Şeriat çağrılarına karşı nasıl mücadele edeceğiz?

AKP’nin yeni döneminde şeriat “düğmesine” basıldığı görülüyor. Dört bir yandan şeriat sloganları yükseliyor, eylemler yapılıyor, şeriat bayrakları savruluyor.

Galata Köprüsü’ne onbinlerce insan yığarak başlattılar yeni dönemi. Gün özellikle seçilmişti; 1 Ocak sabahı, yılbaşını kutlayanlara karşı yükseliyordu şeriat haykırışları. Bahane Filistin’di, ama asıl hedef Türkiye’deki sisteme yeni bir müdahaleydi. Erdoğan’ın çocukları ve damatları tam kadro oradaydılar. Bu mitingden sonra, elindeki şeriat bayrağını sallamaya devam ederek kitlenin içine karışan kişiye yumruk attığı için bir genç tutuklandı. Ama o şeriat bayrağının anayasal bir suç olduğu konusunda hiçbir müdahale olmadı.

Ardından 7 Ocak’ta İHH adlı, yolsuzlukları ile ünlü bir derneğin Ümraniye’de yaptığı yürüyüşte yine hilafet bayrakları ve şeriat sloganları vardı. 9 Ocak’ta Ankara’da Yargıtay tarafından “terör örgütü” olarak tanımlanan Hizb-ut Tahrir’in yayın organı “Köklü Değişim”, Cuma namazı çıkışı hilafet ve şeriat çağrısı yaptı.

16 Ocak’ta Anadolu Adliyesi’nin içinde, “Cumhuriyet savcıları”nın gözü önünde yükseldi şeriat sloganları. Üstelik de “Atatürk’e hakaret”ten yargılanan birinin davasını izlemeye gelenler tarafından. Gerçek bir meydan okumaydı bu gösteri. Artık “Atatürk’e hakaret” davalarının, doğrudan şeriatçılar tarafından sahiplenileceğinin ilanıydı…

23 Ocak’ta bu defa İstanbul-İstiklal Caddesi’nde çıktılar ortaya.

Urfa’da, Antep’te, Adıyaman’da daha önce bu tür gösteriler yapıldığını görmüştük. Ancak yılbaşından bu yana peş peşe İstanbul’un merkezi yerlerinde kitlesel gösterilerle karşılaşıyoruz. Erdoğan’ın da sahip çıkmasıyla, şeriatçılar artık daha pervasız, daha küstah ve daha iddialı hale geldi.

 

Laikler neden güçlenemiyor?

Şeriat söylemleri elbette laik kesimlerde ürküntü ve tedirginlik yaratıyor. Ancak toplumsal, ekonomik ve sınıfsal bazı nedenlerle, laik kesimlerin tepkileri zayıf ve yetersiz kalıyor.

En başta, dinci-şeriatçı kesimler, söylemler ve motifler, onyıllar içinde toplumun dokularına kadar işlendi, meşrulaştırıldı, kanıksatıldı. Bugün yaşamın her alanında dinci-gericilerin, şeriatçıların laiklerle birlikte yaşamasının “normalleştirildiğini” görüyoruz. “Toplum mühendisleri” eliyle dinci-gericiler “hayatın bir parçası” olarak kodlandılar.

Daha 2002 yılından itibaren AKP’yi “değişimin temsilcisi” olarak tanımlayan liberal aydınlardan Kürt hareketine kadar çok geniş bir kesim, onun dinci-gerici yanını görmezden geldi, “askeri vesayet”e karşı “güvenli sığınak” olarak lanse etti. Bu dönemde Orhan Pamuk başta olmak üzere dincilerin yaşantısını öven-özendiren yazılar, romanlar yazılmaya başlandı. Dinci kesimlerle ilişki normalleştirildi, “onları da anlamak lazım”, “onlar da mağdur” söylemleri yaygınlaştı. Türbanlı kızlarla arkadaşlık, “modern” görüşlü olmanın kriteri haline getirildi. Laik görünümlü, orta sınıf, eğitimli kadınların ağzında bile “Allah’a emanet”, “Allah yardımcın olsun”, “inşallah-maşallah” sözleri düşmez oldu.

Yine 2000’lerin ilk yıllarına yayılan Irak savaşı sırasında, devrimciler, solcular, liberaller ve dinciler, aynı platformlarda (mesela Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu) birlikte ABD emperyalizmine karşı mücadele ettiler. Savaş koşullarında kolektif mücadelenin örgütlenmesi bakımından gerekli olan bu tutum, sonrasında genelleştirildi. “Solcu” söylemleri de kullanan dinci örgütler, “ittifak güçleri”ne dahil edildi.

Gezi Direnişi, bu gidişatta önemli bir sıçrama daha yarattı. “AKP’li dinciler” ile “gerçek Müslümanlar” ayrımı yaratıldı. Direniş boyunca, dinci-gerici kesimlerle birlikte olmakla, birlikte mücadele etmekle övünüldü. Onların Taksim Meydanı’nda kıldıkları namaz takdir edildi; “yeryüzü sofraları”nda birlikte “iftar açmak”, çok güzel bir tablo olarak sergilendi…

Sadece toplumun geri bilinçli kesimleri değil, devrimci-demokrat örgütlerin önemli bir kısmı da, dinciler arasında ayrım olduğunu varsaymaya; AKP ile çelişki yaşayan tarikatların “sola yakın” olduğunu zannetmeye başladılar.

Aynı süreçte Kürt hareketinin mücadele dinamiklerinin zayıflaması, Kürt kentlerindeki gerici örgütlenmelerin, tarikatların yeniden güç kazanmasını beraberinde getirdi. Kürt siyaseti de seçim hesapları başta olmak üzere çeşitli nedenlerle bu gerici kesimlerle uzlaştı. Kürt partilerle birlikte hareket eden Türkiyeli devrimci-reformist yapılar bu dönemde, “kitlemizin gerçeği bu” söylemiyle, esasında kitleleri aşan biçimde dini ritüellerle ilgilenmeye başladılar.

Televizyon (ya da dijital platform) dizileri her aşamada bu süreci pekiştiren bir rol oynadı. Önce yandaş kanallardaki dizilerde “türbanlı” yan roller çıktı ortaya. Ardından başrollerin dinci-tarikatçı olduğu diziler geldi. “Bir Başkadır” ile başlayan, “Kızılcık Şerbeti”, “Ömer” ve son olarak “Kızıl Goncalar” ile devam eden bir furya başladı. Bu dizilerin hepsinde, hangi kesimin yaşantısının, kişiliğinin, tercihlerinin daha iyi, daha doğru olduğu belirsizleştirildi. Her iki kesimde de “iyiler ve kötüler” vardı. Dinciler de laikler de hatalar yapıyor, zarar görüyor, zarar veriyordu. Çoğunda laik kesimler, orta ve üstü sınıfsal konumda, lüks villalarda kalıp zengin bir hayat sürerken; dinci-tarikatçı kesimler yoksul ve mütevazi yaşıyor, genellikle küçük ve bahçeli evlerde kalıyorlardı! Laikler eğitimli, güçlü insanlarken; dinciler eğitimsiz ama “sağduyu”lu, doğruyu-yanlışı ayırabilen, hatta bunu laik-eğitimli karakterlerden daha iyi başarabilen kişilerdi! Yaşam tarzlarında bile, zengin-laik kesimlerde “yozlaşmış” unsurlar fazlayken, yoksul-dinci kesimlerin yaşantısı daha düzgün, daha dengeliydi!..

Bu dizilerin takipçilerinin genel yorumu, “dincileri eleştiriyor” şeklindedir. Oysa dincilere arada bir bazı eleştiriler yöneltse de, laikleri de eleştirerek bunu dengeliyorlar. Özellikle “Kızıl Goncalar”ın bir “tarikat eleştirisi” olduğu yanılsaması yaratılıyor. Diziye verilen cezalara karşı laiklerin cansiperane karşı çıkışı, bu yanılsamayı pekiştiriyor. Oysa o dizide ayrım “laikler-tarikatçılar” üzerinden değil, “iyiler-kötüler” üzerinden yapılıyor; tarikatın içinde de kötüler kadar iyilerin de olduğu anlatılıyor.

Hepsinin ortak özelliği ise, en keskin laiklerle en dinci kesimlerin “birlikte” yaşayabileceğini kanıtlama çabası. “Onlar da iyi insan”, “yolda görsen bir sürü laf edersin ama tanışınca iyi olduğunu anlıyorsun” gibi diyaloglar, tarikatçıları laik kesimlerin kabullenmesi amacını güdüyor. Zaten gerçekten sözkonusu dizi “tarikat eleştirisi” yapıyor olsa, tarikattaki “iyi” insanların, tarikatların gerici yönünü anlayıp laikliğe yönelmesi, değişip dönüşmesi gerekir. Ama senaryo böyle ilerlemiyorsa, “tarikat eleştirisi” değil, “tarikat meşrulaştırması” yapılıyordur. Tıpkı 12 Eylül yıllarında faşistlerle devrimcileri aynı koğuşlara koydukları gibi, adına “karıştır-barıştır” dedikleri politikayı, farklı biçimde yeniden uygulamaya sokuyorlar.

20 yıla dayanan bu süreç, kitlelerin bilincinde dincilerle olan barikatları, mesafeleri ortadan kaldırdı, dinci-gericilerle, tarikatlarla uzlaşma koşullarını güçlendirdi. IŞİD vahşetinin yeniden hatırlattığı dinci-gerici yaşamın korkunç yönleri konusunda, kitleler savunmasız bırakıldı.

Oysa tarikatçılar, laiklerin, aydınların, emekçilerin karşısında birer “birey” değildir; herbirinin bağlı olduğu tarikatı, şeyhi, aidiyetleri, dini zorunlulukları vardır. Yaşamlarını, laiklerle ilişkilerini, kendi kişisel duygularıyla değil, bu zorunluluklar üzerinden kurarlar. En temel zorunlulukları ise, İslam’ın “tebliğci” yönüdür. Her dinci, laik bir insanı etkilemek, dine kazandırmak, dinin en azından bir unsurunu o insana benimsetmek zorundadır. Laik bir insan bir dinciyi “arkadaş” olarak kabul edebilir; ancak bir dinci için o sadece, “dine kazanılması gereken bir unsur”dur. Laiklerin nezdinde dincilerin bu kadar meşrulaşmasının tek sonucu, daha fazla insanın dinden-tarikatlardan etkilenmesi olmuştur.

İkincisi, siyaset dinci-gerici ortaklıklar üzerine kuruldu. AKP’li yıllar boyunca siyaset, dinci-gerici ortaklıklara dayandırıldı. CHP gibi partilerin görevi de, bu dinci-gerici siyaseti güçlendirmek olarak tanımlandı. ABD emperyalizminin ve Türkiye’deki egemen sınıfların ihtiyacı; hem bölgedeki savaşın bir parçası olacak, hem de kitleleri kontrol altında tutacak dinci-gerici bir yönetimdi. Tüm burjuva partiler bu ihtiyaca göre şekillendiler.

Daha 2002 yılında Erdoğan yasaklı olduğu için seçimlere girememiş, AKP seçimi kazanmış ama Erdoğan siyaset dışı kalmıştı. 2003’ün ilk aylarında, Erdoğan için özel bir seçim planlayarak ona meclisin, başbakanlığın ve 20 yılı aşan yönetme sürecinin kapısını açan, CHP’nin o dönemki genel başkanı Deniz Baykal’dı. Ve Baykal, her kritik aşamada, eğer kitlelerin büyük tepkisi ve eylemi yükselmiyorsa, AKP’nin politikalarının hayata geçmesine ortak oldu.

CHP’nin başına gelirken AKP eleştirileriyle takdir ve onay alan Kılıçdaroğlu’nun tutumu da farklı değildi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yönetme süreci, “AKP karşıtlığı” bahanesinin arkasına saklanarak en gerici ittifakları kurmak biçiminde şekillenmişti. Toplumun laik, din karşıtı kesimlerini, “kötü” AKP’ye karşı, “kötünün iyisi” faşist, gerici partilerle ittifakın zorunluluğuna ikna etti. “Dinci oyları almak için” Ekmelletin İhsanoğlu gibi gerici-faşist biri cumhurbaşkanı adayı yapıldı. “Seçilecek aday” diye bir kavram uyduruldu ve gerici-faşist saflardan devşirilen adaylara belediye başkanlıkları verildi. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi gericiler, laik seçmenin “umudu” oldu. Laikler nasılsa “tıpış tıpış” oy vereceklerdi; “dincileri de kazanmak” bahanesiyle gerici ittifaklar kuruldu. İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan ve kız çocuklarını erken yaşta evlendirmeyi savunan Saadet Partisi, CHP’nin en önemli müttefiki haline geldi. Faşist Akşener masadan kalkmasın diye, her tür taviz verildi. CHP seçmeni nezdinde, tüm bu gerici-faşist partiler, “AKP’den kurtulmak için tek umut” olarak lanse edildi, benimsetildi.

Hele ki son yapılan Mayıs 2023 seçimlerinde, CHP listeleri eski AKP devşirmeleriyle dolduruldu; AKP’nin bütün suçlarının ortakları olan Davutoğlu ve Babacan seçim ittifakına alındı. TC tarihinin en gerici meclisi, CHP’nin çabalarıyla oluşturuldu.

Egemen sınıflar kitleleri daha fazla sömürmek için dinci-gerici ittifakın çok faydalı olduğunu biliyorlar; CHP gibi burjuva partileri de bu ittifakın mimarı haline getirdiler.

Tek mücadele yönteminin seçimler olduğunu zanneden ve zaman içinde giderek daha reformist-parlamentarist hale gelen “solcu” partiler de, bu tablonun bir parçası oldular; hiçbir aşamada bu durumu teşhir ederek seçimleri protesto eden bir tutum geliştirmediler. Dincilerle ittifak, “sol”un ayakta kalmasının tek koşulu haline getirilince, reformizm de buna ayak uydurdu.

Üçüncüsü, siyaset yapma dili dincileşti. Muhaliflerin ve aydınların önemli bir bölümü, AKP’yi eleştirmek, AKP’nin politikalarını teşhir etmek için AKP’nin dilini ve argümanlarını kullanmaya başladı. AKP ile mücadele, AKP’nin mevzilerinden yapılır oldu. AKP’nin gericiliğini eleştirirken, Müslümanlık ile AKP arasında bir sınır çekilmeye çalışıldı. “Din düşmanı” görünmemek için, AKP’yi eleştirirken din savunusu artırıldı. En çok kullanılan cümle “gerçek İslam bu değil” oldu.

“Düşmanı” eleştirmek için onu iyi tanımak gerekir elbette; bu doğrudur. Ancak tanımaya çalışırken düşmanına benzemek tehlikesi de vardır. Dinci-gericilik eleştirisi laiklik mevzilerinden değil de, yine dinci gericilik mevzilerinden yapıldığında, eleştirenle eleştirilen arasındaki fark da azalır. Bütün dinci-gerici-şeriatçı yapılar, diğer dinci-gerici-şeriatçı yapıları eleştirirken “Gerçek İslam bu değil” diyorlar; aynı konvoya katılarak, AKP için de “gerçek İslam bu değil” söylemlerinin ve tartışmasının bir parçası olmak, en büyük yanlışlıktır. Tartışmayı buradan yürütmenin bir anlamı yoktur. Dinci-muhafazakar kitlenin tepkisini almamak adına dini söylemlerle siyaset yapmak, kendisini laik-ilerici safta konumlandıranları da, objektif olarak dini saflara itmektedir. Ve bu durum da “kopyalar aslını güçlendirir” kuralı gereğince, AKP’yi güçlendirmektedir.

Özgür Özel’in, şeriatı savunan Erdoğan’a, “şeriat olsaydı senin ellerin de kesilirdi, dilin de” diye yorum yapması, özünde bir şeriat güzellemesidir. Ama dini söylemler öylesine yaşamın bir parçasına dönüşmüştür ki, Özgür Özel’in bu gafını övenler bile çıkabilmiştir.

Tüm bu tablo, laik olduğunu iddia eden siyasal kesimlerin de dinci-gerici ideolojinin etkisi altında olduğunu gösteriyor. Bu nedenle söylemleri ne kadar sert olursa olsun, laikler dinci-gericiliğe karşı doğru biçimde mücadele edemezler ve şeriat saldırısının yükselişini durduramazlar.

 

Dine karşı mücadele sınıfsaldır

Fransız Devrimi’nden bu yana, egemen sınıflar laiklik konusunda büyük bir pişmanlık içindedir. Çünkü “din kitlelerin afyonudur” ve kitleleri daha rahat yönetebilmek için dini kullanmaya, devletin tüm araçlarıyla din sömürüsünü sürdürmeye mecburdurlar. Zaten Fransız Devrimi’nin sonuçlarından biri olan laiklik, burjuvazinin değil, işçi ve emekçilerin mücadelesi sonucunda kabul edilmiştir.

Elbette laiklik, burjuva demokratik devrimlerin bir ürünü ve toplumları ileri götüren bir kazanımdır. Fakat ülkemizde kitlelerin mücadelesinin bir sonucu olmadığı gibi, büyük ölçüde tepeden inme ve baskıcı yöntemlerle halka benimsetilmeye çalışılmıştır. Dinci gericiliğin sosyal dayanaklarına dokunulmamış, egemen ittifakın içine sokulmuşlardır. Kemalist-ulusalcıların laiklik anlayışı böylesine güdük ve yanlıştır.

Komünistler, dini insanın en büyük aldanışı ve yabancı bir gücün insan üzerindeki egemenliği olarak görür. Onun toplum ve bireyin vicdanından süpürüp atılmasını savunur, bunun için mücadele ederler. Bu mücadeleyi yürütürlerken, insanın bu aldanışına yol açan maddi koşullar değişmeden değişmeyeceğinin bilinciyle yaklaşırlar. Lenin, din konusunda komünistlerle burjuva demokratlar arasındaki farkı şöyle ortaya koyuyor:

“Din sorununu, burjuvazinin radikal demokratlarında sık sık rastlandığı gibi, soyut, idealistçe, ‘rasyonallik uğruna’ sınıf mücadelesinin dışında koymaya kapılmamalıyız. İşçi kitlelerinin sınırsızca ezilmesi ve hayvanlaştırılması üzerine kurulu bir toplumda, dinsel önyargıların salt propagandist yollardan yok edilebileceğine inanmak saçma olurdu. Dinin insanlık üzerindeki baskısının sadece toplum içindeki iktisadi baskının bir ürünü ve yansıması olduğunu unutmak, burjuva darkafalılıktır. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlatılmazsa, hiçbir broşürle, hiçbir propagandayla aydınlatılamaz.” (Din Üzerine, İnter Yayınları sf:11)

Ve yine Lenin’in dediği gibi bir komünist “ne bir anarşistin soyut, gerçekte boş ‘devrimciliği’ne, ne de dine karşı mücadeleden korkan, bu görevini unutan, tanrı inancıyla uzlaşan ve kendisine sınıf mücadelesinin çıkarlarını değil, ‘yaşa ve yaşat’ gibi sivri akıllı bir kurala göre kimseyi kırmamak, kimseyi dışlamamak, kimseyi ürkütmemek biçimindeki dargörüşlü, küçük hesabı rehber edinen küçük-burjuvanın ya da liberal aydının oportünizmine düşmelidir.” (age sf: 20)

Yaşamın da bizzat kanıtladığı gibi dinci gericiliğe ve şeriat çağrılarına karşı en tutarlı mücadeleyi komünistler verir. Çünkü onlar her olaya bilimsel ve işçi sınıfının çıkarlarından bakarlar. Elbette dinci gericiliğe karşı mücadele, güncel bir görevdir. Fakat bu, sınıf mücadelesinin temel doğrultusunda, onun bir parçası olarak yürütülmelidir. Bize düşen, işçi ve emekçileri inanç farkı gözetmeksizin sınıf mücadelesine çekmektir.

Bugün de AKP cenahından yükselen şeriat çığlıklarına karşı mücadelenin tek yolu, sınıf mücadelesini yükseltmektir. Sınıf mücadelesi, kendi doğası gereği dini argümanları zayıflatır, kitlelerin bilincini zaman içinde dönüştürür. Mücadelenin yüksekliğine bağlı olarak, dini söylem ve eylemleri zayıflar; dine olan ihtiyacı da, tarikatlara bağlılık da azalır.

12 Eylül’le başlayan ve Özal hükümetiyle devam eden dinci-gerici yönetim, işçi sınıfının “bahar eylemleri”yle sonlanmıştı. AKP dönemini ve artan şeriat çığırtkanlığını da bitirecek olan, yine işçi sınıfının önderliğinde gelişecek kitlesel mücadeledir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …