Cenevre görüşmeleri: Masa değil, savaş belirleyicidir

kobane-pyd-bayrak

Suriye’deki savaş önemli bir eşiğe ulaştı. Rusya’nın savaşa katılmasının ardından güçler dengesi yeniden kurulurken, Cenevre-3 görüşmeleri başladı.

Suriye’deki savaşa bir yön çizmek hedefiyle gerçekleştirilen Cenevre görüşmelerinin ilki 2012 yılında gerçekleştirilmişti. Ardından 2014’ün Ocak ayında Cenevre-2 görüşmeleri yapıldı. Her iki görüşmeye de Suriye’nin meşru hükümeti katılmış, ancak PYD ya da Suriye’deki Amerikancı muhalefet örgütlerinin hiçbiri yer almamıştı. Bu iki görüşme de bir sonuç alamadan dağıldı.

Cenevre-3 görüşmeleri 29 Ocak’tan itibaren başladı. Öncesinde epeyce tartışmalar yaşandı, kimlerin nasıl katılacağını netleştirmek oldukça zor oldu. Sonuçta bir ara çözüm bulundu. PYD’nin ve S. Arabistan tarafından oluşturulan radikal İslamcı muhalefet cephesinin temsilcileri de Cenevre’ye çağrıldı. Toplantılar ise dolaylı yürütüldü.

“Barış” anlaşmaları masada hazırlanmaz. Savaşın seyri ne durumdaysa, savaşta kim kazandıysa, masada onun yansıması görülür. Bu gerçeği iyi bilen taraflar, Cenevre’de masaya oturmadan önce, Suriye’de kendi çıkarlarını gerçekleştirmek, masaya en avantajlı koşullarda oturmak için sayısız hamle yaptılar.

 

Rusya’nın tartışmasız ağırlığı

30 Eylül 2015 tarihi, Suriye savaşının rotasının değiştiği tarihti. Rusya’nın Suriye topraklarında başladığı bombardıman, savaştaki dengeleri altüst etmiş, ABD’nin planlarını değiştirmesine, birçok noktada geri adım atmasına neden olmuştu.

Rusya, yaklaşık 4 aydır sistemli bombardımanla IŞİD’in ve Nusra’nın elindeki önemli mevzileri aldı, Suriye ordusunun savaşına yön verdi, ABD’yi de IŞİD’e karşı savaşmak zorunda bıraktı. Bu askeri başarıların bir sonucu olarak Rusya, Cenevre’ye hazırlık amacıyla Kasım 2015’te yapılan Viyana görüşmelerinde, oldukça önemli iki kazanım elde etmişti. Birincisi, Cenevre’de Suriye hükümetiyle masaya oturacak olan muhaliflerin belirlenmesinde “laik” ve “Suriye’nin toprak bütünlüğüne bağlı” olmaları kriterini getirmişti. (Bu kriter, radikal İslamcı bütün çeteleri elemiş olduğu için, masaya oturmak üzere PYD dışında bir örgüt kalmıyordu.) İkincisi, Cenevre görüşmelerinde masaya oturacak olan hükümet ve muhalefet, Ocak ayından itibaren 6 ay içinde bir geçiş hükümeti oluşturacak, 18 ay içinde de Suriye’de seçimler gerçekleşecekti. Burada “Esad’sız hükümet” sözünü artık ABD başta olmak üzere kimse telaffuz etmiyordu.

Rusya’nın Suriye’deki savaşa müdahil olması, Esad’ın geleceğini de garanti altına almış, muhalefete itiraz seçeneği bırakmamıştı. Öyle ki, The Washington Post gazetesi, “Esad’ın istifasını talep etmek için bir neden kalmadı ve bu yüzden ABD ısrar etmeyi kesti” diye yazdı.

Rusya’nın IŞİD’e ve Nusra’ya karşı yürüttüğü savaşın en önemli parçası, Lazkiye’de kurduğu yeni askeri üs oldu. Tartus’ta zaten bir deniz üssü bulunuyordu; Lazkiye’de bir de hava üssü kurdu. Üstelik bu üs, Rusya’nın en büyük askeri üslerinden biri olarak inşa edildi.

Rusya’nın Nusra’ya karşı savaşta kullandığı etkili yöntemlerden biri de, çeşitli anlaşmalarla kentlerin ve köylerin boşaltılmasını sağlamak oldu. Halep’te ve İdlib’de bazı bölgelerde Rusya, askeri saldırıların yanısıra, kuşattığı kentlerin bazılarında, kenti işgal altında tutan İslamcı çete ile görüşmeler yapıyor. Bu görüşmelerde, çete üyelerine “silahlarını bırakarak” başka bir bölgeye geçme hakkı tanıyor. Bu uzlaşmalar sayesinde, Suriye ordusu birçok kenti, içindeki halka zarar verecek uzun süreli bir çatışmaya-savaşa girmeden ele geçirme olanağını buldu.

Rusya açısından Suriye savaşının belirleyici dönüm noktalarından biri de 24 Kasım 2015 tarihinde Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi oldu. O tarihe kadar AKP’nin Suriye’yi karıştırmaya ve radikal İslamcı çeteleri güçlendirmeye dönük bütün hamlelerine rağmen, Rusya Türkiye’yi doğrudan karşısına alan bir politika izlememiş; herşeye rağmen AKP hükümetiyle ilişkilerini bozmamaya çalışmıştı.

Uçağın düşürülmesi, dengeleri değiştirdi. İlk defa bir Rus uçağı, bir NATO ülkesi tarafından düşürülüyordu. Bu saldırı, ABD’nin doğrudan bilgisi ve onayı ile gerçekleşmişti. Ve bu hamle, ABD’nin Suriye topraklarında meydan okuması anlamına geliyordu. Bu durum, Rusya’nın hem Türkiye politikasında, hem de savaşı sürdürme kararlılığında keskin bir ivme yarattı.

Ekonomik ambargolar, doğalgaz ihracatı konusundaki çeşitli manevralar, bu yükselişin bir yüzünü oluşturuyordu. Diğer taraftan Rusya, Türkiye’nin IŞİD’le olan ilişkisini belgeleyen açıklamalar yapmaya başladı. IŞİD’le Türkiye arasındaki petrol ticaretini ve bu ticaretin doğrudan Erdoğan tarafından yürütüldüğünü gösteren belgeler, Rusya tarafından kamuoyuna açıklandı.

Rusya, savaş alanında da Türkiye’yi karşısına aldığını açıkça ortaya koydu. AKP’nin doğrudan desteklediği Türkmen Dağı’ndaki İslamcı çetelere bombardımanı arttırdı ve Lazkiye-Hatay arasında kalan bölgeyi büyük oranda temizledi. Diğer taraftan Cerablus-Mare hattındaki, yine doğrudan AKP destekli IŞİD ve Nusra odaklarına karşı saldırılarını artırdı. Yanısıra, Türkiye’nin bugüne kadar pervasızca Suriye topraklarına uçuş ve bombardıman düzenlemesini de kesti; artık Türkiye, Rusya’nın misilleme yapacağını ve Türk uçaklarını düşüreceğini biliyor, bu nedenle Suriye’ye hiçbir türlü uçuş gerçekleştiremiyor.

Ayrıca ABD artık IŞİD’e karşı daha fazla savaşmak durumunda kalıyor. Bugüne kadar IŞİD’e karşı göstermelik bombardımanlar yapan, gerçekten zarar göreceği noktalara ise asla saldırmayan ABD, artık daha fazla harekete geçiyor. Hem Rusya’dan hem de ABD cephesinden gelen bu saldırılar, IŞİD’i geriletiyor.

Suriye savaşında elini güçlendirmek isteyen Rusya’nın yaptığı bir hamle de PYD ile ilişkilerini güçlendirme çabası oldu.

 

PYD savaşın kritik gücü

PYD savaşın içinde kaderini tümüyle ABD’ye bağlayan bir çizgi izlemek yerine, daha dengeli bir politikayı sürdürüyor. ABD ile askeri, Rusya ile siyasi ilişkilerini güçlendiriyor.

Savaşın başından itibaren, Esad yanlısı bir konumda durmadı, ancak dağınık görünümlü, Suriye’nin geleceğindeki rolü ve işlevi belirsiz, tutunamayan muhalefet ile de birlikte olmadı. Kendi bölgesinde radikal İslamcı çetelere karşı varlık savaşı verdi ve kendine bir hakimiyet alanı oluşturdu.

Onun bu konumlanışı, her iki emperyalist için de PYD’yi önemli hale getiriyor. ABD açısından orta vadeli hedef, kendi güdümünde birleşik bir Kürdistan hattının (Irak Kürdistanı ile birlikte Rojava’nın), Akdeniz’e kadar uzanabilmesi. Kısa vadede ise, en azından Suriye devleti içinde kurulacak özerk Rojava bölgesinin ABD’ye bağımlı olması. Bu nedenle PYD’ye önemli oranda askeri yardım yapıyor. Hatta doğrudan Kürt bölgesi olmayan bazı alanları IŞİD’in elinden alması için yardım ediyor, IŞİD’e karşı savaşı birlikte yürütüyor. ABD’nin en önemli yardımı Tel Abyad’ın PYD’ye verilerek Kobane ile Cizire kantonlarının birleştirilmesi oldu.

ABD, bu ilişkinin daha uzun vadeli ve bağlayıcı hale gelmesi için, Rojava’da bir askeri üs inşa etmeye başladı. YPG’nin kontrolünde olan Haseke-Rimelan’da, ABD’nin askeri bir üs kurması için harekete geçildi. Rimelan üssü, Rusya’nın Kamışlı’daki üssüne sadece 70 km uzaklıkta.

Son günlerde en önemli gelişme, Obama’nın IŞİD’e karşı mücadele özel temsilcisi Brett McGurk’un, Rojava’ya gitmesi oldu. Bugüne kadar ABD’nin askeri yetkilileri birçok defa PYD ile görüşmeler yapmıştı. Zaten IŞİD’e karşı savaşı koordine etmek için de askeri görüşmeler yürütülüyordu. Hatta ABD subayları YPG savaşçılarına doğrudan askeri eğitim veriyordu. Ancak siyasi bir ziyaret ilk defa gerçekleşmişti. ABD, PYD’nin Cenevre’ye katılamamasını belki de böyle telafi etmek istedi.

PYD ile olan ilişkisinde, ABD’nin en büyük handikapı Türkiye’nin tutumudur. “PYD Fırat’ın batısına geçemez” ile başlayan muhalefeti; Cenevre görüşmeleri öncesinde “Ya PYD ya biz” diye özetlenebilecek biçimde öne çıkarak PYD’nin Cenevre masasına oturmasını engellemesi, ABD’yi zor durumda bırakıyor. ABD, hem Türkiye’nin hem de PYD’nin birlikte yer alacağı bir savaşta, kendisinin çok daha güçlü olacağını ve Rusya karşısında daha sağlam bir mevziye yerleşeceğini biliyor. Ancak Türkiye’nin tutumu, ABD’nin zaman zaman PYD’yi dizginlemesine yol açıyor. Mesela bugün Cerablus-Mare hattının PYD tarafından ele geçirilmesinin ve Rojava’nın bütün kantonlarının birleştirilmesinin önündeki tek engel, AKP hükümetidir. Keza, PYD başkanı Salih Müslim, Rusya başta olmak üzere pekçok emperyalist ülkeye ziyaret gerçekleştirmesine rağmen, Washington’a gitmesine vize çıkmamıştı. Bu engelin arkasında da Türkiye duruyordu.

ABD’nin PYD karşısındaki bu yalpalayan ve Türkiye’yi fazla karşısına almak istemeyen tutumu, Rusya’nın PYD ile olan ilişkilerini güçlendirmek için zemin oluşturuyor. Rusya, PYD’ye yaptığı askeri yardımı sınırlı tutuyor. Asıl olarak siyasi ilişkileri güçlendirmeyi hedefliyor. Cenevre konusunda ABD bu kadar engel koyarken, Rusya 14 Ocak 2016’da Salih Müslim ile bir görüşme gerçekleştirdi. Birkaç gün sonra da, PYD’nin Moskova’da temsilcilik açmasına izin çıktı. Bu uzun zamandır gündemde olan, ancak somut adıma dönüştürülemeyen bir durumdu.

Rusya ve Suriye hükümeti, başından itibaren PYD’yi karşılarına almadılar. Suriye’deki meşru silahlı güçlerin Suriye ordusu ve YPG olduğunu söylüyor, savaş sonrasında Rojava’nın durumunu koruyan bir ilişki sürdüreceklerini belirtiyorlar.

Cenevre görüşmeleri başlamadan önceki her aşamada, Rusya “PYD mutlaka Cenevre’de olmalı” diyerek, PYD’nin en çok önemsediği konuda destek çıktı. Ve PYD, Rusya ile kapıları kapatmıyor; tersine Türkiye’nin PKK’ye saldırıları arttıkça, AKP’nin PYD’ye karşı olumsuz ve engelleyici tutumlarını sürdürdükçe, PYD de Rusya ile bağlarını güçlendiriyor.

 

AKP’nin PYD karşıtlığı

PYD ile olan ilişkileri, AKP’nin politik tutarsızlığının somut göstergelerinden birisi. 2013 yılından 2015 ortalarına kadar PYD’ye karşı açık ve sahiplenici bir tutum izleyen Türkiye’nin politikası, bu tarihten sonra değişti. Öncesinde PYD başkanı Salih Müslim Türkiye’ye ziyaret gerçekleştiriyor, devletle üst düzey görüşmeler yapabiliyordu; 2014 Ekimi’ndeki Kobane direnişi sırasında Türkiye topraklarından silahlı peşmergeler Kobane’ye yardım için konvoylar halinde geçiş gösterisi düzenlemişti. 2015’in başında, Halep’teki Süleyman Şah Türbesi, YPG’nin koruması altında, TSK askerleri tarafından Kobane’nin bir köyüne taşınmıştı. Türkiye’de çözüm sürecini yürüten AKP, Suriye’de de PYD ile belli düzeyde ilişki kuruyordu.

Ancak Türkiye’nin dayattığının aksine, PYD’nin, Türkiye’nin himayesinde, Esad karşıtı savaşa girişmeyeceğinin kesinleşmesi, AKP’nin de PYD ile kurduğu ilişkiyi değiştirdi.

Mesela AKP, son derece büyük bir önem taşıyan Cenevre görüşmelerine PYD’nin katılmasını mutlak biçimde engellemek için her hamleyi yaptı. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in, Cenevre’nin hemen öncesinde Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyarette, AKP’nin tek gündemi PYD’nin terör örgütü olarak tanımlanması ve Cenevre masasına oturmasının engellenmesiydi. ABD elbette PYD’yi terör örgütü olarak tanımlamadı; ancak PYD’nin Cenevre’ye katılmasına konusunda da daha fazla diretmedi. Sonuçta PYD, toplantıya doğrudan çağrılmadı, yakınlardaki otellerde ara görüşmelerle yetinmek durumunda kaldı.

 

Riyad dengeleri değiştirmek istiyor

Suudi Arabistan bugüne kadar genel olarak Ortadoğu savaşında önemli bir rol üstlenmişti. Irak’ta işgal sonrasında 2007 yılından itibaren Sünni cephenin oluşturulmasında, Suriye’de IŞİD başta olmak üzere radikal İslamcı çetelerin desteklenmesi ve askeri-lojistik ihtiyaçlarının giderilmesinde, Suudlar hep başroldeydiler. Son bir yılda ise, çok daha etkin ve “dengeleri değiştirme”yi hedefleyen atak politikalar izlemeye başladılar.

Eski kral ölüp Kral Selman başa geçtikten sonra, ilk hamlesi Mart ayında Yemen’i işgal etmek oldu. Mayıs ayından itibaren, Suriye’deki radikal İslamcı çetelerin ilerlemesi, yeni mevziler için harekete geçmesinde de Suudi Arabistan’ın önemli bir desteği vardı. Ancak yıl boyunca, iki cephede de önemli yenilgiler aldılar. Yemen’de Husileri hiçbir aşamada geriletemedi; tersine Yemen savaşına bakan herkes, “Suudi Arabistan’ın bataklığı” yorumunu yapıyor. Suriye’de ise Haziran ayından itibaren İran’ın, Eylül ayından itibaren de Rusya’nın savaşa daha etkin katılması, Riyad’ın mevzi kaybetmesine neden oldu.

Suudi Arabistan’ın hedefi, Irak’ın işgalinden bu yana, Ortadoğu’daki savaş ortamında kendi güç ve etkinliğini artırmak, bölge üzerinde hegemonyasını kurmaktı. Ve bunu da Sünni mezhebi ortaklığı üzerinden gerçekleştirmek istiyordu.

Ancak her aşamada İran karşısına dikildi. Bugün Yemen’de İran destekli Husiler Suudi Arabistan’ı askeri yenilgiye uğratıyor, siyasi olarak da prestij kaybetmesine neden oluyorlar. Irak’taki Şii yönetim, IŞİD işgali başladığından beri İran’dan siyasi ve askeri destek alıyor, bölgedeki tüm Sünni güçlere karşı daha mesafeli duruyor. Suriye’de zaten İran doğrudan savaşıyor. Lübnan’da Hizbullah İran’la birlikte hareket ediyor. Mısır bile Suriye konusunda Suudi Arabistan’ın değil, Rusya’nın politikalarına yakın duruyor.

Bütün bunların üstüne, İran ambargosu kalktığı için İran’ın ekonomik gücü de artıyor. Rusya’yı zayıflatmak için petrol fiyatlarını sistemli biçimde düşürmesi, Rusya’nın değil ama Suudi Arabistan’ın ekonomisini yerle bir ediyor; Arabistan’ın yakında iflas edeceği söyleniyor.

Bu koşullarda, Riyad, Suriye savaşında ön alabilmek için birkaç hamle birden yaptı. Öncelikle, Kasım ve Aralık aylarında düzenlediği toplantılarda “Suriye muhalefeti” oluşturmaya çalıştı. Üstelik bu “muhalefet”i, Rusya’nın çizdiği sınırlara uydurabilmek için, onların radikal İslamcı yönlerini törpülemek ve gözlerden gizlemek ve  “ılımlı İslamcı” kategorisine sokabilmek için uğraştı. Dahası, hiçbir konuda anlaşamayan, birbirleriyle rekabet halindeki bu örgütlerden bir “temsil heyeti” de oluşturdu. Sonuçta bu heyet görüşmeler başladıktan sonra Cenevre’ye çağrıldı ve onlarla da görüşmeler gerçekleştirildi.

2 Ocak günü Suudi Arabistan’da yaşayan Şii Ayetullah Şeyh Bakır el Nimr, çoğu Şii 46 kişiyle birlikte idam edildi. Riyad’ın bu açık provokasyonu, İran başta olmak üzere Şii dünyasında öfke patlamasına neden oldu. İran’da Suudi Arabistan elçiliğine saldırı gerçekleşmesi üzerine, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Sudan, İran’la diplomatik ilişkileri kesti, Arap Birliği de en alt düzeye çekti.

Yanısıra Riyad yönetimi, bir İslam Ordusu kurduğunu açıkladı. Ne zaman, nerede kurulduğu belirsiz olan bu “Ordu”nun içinde yer aldığı söylenen 34 ülkeden bazıları, “kendilerinin bilgisinin olmadığını” açıkladı.

Burada çarpıcı olan, Erdoğan’ın, son bir yıldır her aşamada Suudi Arabistan ile birlikte, hatta Suudi Arabistan’ın dümen suyunda hareket etmesidir. Kimin ne zaman kurduğu belli olmayan bu İslam İttifakı’na, Erdoğan tam destek vermektedir. Yemen konusunda Suudların açıklamalarını desteklemektedir. Mursi’nin yargılanması sürecinde kıyametler kopartırken, Şii lider Nimr’in katledilmesi konusunda “içişlerine karışmamak gerekir” cümlesini kullanmıştır. Selman’ın kral olmasının hemen ardından Suudi Arabistan’a bir ziyaret gerçekleştirdiği gibi, Cenevre görüşmeleri öncesinde bir ziyaret daha düzenlemiştir. Erdoğan’ın, PYD karşıtlığı ve açık IŞİD destekçiliği konusunda birlikte hareket edebildiği tek ülke Suudi Arabistan’dır.

Son olarak Davutoğlu’nun yanına Genelkurmay Başkanı’nı alarak Suudi kralının yanına gitmesi, Riyad’ın ordusuyla birlikte savaşmaya hazır olduklarının açık mesajıydı.

 

Cenevre’de nasıl karar alınacak

“Barış masası” savaşan taraflardan birisi zafer kazanmadan önce kurulmaz. Bir taraf zaferi kazandığında, kendi koşullarını dayatmak için masayı kurar.

Bugün Suriye savaşında Rusya ve Esad’ın gücü artmaktadır. Daha önce Esad karşıtı söylemler yoğunken, bugün “Esadla birlikte geçiş hükümeti” noktasına varılmış olmanın nedeni budur. Keza önceki Cenevre görüşmelerine çağrılmayan PYD’nin, bugün Suriye Demokratik Güçleri adı altında doğrudan ve yapılan ikili görüşmelerle dolaylı olarak görüşmelere katılması, PYD’nin kazandığı zaferlerin sonucudur. Diğer taraftan ABD, Suriye savaşının gidişatından rahatsızdır; dengeleri kendi lehine çevirmenin mekanizmalarını oluşturmaya çalışmaktadır.

Bu koşullar altında Cenevre görüşmelerinden somut bir karar çıkması ihtimali düşüktür. Savaşın seyrinin biraz daha ilerlemesi, emperyalistlerin güç dengelerin birinin lehine daha fazla bozulması sözkonusu olduğunda müzakere masası da daha etkin kurulacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …