Şubat ayı, ihtilalci komünistlerin “kuruluş” ve “yeniden doğuş” ayıdır. ’79’un 21 Şubat’ında, bu topraklarda Mustafa Suphi’lerden sonra ilk komünist örgütün kuruluşu müjdelendi. ‘98’in 17 Şubat’ında ise, tasfiyeye sürüklenen yapıyı yeniden bolşevik bir rotaya sokan “yeniden doğuş” gerçekleşti.
Bundan dolayıdır ki, Şubat, ihtilalci komünistlerin her yıl “doğum günü” olarak kutladıkları, onur duydukları tarihlerini ve şehitlerini andıkları, bunlardan aldıkları güç ve moralle geleceğe yürüdükleri bir aydır.
İhtilalci komünist hareketin yıldönümüne denk gelen bu günlerde, tarihe, tarih bilincine daha fazla vurgu yapmamız gerektiği açıktır. Böyle özel anlarda, geçmiş ve gelecek, dün-bugün-yarın ilişkisi, daha somut biçimde gözler önüne serilir ve elle tutulur bir hal alır çünkü.
“Geçmişi olmayanın, geleceği de olamaz!” Tarihsel materyalizm bize, her şeyin tarihsel bir devamlılık içinde, nicel birikimlerin nitel sıçramasıyla oluşup geliştiğini gösterir. Bugün, dünün yarınıdır. Bugünümüzü, geçmişimize, geçmişten bu yana biriktirdiklerimize, deneyimlediklerimize borçluyuz. Yarınımızı da bugünden atacağımız adımlar üzerine kuracağız.
Tarihe bakış,
sınıfsal-siyasal bir duruştur
Tarihe bakış, egemen sınıflarla ezilen-sömürülen sınıfların süregelen mücadelesinde çok önemli bir parçadır. Egemenler, ya tarihi yok saymış, ya da birbirinin tekrarı olayları, bir “tekerrür” gibi gösterip, kitlelerin bilincini çarpıtmışlardır. Aksi halde tarihi nesnel olarak kavrayan, ondan ders çıkaran kitlelerin, varolan düzeni sorgulayacağını ve ona karşı mücadeleye girişeceklerini iyi bilirler. Onun içindir ki, bellekleri silmeye, “böyle gelmiş, böyle gider” duygusunu güçlendirmeye özel bir gayret gösterirler.
Sömürülen, ezilen kesimlerin öncüleri ise, tam da bu yüzden tarihsel gerçekleri ortaya çıkarmaya ve bunu kitlelere yaymaya çalışır. Dün-bugün-yarın ilişkisini diyalektik bir tarzda ele alarak, geleceğe dair öngörülerde bulunur, hiçbir şeyin yoktan varolmadığını ve ilelebet varolmayacağını, tarihin hep ileriye doğru aktığını, bunu sağlayanın da sınıf mücadelesi olduğunu bilimsel olarak ortaya koyar. Egemenlerin yaydığının aksine, tarihi kahramanların değil, ezilen-sömürülen kitlelerin yaptığını gözler önüne serer, kitleleri uyandırmaya, kendilerine güvenmelerini sağlamaya çalışır. Dolayısıyla tarihe yaklaşım, sınıfsal-siyasal bir nitelik taşır.
Kendinden önceki egemen sınıflar gibi emperyalist burjuvazi de, attığı her adıma kitle desteği sağlayabilmek için, bir ideolojik-mistik kılıf, haklılık gerekçesi yaratıyor. Bunu başarabilmek için de mutlaka tarihe el uzatıyor. Tarihsel gerçekleri yok sayıyor ve tarihi kendisiyle başlatıp kendisiyle bitirerek, resmi tarihini yazıyor.
Benzer yöntemleri işbirlikçi burjuvazi de uyguluyor. Özellikle AKP hükümetleri dönemi, tarihsel gerçekleri belleklerden silme ve kendine uygun yeni bir tarih oluşturma dönemi oldu. Bunu “yeni Osmanlıcılık” diyerek teorileştirdiler de. Sadece dış politikada değil, eğitimden kültüre, yaşamın tüm alanlarında İslami ve Osmanlı referanslar, giderek daha fazla öne çıktı. Geçmişin Atatürk putlaştırması, yerini Kanuni’ye, Fatih’e bıraktı. Cumhuriyet’in “yobaz”, “gerici”, “kan dökücü” olarak lanetlediği Osmanlı padişahları popüleştirilerek, dizilere, filmlere, romanlara konu edildi.
Hiçbir dönemde olmadığı kadar, sanatın hemen tüm dallarında tarihsel figürler, özellikle Osmanlı dönemi öne çıkarılmıştır. Ve bu yönde teşvikler yapılmakta, baskı oluşturulmaktadır. Öyle ki, dizilere ayar vermekten, heykelden karikatüre her alana müdahale edilmektedir.
Kısacası dünyada ve ülkemizde ileriye doğru aşılmış olan pekçok şey, bugün yeniden hortlatılmakta, toplumsal ve tarihsel bilinç tırpanlanarak, yeniden şekillendirilmektedir. Ama nasıl ki, önceki egemenler ve onların sözcüleri, tüm çabalarına rağmen tarihi dondurmayı başaramadılarsa, günümüzün egemenleri de başaramayacaklar!.. ‘90’lı yılları kasıp kavuran “tarihin sonu” gibi savlar, 2000’li yıllarda tuzla buz oldu. Yeniden hortlayan kriz ve savaş olgusu, kapitalizmin sorgulanmasını beraberinde getirdi ve Marks’ın çözümlemelerinin doğruluğu yeniden ispatlandı.
Tasfiyecilik,
tarihe saldırıdır
Burjuvazinin tarihe bu kadar saldırdığı, tarihsel kazanımları silmeye gayret ettiği bir dönemde, komünist ve devrimcilerin her zamankinden daha fazla tarihlerine, gelenek ve değerlerine sahip çıkmaları ve kitleleri tarihsel bilinçle donatmaları gerekmez mi?
Ne yazık ki, tarihe saldırı sadece burjuvaziyle, onların sözcüleriyle sınırlı değil. Devrimci saflara kadar bunun yansımalarını görebiliyoruz. Burjuvazi, ne kadar kendi tarihini öne çıkarıyor ve kendi tarih anlayışına uygun eserleri teşvik ediyorsa; o kadar kendi tarihlerinden kaçıyorlar, ya da onu bir biçimde karalıyorlar. Böylece burjuvaziye “sol”dan en büyük desteği sunuyorlar.
Peki neden böyle oldu? Tarihten, tarihsel bilinçten neden bu kadar uzaklaşıldı? Tarih, neden hedef tahtasına çakıldı?
Deneyimler göstermiştir ki, toplumların durgunluk içinde olduğu, sömürülen-ezilen kesimlerin mücadelesinin gerilediği dönemlerde, tarihe karşı tutucu, nihilist eğilimler gelişiyor. ‘90’lı yılların başında sosyalist olarak bilinen revizyonist kampın çöküşü, bu yönden bir milattır. Bu yıllardan itibaren sadece burjuvazi değil, burjuva ideolojisine çok hızlı biçimde kayan küçük-burjuva liberal kesimlerde de “anti-tarih”çilik gelişmiş, geçmişin aşılmış teorileri yeniden piyasaya sürülmüştür. Tarih, bilim olarak reddedilmiş; toplumsal olayları, tarihsel sürecin doğal ve zorunlu gelişimi olarak değil, rastlantısal ve döngüsel bir hareket olarak ele alan savlar, yeniden baştacı edilmiştir.
Kısacası yenilgi ve durgunluk dönemleri, her tür burjuva görüşün yayılmasına uygun zemin yarattığı için, tarih bilincinin de en fazla çarpıtıldığı dönemler olmuştur. Bu dönemin hastalığı olan tasfiyeciliğin, devrim saflarında da tarihin reddine, nihilizme yol açması, işte bu nesnel zeminle bağlantılıdır. Tasfiyeciliğe karşı verdiğimiz mücadelenin, aynı zamanda tarihimizin reddine, çarpıtılmasına karşı bir mücadele olması da, bundan dolayıdır. Onun içindir ki, başından beri, tarihimizi yok saymaya, onu unutturmaya, çarpıtmaya kalkışanlarla kıran kırana bir mücadeleye girdik. “Tarihimiz, güç ve onur kaynağımızdır” dedik. Geleneklerimize, yarattığımız değerlere sahip çıktık. Ona yeni halkalar ekleyerek yaşatma iradesini gösterdik.
Geçmişten geleceğe
yürüyüşümüz sürüyor
Binlerce yıllık insanlık tarihinden, iki yüzyılı aşkın proletaryanın mücadelesinden, yüzelli yıllık Marksizm-Leninizmin biliminden süzülerek geliyoruz… Spartaküs’ten Lyon’a, Paris Komünü’nden Ekim devrimine, yenilgi ve zaferleri kuşanarak geliyoruz… Pir Sultan’dan Şeyh Bedrettin’e, Mustafa Suphi’den Ethem Nejat’a, Denizler’den, Mahirlere, Kaypakkaya’lara, bu toprakların değerlerini üstlenerek geliyoruz…
Yüzlerce ayrık otu içinde “bir tutam kır çiçeği” olarak, geleceğe umut taşıyanlarız… 12 Eylül karanlığında ışık olduk, sokakları, evleri “granitten bir kale” yaptık, zindanlarda, ölüm oruçlarında bayraklaştık… İşkencehanelerde direniş destanları yazıp, mahkemelerde yargılayan olduk… Mücadelenin her cephesinde “kutup yıldızı”mızın yol göstericiliğinde yürüdük…
Fabrika, fabrika, sokak, sokak çarpışmaların militanlarıyız biz. Yoldaşcan’ın “hücum” komutunu alarak son mermisine dek çatışan Metin’iz! Fatih’in direnişini daha ileri taşımaya ant içen ve faşizmin ininde suratlarına bir tekme çakan Remzi’yiz! Gazi’den Ümraniye’ye “bizsiz olmaz bu işler” diye kavganın ortasına koşan Zeynep’iz, Hakan’ız! Yoldaşlarına siper olan Eralp’iz, Nilgün’üz!…
12 Eylül tasfiyeciliğine olduğu gibi, kendi tasfiyecilerimize de bayrak açan, hiç tereddüt etmeden motorları maviliklere süren bolşevikleriz… Örgütçü ve militan kimliğimizi yeniden kuşanarak geleneğimizin izinden giden, ona yeni halkalar ekleyenleriz… 1 Mayıslarda alanları zapteden, orak-çekiçli kızıl bayrağı, usta ve önderlerimizi gururla göndere çekenleriz… NATO’dan IMF’ye emperyalist kuruluşlara ülkemizi dar eden, Haziran günlerinde barikatların ve sokak savaşlarının en önünde dövüşenleriz…
Biz çelikten, bolşevik müfrezeyiz!.. Yoldaşcan’ın, Fatih’in öğrencileri; Stalin Mehmet’in Sezai’nin her tür statükoya, donmuş olana vuran güçlü sesi, geleceğin temsilcisiyiz…
Böyle köklü bir tarihi, ne faşizmin saldırıları, ne oportünizmin çamurları, ne de tasfiyeciliğin inkarı yıkabildi, yıkabilir. Varlığımız bunun kanıtıdır! Stalin’in Yunan mitolojisinden verdiği örnekte olduğu gibi, bizim yenilmezliğimizin sırrı, ayaklarımızın kendi topraklarımıza basmasıdır. Tarihimizden, şehitlerimizden, halkımızdan aldığımız güçtür. Hiç kimse bizi onlardan koparmadı, koparamaz…
İşte tarih, işte biz!
‘79’da temelleri atılan, ‘98’de “yeniden doğan”ların yürüyüşü, rotasından şaşmadan devam ediyor… Karanlıkları yara yara yürüyorlar… Tarihe, şehitlerine, işçi ve emekçilere duydukları büyük bir sorumlulukla…
Yürüyorlar başı dik ve enginleri fethetme ruhuyla…
Su ve ateş çağındaydı soluğumuz
En umutsuz gece yarılarında
En ıssız yollarda bırakıldık hep
Yıkılmadık!
Günün bir yanında avuçlarken güneşi
Bir yüzünde yeniden düştük toprağa
Korkmadık!
Yüreğimizle parçaladık en sert kayaları
Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne
En bereketli yağmurları
Hep kendi soluğumuzla yarattık!
. . .
Yaşamı bilinçten emziriyoruz artık
Umudu sevinçten süzüyoruz
Yolu yok başka yaşamanın
Her sabah geçmişin yüreğine
Filizlenen bir gelecek çiziyoruz.
Adnan Yücel