi politik zeminler, güçler dengesini ortaya koymasıyla da önemli bir mihenk taşıdır. Komik düzeylerde oy almak, kitlelerin gözünde komünist ve devrimcileri olduğundan güçsüz göstermekte ve güvensizliği arttırmaktadır. Hatta kadrolarda bile moral bozucu bir etkisi vardır.

Ama daha tehlikeli olanı, her koşulda kitleleri sandığa gitmeye, oy kullanmaya sevketmesi; sisteme inançsızlaşmaya başlayan, sistemin kurumlarına güvensizleşen kitlelerin yüzünü, yeniden sandığa döndürmesidir. Her koşulda boykot taktiği ne kadar yanlışsa, her koşulda sandığa çağırmak da o kadar yanlıştır. Seçim taktikleri, -her taktikte olduğu gibi- somut koşulların somut tahlili üzerinden belirlenir. Komünistler açısından taktikler değişse de, değişmemesi gereken ilkeler, stratejik yaklaşımlar vardır.

Sonuçta seçim taktiğimiz ne olursa olsun, devrimci tarzda mücadele edilmeden en küçük bir hakkın kazanılmayacağını, sokakta kazanmadan sandıkta kazanılmayacağını söylemeye devam edeceğiz. “Belediye sosyalizmi”, “yerel iktidar”, “barışçıl devrim” gibi hayallere asla prim vermeyeceğiz. Devrim olmaksızın sömürü ve zulmün bitmeyeceğini, elde edilen kazanım ve mevzilerin sınırlı olacağını kitlelere açıkça söyleyeceğiz. Bu kazanım ve mevzilerin asıl olarak işçi ve emekçilerin örgütlenme ve bilinç düzeyini yükseltmek için kullanılmasını ve asla direnişsiz terkedilmemesini savunacak ve yaşama geçireceğiz. Dün olduğu gibi bugün de sözümüzle eylemimiz, teorimizle pratiğimiz bir olacak…

Dünyada ve ülkemizde yerel yönetim deneyimleri bize yol gösteriyor. Bu deneyimleri irdelemek ve geliştirmek gibi bir görevimiz var. Yerel yönetimlerin sınırlarını bilmek kadar, o sınırları devrimci tarzda değerlendirmek ve aşmaya çalışmak gerekir. Yeter ki, hayalciliğe kapılmayalım, gerçekleri kitlelerden saklamayalım, doğruluğu kanıtlanmış ilkelerden, devrimci duruşumuzdan taviz vermeyelim…

Devam edecek…

 

 

* Esasında “iktidar” kavramı sadece yerelde değil, genelde de yanlış kullanılıyor; sınıfsal özü gözden kaçırılıyor. Hükümetle iktidar ya da hükümetle devlet aynı şeylermiş gibi ifade ediliyor. Devrimci hareketlere kadar sirayet eden çarpık bir görüş bu. Örneğin “AKP iktidarı” deniyor. İktidarın egemen sınıfların -işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahipleri- elinde olduğu, düzen partilerinin sadece “yürütme aygıtı” görevini üstlendiği ve geçici olduğu gözardı ediliyor. Aynı şekilde her hükümet değişikliği “iktidar değişikliği” olarak addedilince, seçimle “iktidar” değişebilirmiş gibi bir yanılsama yaratılıyor. Oysa “devrim” dışında “iktidar değişikliği” mümkün değildir.

 

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …