Kadının kurtuluşu için SOSYALİZM

arka-logo

Aşağıdaki yazı yayınevimiz tarafından basılan “Feminizm mi Sosyalizm mi” adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır.

 

Kadının köleleştirilmesi, özel mülkiyetin ortaya çıkması ve sınıflı toplumlara geçişle başladığına göre, kadının kurtuluşu da bunların ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşecektir. Her sorunda olduğu gibi kadın sorununda da, sorunun kaynağına inmeden ve onu kurutmadan, çözebilmek mümkün değildir. Diyalektik materyalist yöntem bunu gerektirir. feminizm-kitap

Sosyalizm, sınıfsız toplumun (komünizmin) ilk aşamasıdır. Sınıfsız toplum yönünde ilerleyen, o doğrultuda adımlar atan bir sistemdir. Ama aynı zamanda kapitalizmin lekelerini de taşıyan bir “geçiş” dönemidir. Diğer yandan çok zorlu da olsa “tek ülkede sosyalizm” gerçekleşebilirken, komünizmin gerçekleşebilmesi için, dünya ölçeğinde kapitalist-emperyalist sistemin büyük ölçüde gerilemesi, yok denecek düzeye düşmesi gerekmektedir. Bir başka ifade ile, sosyalist ülkelerin dünyada ezici bir çoğunluğa ulaşması gerekecektir ki, bunun çok uzun yılları alacağı ortadadır.

Kadının sorununun -tıpkı ulusal sorunda olduğu gibi- nihai çözümü, sınıfsız toplumdadır. Sosyalizmde bu yönde ciddi adımlar atılmış, insanlık tarihindeki en ileri örnekler yaratılmıştır. Bunu da en net biçimde sosyalist Sovyetler Birliği (SB) pratiğinde görüyoruz. Yanı sıra demokratik halk devrimini gerçekleştiren, fakat sosyalizme geçemeyen bir dizi ülkede, kadın sorunu konusunda önemli değişimler yaşanmıştır.

Ancak şu unutulmamalıdır; sosyalist SB, yaklaşık 30 yıl gibi insanlık tarihi açısından son derece kısa bir zaman dilimi içinde yaşayabildi. Ve bu süre, dışarda emperyalist kuşatma, içeride karşı-devrimci sabotajlarla geçti. Ayrıca Çarlık Rusyası gibi feodalizmin büyük oranda varlığını koruduğu geniş bir coğrafyada sosyalizmi inşa etme göreviyle karşı karşıyaydı. Bütün bu zorluklara rağmen kadın sorunu da dahil olmak üzere bir dizi sorunda önemli mesafeler katetti. Halen ona yaklaşan tek bir örnek yoktur.

Hal böyleyken feministler, kadın sorununu sosyalizmin çözemediğini ve çözemeyeceğini yineleyip duruyor. Hele ki, sosyalizmden geriye dönüşten sonra, bunu çok daha yüksek sesle söylüyorlar. Oysa bilimsel sosyalizmin yaratıcıları ve uygulayıcılarından hiç kimse, kadın sorununun nihai çözümünün sosyalizmde olduğunu söylememişti. Tüm ML usta ve önderler, kadının sömürülmesinin nedenlerini ortaya koyarak, çözümünün de sınıfsız toplumla olacağını net biçimde ifade ettiler. (…)

Lenin, 1921’de uluslararası emekçi kadınlar günü için gönderdiği mesajda, SB’nin kadınlarla ilgili çıkardığı yasaları ve pratikte atılan adımları sıraladıktan sonra şöyle diyor: “Bu geçiş güçtür; çünkü burada sözkonusu olan, pek derinlere kök salmış, alışılmış, katılaşmış, kemikleşmiş bir ‘düzen’in, (gerçekte korkunç ve barbarca bir durumun) değiştirilmesidir. Ama bu geçiş başladı, iş ele alındı, yeni yola girdik.” (Kadın sorunu üzerine, İnter Y. sf. 62)

Ekim Devrimi ile birlikte Sovyet halkları, gerçekten de iyi bir “başlangıç” yaptılar. Geleceğe çok önemli bir miras bıraktılar. Bunun belki de en başına kadın sorununu yazmak gerekiyor. Sosyalist SB’de kadın, insanlık tarihinin o güne kadarki en ileri seviyesine ulaştı. O yüzden “kadının kurtuluşu” denilince, ilk önce dünyadaki bu ilk sosyalizm deneyimine bakılıyor. Biz de öyle yapacağız. Bu konudaki en ileri örnek olan sosyalist SB’yi esas alacağız…

 

“İlk”lerin devrimi

Ekim devrimi, dünyadaki ilk sosyalist devrimdi. Bir çok alanda olduğu gibi kadın sorununda da “ilk”leri yarattı. Kadınlara seçme-seçilme hakkı, ilk kez 1917 yılında SB’de ilan edildi ve yaşama geçirildi. İlk kez devlet yönetiminde kadınlara yer verildi ve ilk kadın bakan Kollantay (Sosyal Güvenlik Halk Komiseri olarak) göreve başladı. Ardından yine Kollantay, ilk kadın “diplomat” oldu; Norveç, Meksika ve İsveç’te SB’yi temsil etti. İlk kez bir devlet “eşit işe, eşit ücret”i benimsenmekle kalmadı, uygulamaya soktu. Toplu çamaşırhaneler, yemekhaneler ve kreşlerin çoğalmasıyla kadınlar, ilk kez kitlesel biçimde çalışma hayatına atıldılar; yönetimin her kademesinde görevler üstlendiler. İlk kez “kadın işi-erkek işi” ayrımı ortadan kalkmaya başladı, ilk kadın makinist, ilk kadın pilot, ilk kadın kozmonot oldular, vb…

Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten dört gün sonra, 8 saatlik işgünü ile birlikte kadın emeğinin, özelde de anne ve çocuğun korunması hakkında bir deklarasyon yayınladı. Devrimin ilk günlerinden itibaren uygulamaya sokulan madde aynen şöyledir:

“Kadınların kadın organizmasına zararlı tüm dallarda çalışmasının yasaklanması; doğum öncesi 4 hafta, doğum sonrası 6 hafta, bu dönemde ücretleri eskisi gibi ödenerek işten muaf tutulması; kadınların çalıştığı tüm atölye, fabrika ve diğer işletmelerde meme çocukları ve küçük çocuklar için kreş ve çocuk yuvalarının kurulması, emziren kadınların en azından üç saatte bir ve en az yarımşar saat işten muaf tutulması.”

Bu, Bolşeviklerin 1903 yılındaki parti programlarında yer alan bir talepti. Ekim Devrimi’nden sonra kadınlarla ilgili alınan tüm kararlarda ve uygulamalarda; Bolşeviklerin daha kuruluşlarından itibaren, devrimde kadının rolünü kavramış olmaları, işçi-emekçi kadının sorunlarına duyarlılıkları ve onlar arasında çalışmaya verdikleri önem, kendisini göstermektedir.

Bolşevikler kuruluşlarından itibaren kadınlar arasında çalışmaya büyük önem verirler. 1905 devrimi sırasında RSDİP’in kadın üyesi yüzde 15’tir ve bu oran, kendinden önce kurulan, sayısal olarak daha kitlesel, dünya ölçeğindeki partilerin (örneğin Alman Sosyal-demokrat Partisi) çok üzerindedir.

1913 yılından itibaren partinin yayın organı “Pravda”da bir sayfa kadınlara ayrılır. 1914’de “İşçi Kadın” (Robatnista) gazetesi çıkmaya başlar ki, bu dünyadaki ilk kadın yayın organıdır. Bu süre içinde kadın işçilerin yer aldığı birçok grev, direniş ve gösteriye katılırlar, kimine önderlik ederler.

Bolşeviklerin kadın çalışmasına ne kadar önem verdiğinin belki de en önemli göstergesi, 1917 Ağustosu’nda ağır illegalite koşulları altında gerçekleşen 6. Kongre’de alınan karardır. Kadınlar içindeki çalışmayı yürütmek ve onlar arasında sovyet seçimleri için kampanyalar örgütlemek amacıyla oluşturulan komisyona Sverdlov ve Kollantay seçilir. Kadınlar için kurulan komisyonda bir erkek komünistin bulunması, partinin kadın çalışmasını sadece kadın komünistlerin işi olarak görmemesi yönüyle çarpıcıdır. İkincisi ve daha önemlisi ise, Sverdlov gibi, parti içinde örgütçü yetenekleriyle öne çıkmış bir liderin bu göreve verilmesidir.

Bir diğer çarpıcı örnek; Bolşeviklerin erkek işçiler arasında, kadın işçilerin taleplerini sahiplenmeleri için çağrılar yapması ve bu talepler doğrultusunda birlikte mücadeleyi örmek için büyük bir çaba sarfetmeleridir. Kollontay, Tüm Rusya Sendikalar Kongresi’nde bu konuda şunları söylüyor:

“Kapitalistler, erkek işçileri ucuz kadın emeğiyle ikame etme tehdidini savurarak, erkeklerin ücretlerini baskı altına alır ve kadınların aldığı ücret seviyesine düşürür. Bu yüzden ancak duyarsız birisi, kadınların eşit işe eşit ücret talebini sadece ‘kadın sorunu’ olarak niteleyebilir.”(aktaran Sharon Smith, Kadınlar ve sosyalizm, Yordam Y. sf. 180)

Clara Zetkin de Lenin’le 1920 yılında yaptıkları sohbeti şu şekilde aktarmaktadır: “Kadın kitleleri arasında komünist faaliyetimiz ve genel siyasal çalışmamız, erkeklere dönük önemli ölçüde eğitimi de içeriyor. Partiden ve halkın içinden bu eski kafalı köle sahiplerine özgü düşünce mantığını söküp atmalıyız. Bu bizim siyasi görevlerimizden biridir.” (age sf. 142)

Bolşevikler, kadın olmadan devrim olmayacağını çok iyi bildikleri ve bizzat pratikte yaşadıkları gibi, devrim sonrası sosyalist inşanın da kadınlar katılmadan gerçekleşmeyeceğini biliyorlardı. Lenin, devrimden sonra yaptığı bir konuşmada; “Proletarya, kadınların tam kurtuluşu için savaşmadan, kendisini asla kurtaramaz” diyordu. (Kadın sorunu üzerine, İnter Y. sf. 60)

Bu bilinçle devrim sonrasında kadınların toplumsal-siyasal yaşama aktif bir şekilde katılabilmeleri için büyük bir çaba gösterdiler. “Kadını köleleştiren eski yasalardan geriye, taş üstünde taş bırakmama”ya  kararlıydılar ve öyle de davrandılar.

 

Kadın emeğinin korunması

“Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir” diyordu Engels, ünlü eseri “Ailenin, özel mülkiyetin, devletin kökeni”nde. Ekim Devrimi’nin kadına dönük ilk yasası ve uygulamaları da bu doğrultuda oldu.

Bunun için ilkin kadını eve bağlayan çocuk bakımı ve ev işlerinin toplumsallaşması gerekiyordu. İkinci olarak ise, kadın emeğinin kalifiye hale getirilmesi, erkeklerle aynı ücreti almasının maddi temelinin yaratılması… Bu da kadınların eğitim düzeyinin geliştirilmesi demekti. Çarlık Rusyası’nda kadınların okuma yazma oranı yüzde 11 idi. Bunların çoğu da zengin ailelerin kızlarıydı. Emekçi kesimden kadınların okuma-yazması yok denecek düzeydeydi.

Devrim sonrasında Parti’nin kadın kolu (Rusça kısaltmasıyla Jenotyel) “okuma-yazma öğrenmek, kölelikten kurtulmanın ilk adımıdır” diyerek kampanyalar düzenledi. “Ajitasyon trenleri-gemileri” ile Rusya’nın en ücra köşelerine gittiler. 1930’lu yılların ortalarında okuma-yazma bilmeyen kadın kalmadı. Ardından tüm ülkede 7 yıllık zorunlu öğrenim başlatıldı. 1940’ta yüksek öğrenim gören kız öğrenci sayısı yüzde 49.3’tü; pedagoji, tıp gibi dallarda yüzde 50’nin üzerindeydi. Uzman meslek sahipleri arasında da kadınların oranı yüzde 43’e ulaşmıştı.

Sosyalist SB’de okuma-yazma bilmeyenin kalmadığı yıllarda ABD’de 10 milyon kişi okuma-yazma bilmiyordu. Yüksekokul kurumlarının bir kısmı kadınları kabul etmiyordu, tıp fakültelerinde bile kadınlara ayrılan kontenjan yüzde 5’ti. Ayrıca yüksek harçlardan dolayı yoksul ailelerin kızları, bu sınırlı olanaklardan da yararlanamıyordu.

SB’de kadınlara sadece eğitim olanakları değil, iş imkanları da sonuna dek açıldı. Kadının emeğinin kalifiyeleştirilmesi için meslek kursları düzenlendi, işletmelere kotalar konarak kadın işçi çalıştırma zorunluluğu getirildi. Daha önemlisi, kadınların başta işyerleri olmak üzere her alanda yönetimde söz sahibi olmaları teşvik edildi.

Kadınlar ilk kez erkeklerle eşit ücret almaya başladılar. Oysa Çarlık Rusyası’nda kadın işçiler, erkekle aynı işi yapsa da onun yarısı ücret alabiliyordu. Kamu kurumlarında çalışması ise yasaktı. En demokratik kapitalist ülkelerde de durum farklı sayılmazdı. Örneğin ABD’de 1950’lerde erkekle aynı işi yapan kadınların ücreti, erkeklerin ücretlerinin yüzde 65’iydi. İngiltere’de ise yüzde 50’siydi. Hatta bugün bile, ABD’de erkeklerle aynı işi yapan kadınların ücreti, erkeklerinkinin yüzde 75’i dolayındadır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, devrim sonrası yapılan ilk işlerden biri, kadın emeğinin, anne ve çocuğun korunması hakkında bir kararname çıkartmak oldu. Böylece kadının doğurganlığı, ilk kez toplumsal bir işlev olarak kabul edildi. Clara Zetkin’in ifadesiyle “anne ve çocuğun korunması devletin göreviydi ve bu çalışmada hayırseverliğin izi bile olmamalı”ydı.

Yasaları yapmak önemlidir, ama daha önemli olan, uygulayabilmektir. Devrimin ilk yıllarında çok ciddi zorluklar yaşanmasına rağmen, bu konularda hızlı gelişmeler kaydedildi. Kadın, daha anne adayıyken korunup destek gördü. Doğumdan önce 35 gün ve sonrasında 42 gün olmak üzere ücretli izine çıkıyordu. Ayrıca gebelik yardımı ve önemli bir ek beslenme ödeneği sağlanıyordu. Buna uygun davranmayan işletmeler cezalandırılıyor, kadına verilen ücretin bir buçuk katını ödemek zorunda bırakılıyordu.

Doğumda, anne ve çocuğun sağlığını güvenceye almak için birçok tedbire başvuruldu. Sağlık kuruluşları ücretsiz hizmet veriyordu, hamileler ve emzirenler için fabrikalarda kreşler, kamusal alanlarda anne ve çocuk için özel odalar yapıldı. Her kadının gebeliği boyunca yedi ya da sekiz kez izlenmesi zorunlu idi. Anne, doğumdan sonra eve gelir gelmez mutlaka “Çocuk Sağlığı Danışmanlık Merkezi”nde çalışan hemşireler tarafından ziyaret edilirdi. Kadınlar, loğusa dönemlerinde sanatoryumlarda kalabiliyordu. Doğumlar giderek artan oranda hastanelerde yapılıyor ve anne-çocuk ölümleri yok denecek düzeye iniyordu. Anne ölümü, yüzbinde beşe düştü ki, bunun dünyada başka bir örneği yoktu.

Aynı kararnamede (1917’de çıkarılan), kadınların gece ve sağlığına zararlı işlerde çalıştırılması, fazla mesai yaptırılması, yasaklanmıştı. Bütün bunlar, 1918’de yasal hale getirildi. Bilim insanları kadın sağlığına zararlı olan işkollarını belirlediler. Kadınlar, bu işkolları dışındaki tüm alanlarda çalışmaya başladı. “Kadın işi-erkek işi” arasındaki ayrım giderek azaldı. Kadınlar o güne dek “erkek işi” diye bilinen inşaat, metal gibi birçok işkolunda çalışmaya başladılar. 1940’larda çalışan kadınların oranı, sanayide yüzde 53’e, eğitimde yüzde 73’e, tıbbi hizmetlerde yüzde 83’e yükselmişti. Toplamda 11 milyon kadın istihdam edilmişti. Bunların 170 bini mühendis ve teknikerdi.

Kadınlar eşit haklara kavuştukça, çok yüksek teknik beceri gerektiren işleri çabucak öğrendiler, yeteneklerini kullanabilecekleri alanlar ve fırsatlar buldular ve bunları değerlendirerek kısa sürede yükseldiler. SB’de bilimin ilerlemesinde  kadınların katkısı çok büyüktür. Araştırma çalışmalarına katılan kadınların sayısı sürekli arttı ve savaş öncesi yaklaşık yarısına ulaştı. Bilim, erkeklerin ayrıcalıklı alanı olmaktan çıktı.

Bununla birlikte çalışma koşulları, sadece kadınlar için değil, genel olarak sürekli iyileşme halindeydi. 1929 yılında 7 saatlik işgünü uygulamasına geçildi. Bazı dallarda ise 6.5 ile 4 saatlik işgünü uygulamaları başladı.

Çalışmayan kadınların da ev içindeki faaliyetleri “üretici çalışmaya eşdeğer” kabul edildi. 1918’de düzenlenen Sovyet anayasasının 64. maddesinde; “üretime katılarak topluma yararlı olanlar ile ev işleriyle ilgilenerek, diğerlerinin üretime katılmalarını destekleyenler” ifadesi yer alıyordu. Kadının ev-içi emeği, “üretime bir destek” olarak kabul görülmekle kalmadı, her tür haktan yararlandırıldı. Örneğin evlilik süresince biriktilen servet, eşlerin ortak serveti kabul ediliyor, ev kadını olsa da ayrım yapılmadan eşdeğer biçimde pay sahibi oluyordu.

Elbette sosyalizmin asıl amacı, “ev kadını” bırakmamak, tüm kadınları toplumsal-siyasal yaşama katmaktır. Fakat kreşler, çocuk yuvaları, başlangıçta bütün çocukları kucaklamaktan uzaktı. Giderek bu oran arttı. 1932’de sanayide yüzde 70’lere ulaştı. Kadınların çalışma oranı da bu yıllardan itibaren sürekli yükseldi. 1930 yılından itibaren SB’de işsizliğe son verilmiş olmasının da bunda payı vardı. 1954 yılında çalışabilir yaştaki tüm kadınların yüzde 80’i çalışıyordu. Sınırlı sayıdaki ev kadınları ise, gönüllü olarak toplumsal faaliyetlere katılıyor, kreşlerde, aşevlerinde bazı işlere yardım ediyorlardı.

Kadınların her alandaki eşitliği, 1936’da yapılan anayasa ile güvence altına alındı. Kadının, ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yaşamın tüm alanlarında ve devlet nezdinde, erkekle eşit haklara sahip olduğu belirtildi. Kadının erkekle eşit çalışma, eşit ücret, dinlenme ve eğlenme, eğitim ve sosyal güvence hakkının gözetileceği vurgulandı.

Lenin, sosyalist inşaanın, “önemsiz, boş ve üretken olmayan çalışmalardan kurtulan kadınlarla beraber” başlayacağını  söylemişti ve “ancak kadınlar tam eşitliği kazandıktan sonra” bunun tamamlanacağını eklemişti. Bolşeviklerin devrim sonrasında ilk iş olarak kadın haklarını ele alması bu bakışaçısının bir ürünüdür. Sosyalizm, sınıflı toplumlarda ve onun son örneği kapitalizmde köle muamelesi gören kadını, hakettiği konuma yükseltti. Daha önemlisi, kadını-erkeğiyle çalışan insanı, ülkesinin sahibi yaptı.  SB’de emek, bir onur ve kahramanlık meselesi haline geldi.

 

Kadınların politik yaşama

katılımı

“Her aşçı kadın, devleti yönetebilmeli” diyordu Lenin, Ekim Devrimi’nin öngününde. Ama ekliyordu; “Biz ütopyacı değiliz… Şu anda devletin idaresini üstlenemeyeceklerini biliyoruz… Tüm emekçilerin, tüm yoksulların bu konuda eğitilmesine hemen başlanmalıdır… Hiç kuşku yok ki, işçi kadınlar ve köylü kadınlar arasında bizim bildiğimizden çok daha fazla örgütçü yetenek vardır.” (aktaran Nina Popava, Sosyalizm diyarında kadın, İnter Y. sf. 34)

İşte devrimden sonra çıkarılan yasalar, örgüt biçimleri, çeşitli yöntemler vb. hepsi, emekçi kadındaki bu cevherleri, “örgütçü yetenekleri” açığa çıkarmak ve onları daha fazla devlet yönetimine çekmek içindi. Çünkü sosyalizmin ayırd edici özelliği, kitlelerin siyaset yapması, bizzat yönetebilmesiydi ki, bu da kadınların katılımını şart kılıyordu. Kapitalizmde de kadınlar -daha sınırlı ve kötü koşullarda olsa da- çalışma hayatına atılmıştı. Ama bu durum, onları kölelikten kurtaramadı. Kurtuluşun en önemli yolu, toplumsal-siyasal hayata atılmak, söz ve karar sahibi olabilmekti.

Başta komünist kadınlar olmak üzere, bir bütün olarak Bolşevik Parti, kadını daha fazla siyasete-yönetime katmanın yollarını aradı. 1919 yılında Partiye bağlı kadın kolu “Jenotyel”i kurdular ve başına İnessa Armand’ı getirdiler. Her parti hücresinde, kadınlar arasında çalışma yapmak için Jenotyel’e bağlı özel birimler oluşturuldu. Jenotyel, kadın kitleleri bilinçlendirme ve yönetime katmada çok önemli işler başardı. Ayrıca kadına ve çocuklara dönük bir çok “sosyal hizmet kurumu”nun açılmasına önayak oldu. Kadınların çalışma ve yaşam koşullarını denetledi, partiyi bu konuda bilgilendirdi ve yönlendirdi.

SB’de kitleler esas olarak sovyetler, sendikalar ve kooperatiflerde örgütleniyordu. Fakat bunlar, milyonlarca kadını kucaklamaktan uzaktı. Özellikle de köy ve ev kadınlarını… Jenotyel, onlar için “delege toplantıları” yapmaya başladı. Her köy ve mahallede 40-50 kadını temsilen bir kadının seçildiği delegelerle haftada bir toplantılar yapılıyordu. Bu delegeler, seçmenlerinin şikayetlerini, önerilerini de içeren raporlar sunuyordu. Komünist kadınlarla birlikte çözüm yollarını tartışıyorlar, kararlar alıyorlar ve uyguluyorlardı. Komünist kadınlar da buralardaki gelişmeleri partiye rapor ediyordu. Böylece Parti, hem geniş kadın kitlelerinin durumu hakkında bilgileniyor ve onları yönlendiriyor; hem de kadınların yönetime katılmalarını teşvik ediyor, buralara hazırlamış oluyordu.

1930’da 40 milyon kadını temsilen 800 bin delege kadın vardı. Bu delegelerin çalışmalarını birleştirmek amacıyla “Delegetka” adlı bir gazete çıkardılar. Devrim öncesi yüzde 90’nı okuma-yazma bilmeyen kadınlar, “gönüllü muhabir” olarak bu yayın organına yazmaya başladılar.

Lenin, 1920 yılında Moskova Sovyeti seçimlerine gönderdiği bir mesajda şöyle diyor:

“İstediğimiz, işçi kadınların erkek işçilerle sadece kanun önünde değil, gerçek anlamda eşit olmasıdır. Bunu sağlamak için işçi kadınların kamu teşebbüslerine ve devlet idaresine giderek artan bir şekilde katılmaları gerekmektedir. Bu yolla kadınlar hızlı bir şekilde öğrenecekler ve erkekleri yakalayacaklardır. Bu yüzden, ister parti üyesi olsun ister olmasın, sovyete daha fazla işçi kadın seçin!” (age sf. 41)

1922 yılında köy sovyetinde kadınların oranı yüzde 1 iken, 1934’te yüzde 26.4’e yükseldi. Şehirlerde ise yüzde 5’ten yüzde 32.1’e çıktı. Fakat bunu başarabilmek hiç kolay olmadı. Özellikle kırsal alanda oluşan direnci kırmak, çok çetin bir mücadeleyi gerektiriyordu.

Kadınların seçme ve seçilme hakkı 1917’den itibaren tanınmış olduğu halde, başlangıçta seçimlere katılım oranları oldukça düşüktü. Bunun bir yanını kadınların, haklarının bilincinde olmamaları ve cesaretsizlikleri oluşturuyorsa; diğer yanını erkeklerin, özellikle de kocaların direnci oluşturuyordu. Bu, kırsal kesimlerde çok daha belirgindi. Bütün bunlar komünist kadınlar öncülüğünde köylü kadınların zorlu mücadelesiyle aşılabildi. Feodal kalıntıların en fazla olduğu kırsal kesimde bile, kadın yöneticiler arttı.

Ancak her alanda kadın-erkek eşitliğini sağlayabilmek, binyıllardır kadını küçük gören gelenek ve önyargıları kırabilmek hiç kolay değildi. Özellikle SSCB’yi oluşturan ve çoğunluğu Müslüman olan  cumhuriyetlerde (1922 yılında 7 özerk bölge böyleydi) bunu başarmak, çok daha zordu. Yerel toprak sahipleri, tacirler, yobaz din adamları, devrimcileşen Müslüman kadınlara her tür iftirayı atıyor, işkence ediyor, hatta öldürüyorlardı.

Buralarda okuma-yazma oranı çok düşüktü, kadınların ise hiç yoktu. Örneğin Türkmenistan’da devrim öncesi kadınların okuma oranı binde 7 idi. (1946’da binde 900’e çıktı.) Bazı halkların yazılı dili bile bulunmuyordu. Özbekistan, Tacikistan gibi bölgelerde kadınlar tamamen yalıtılmış, çarşafa sokulmuş durumdaydı.

Jenotyel’e bağlı ekipler, okuma-yazma öğretmek, mesleki beceriler kazandırmak, sosyalizm konusunda bilinçlendirmek için o bölgelere gittiler ve kadınlarla toplantılar yaptılar. Jenotyel üyelerinin dikkat çekmemek için çarşaf giyip peçe taktıkları oldu. Çünkü Müslüman kadınların devrimci tarzda değişmesini istemeyen dinci-gericiler, Jenotyel üyelerine saldırılar düzenliyor, öldürüyorlardı.

“Bir özgürlük savaşçısı Zülfiye Han, mollalar tarafından diri diri yakılmıştı. Bir Taşkent okulunda kız çocuğu, tatilde köyünde kadın hakları konusunda propaganda yapmıştı. Parçalanmış vücudu, okula, üzerinde şu sözcükler yazılı bir araba ile gönderilmişti: ‘İşte size kadın özgürlüğü’. Bir başka kadın, köy ağasının uyarısına aldırmamış ve komünist bir köylüyle evlenmişti. Ağanın kışkırttığı 18 kişilik bir çete, gebeliğinin 8. ayında ırzına geçmiş ve vücudunu nehre atmıştı.” (Stalin Dönemi, Anna Strong, Onur Y.)

Benzer bir durum, Ukrayna’nın kırsal Hristiyan bölgelerinde de yaşandı. Yani Müslüman ya da Hristiyan, dinci gericilik her yerde karşılarına çıkıyordu. Bütün bu zorlu koşullara rağmen Jenotyel, o bölgelerde yerel kadın örgütleri kurmayı başardı.

Daha önce tiyatrolarda kadın rollerini bile erkeklerin oynadığı bu bölgelerde, onlarca tiyatro, opera ve bale salonu, kütüphane kuruldu. Mesela SB’deki en büyük kütüphane, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabad’ta oluşturulmuştur. Kadınlar sadece “kadın mesleği” olarak bilinen öğretmen veya hemşire değil; gemi kaptanı, pilot, mühendis oldular. Bunu hem erkeklerin, hem de yaşlı kadınların direncini kırarak başardılar. Pilot olarak çok başarılı olmuş bir Gürcü kadın, köyüne gittiğinde böyle bir mesleği seçtiği için yaşlı kadınların da tepkisiyle karşılaştığını, ancak ikinci emperyalist savaş sonrası büyük bir gururla karşılandığını anlatıyordu. Bir Azeri kadın ise, “Devrim kadınımızı özgürleştirdi ve yüzyıllardır sarındırılmış olduğu at kılından yapılmış o peçeden kurtardı” diyordu. Giderek artan oranda hem kendi cumhuriyetlerinde, hem de merkezi yönetimde yer almaya başladılar. Azerbeycan Halk Sağlığı Bakanı bir kadın oldu mesala. (Sosyalizm diyarında kadın, Nina Popova, İnter Y. sf. 115)

1920’de Bakü’de toplanan “Doğu Halkları Kongresi”nde konuşan Türk kadın temsilci Naciye Hanım ise şöyle sesleniyordu: “Doğu’da yükselmeye başlayan kadın hareketine, kadının toplumsal hayattaki yerinin narin bir bitkinin, ya da kibar bir oyuncak bebeğinki kadar olmasından memnun olan ahmak feministlerin gözünden bakılmamalıdır. Bu hareket, dünya genelinde cereyan eden devrimci hareketin önemli ve kaçınılmaz bir sonucu olarak görülmelidir.”

Naciye Hanım, konuşmasının devamında, Müslüman kadınların en önemli sorununun sanıldığı gibi çarşaf olmadığını belirtiyor ve eğitimde, meslekte “tam hak eşitliği” “çok eşliliğin kaldırılması”, “evlilikte eşit haklar” “kamuda kadınlara iş verilmesi” gibi taleplerini sıralıyordu. Müslüman komünist kadınların önündeki en büyük engelin, erkeklerin kadına bakışı olduğunu söyleyerek onları uyarıyordu: “Siz Doğulu erkekler, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de kadınların kaderlerine karşı kayıtsız kalırsanız, beraberce yaşadığımız ülkemiz bizimle birlikte yok olacaktır… Eğer kurtuluşunuzu istiyorsanız, taleplerimize kulak vererek bize yardım edin, beraberce mücadele edelim!” (Sharon Smith, Kadınlar ve sosyalizm, Yordam Y. sf. 149)

Sadece SSCB’ye bağlı Müslüman bölgelerde değil, Türkiye gibi yarı-sömürge bir ülkede dahi, Ekim devriminin kadın hakları konusunda yaptıkları, son derece etkili olmuştur. Osmanlı’nın yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında SSCB’nin birçok bakımdan katkısı olduğu gibi, kadın haklarının kazanımı konusunda da önemli bir rol oynadı. Türkiye’de kadına seçme ve seçilme hakkının verilmesi, devletin bir lütfu değil; dışarda SB’nin, içeride devrimci kadınların mücadelesiyle gerçekleşti.

Yeniden sosyalist SB’ye dönersek; sınıflı toplumların kadına yaklaşımına karşı savaş açan Lenin, “eski efendi bakış açısını, en son, en ince köküne kadar kurutmalıyız – partide ve kitleler içinde” diyordu. Elbette kitlelerde bunu başarabilmek, ilkin parti içinde çözmeyi gerektiriyordu. Kaldı ki Bolşevikler, kadına bakışta dönemlerindeki tüm partilerin çok ilerisindeydiler. Parti’nin ilk nüvesi niteliğindeki “Petersburg İşçi Sınıfının Kurtuluşu için Mücadele Birliği” 1885’te kurulduğunda, yönetiminde, Krupskaya ile birlikte dört kadın bulunuyordu. Devrim sonrasında çeşitli dalgalanmalar görülse de ileriye doğru bir artış oldu ve 1952’de yüzde 22’ye ulaştı…

Krupskaya, bunun “büyük bir ilerleme” olduğunu belirttikten sonra, halen eksik bulduğunu şu sözlerle ifade ediyordu: “Kadınların yasa önünde var olan eşitliği yaşamda da gerçekleşmiş olsaydı, sovyetlere seçilen kadınların oranının yüzde 50 civarında olması gerekirdi. Eskinin mirası hala çok güçlü. Bunun en önemli sebeplerinden biri kültürel geriliktir.” (Sosyalist Ekim Devrimi ve kadınların kurtuluşu, sf. 187)

Kadınlar sovyetlerde yaklaşık üçte bir oranında temsil ediliyordu. Bu oran, cumhuriyetlere göre farklılık gösteriyordu (Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile diğer Cumhuriyetler arasında oransal farklar mevcuttu. Rusya’da bu oran, daha ileriydi.) Ama hiç birinde yüzde 50’ye ulaşamamış olması, bir eksiklikti. Buna karşın o yıllarda birçok kapitalist-emperyalist ülkede kadının seçme ve seçilme hakkı bile yoktu. Bu ülkelerde kadınların parlamentoya girişi ‘60’lı yılları bulmuştur. Örneğin ABD’de 1966 seçimlerinde mecliste sadece 12 kadın vardı, bu da yüzde 2 civarına denk düşüyordu. İngiltere’de 640 parlamento üyesinden 24’ünü, yani yaklaşık yüzde 4’ünü kadınlar oluşturuyordu.

En demokratik görünen ABD ve İngiltere’de, resmi olarak kadınlarla erkekler eşitti. Ama İngiltere’de seçme-seçilme hakkı bile, eğitim, ikametgah, mülkiyet gibi koşullarla sınırlandırılmıştı. ABD’de birçok eyalette evli kadınların ailenin malı-mülkü üzerinde tasarrufta bulunma hakkı yoktu. Ayrıca kadınlar kazandıklarını kocalarına vermek zorundaydılar. Belçika, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinde, evli bir kadının kocasının rızası olmadan yasal bir işlem yapma hakkı yoktu. Kocaları işi bırakmalarını istediği anda, bırakmak zorundaydılar.

Bunlar, en “demokratik” ülkelerdeki kadının durumuydu. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin sözünü bile etmiyoruz. Bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sistem, Ekim Devrimi ile kurulan sosyalizmin 30 yıllık deneyimiyle karşılaştırıldığında, aradaki uçurum tüm çıplaklığı ile görülür. Elbette bunları belirtmek, sosyalist SB’deki eksiklerin üzerini örtmek anlamına gelmez. Ama her şeyi kendi koşulları içinde değerlendirmek ve başarılan şeylerin büyüklüğünü asla küçümsememek gerekir.

“Kamusal hizmette, politik yaşamda, miliste kadınlara yer vermeksizin, kadınları o köreltici ev ve mutfak atmosferinden çıkarmaksızın, hiçbir gerçek özgürlük güvenceye bağlanamaz, sosyalizm şöyle dursun, demokrasi bile kurulamaz” demişti Lenin. (Kadın sorunu üzerine, İnter Y. sf. 67)

Sosyalist SB, emperyalist savaş, işgal ve kuşatma altında; feodal kalıntıların hüküm sürdüğü geniş bir coğrafyada ve çok kısa bir süre içinde büyük işler başardı. Bugün bile hiç bir kapitalist-emperyalist ülkede gerçekleşmeyen haklarını yaşama geçirdi. Feministler dahil olmak üzere karşı-devrimciler, bunları ne kadar gölgelemeye, karalamaya çalışırsa çalışsın, gerçekler orta yerde duruyor ve onların üzerini kimse örtemez.

 

Sosyalizmde ahlak, evlilik,

cinsel yaşam…

Sosyalizmin ahlak anlayışı, aileye, evliliğe, aşka yaklaşımı, üzerinde en fazla spekülasyon yapılan konulardır. Sosyalist SB’de bu alanda çıkarılan yasalar ve uygulamalar, birçok tartışmayı beraberinde getirmiştir. Esasında bin yıllardır süren sınıflı toplumun ahlak anlayışından kopuşun son derece sancılı olmasına, diğer alanlarda yaşanan değişikliklerden çok daha fazla dirençle karşılanmasına ve birçok savrulmaya yol açmasına şaşmamak gerekir. Çünkü bunlar,“netameli” konulardır. Diğer yandan “sosyalist (komünist) ahlak” olup olmayacağı bile tartışma konusu olmuştur.

Lenin 2 Ekim 1920’de gençlere yaptığı bir konuşmada; “Komünist ahlak diye bir şey var mıdır? Elbette ki vardır” dedikten sonra “komünist ahlak”ı şöyle tanımlıyordu: “Komünist ahlak, sınıf mücadelesine hizmet eden, emekçileri her çeşit sömürüye karşı, her çeşit küçük özel mülkiyete karşı birleştiren ahlaktır… Ahlak, insan toplumunun yücelmesine, emek sömürüsünden kurtulmasına hizmet eder.” (Proletarya kültürü, Yar Y. sf. 69)

Sosyalist ahlakın başlıca unsuru, emeğe saygıydı; topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmekti. “Herkese emeğine göre” ilkesini yaşama geçiren sosyalizmde, emek en yüce değerdi. Sovyet anayasasında “çalışmayan yemez” deniyordu. Asalak tipler, topluma hiçbir yararı dokunmayanlar, başkasının emeğini sömürmeye kalkanlar, sosyalist toplumun en büyük düşmanlarıydı ve onlara tavizsiz yaklaşılıyordu.

En başta ekonomik sömürünün temeli ortadan kaldırılmıştı, büyük toprak sahipleri ve burjuvazi iktidardan alaşağı edilmiş, “kar için üretim” ortadan kalkmış, işçi ve emekçilerin yönettiği bir ülke haline gelinmişti. ‘30’lı yıllardan itibaren işsizlik diye bir sorun kalmadı, herkese “yeteneğine göre” çalışacak bir iş mutlaka bulunuyordu. İkincisi, toplumsal bir bilinç oluşmaya başlamıştı, asalaklar, emek hırsızları, en başta işçi ve emekçilerin tepkisiyle karşılaşıyor, tecrit ediliyordu. Ve üçüncüsü, sömürü yasal olarak da “suç” kapsamına alınmıştı. Buna cinsel sömürü de dahildi.

Sosyalist SB, aile, evlilik, cinsel ilişkiler gibi alanlara devletin müdahale etmemesi gerektiği önkabulü ile yaklaştı. Bunlar kişiyi ilgilendiren “özel mesele”lerdi, kimin kimle ve nasıl bir ilişkiye gireceği kendi sorunuydu. Ancak ilişki kurduğu kişiye şiddet uyguladığında, onu sömürmeye kalktığında; işte o zaman kişinin kendi sorunu olmaktan çıkıyor, toplumu ilgilendiren bir hal alıyordu ve o aşamada müdahale zorunluydu. “Suç kovuşturması, şiddet ve zor kullanımında ve başkasının çıkarlarına saldırı ve zarar verme noktasında gündeme gelir” deniyordu yasada. Yasalar zaten ekonomik ve toplumsal olarak zayıf olan tarafı (yani kadınlar ve çocukları) korumaya dönük hazırlanmıştı. Kadına ve çocuğa yapılan saldırılarda, “aile dokunulmazlığı” ve “özel mesele” zırhı, delinip geçilmişti.

1921 yılında çıkarılan bir kararname ile, evlilikte soyadı seçimi serbest bırakıldı. Evlenen eşler, kendi soyadlarını kullanmaya devam edebilecekleri gibi, erkeğin ya da kadının soyadını da kullanabilir ve çocuklarına bu soyadını verebilirlerdi.

Devrimden hemen sonra Aralık 1917’de çıkartılan bir kararname ile, Çarlık Rusyası’nda evlilik ve aile üzerinde kilisenin tahakkümü kaldırıldı. Bir bütün olarak dini, kişinin ‘özel sorunu’ olarak gören Sovyet devleti, kilise evliliğini yasaklamak yerine, kişilerin tercihine bıraktı. Fakat bu şekilde evlenenler, evlilikle ilgili yasal haklardan yararlandırılmadı. Bu kısıtlamayı, dini evlilikleri azaltmak, giderek kaldırmak için yapmışlardı. Ayrıca o güne dek kilisenin tuttuğu ölüm, doğum, evlilik gibi kayıtların hepsini kiliseden aldılar. Bir bütün olarak din ile devlet işlerini birbirinden ayırdılar.

Boşanma kolaylaştırıldı, yasal prosedür olabildiğince aza indirildi. Kararnamede; “her iki taraf da boşanmayı kabul ettiğinde, çocuklar, mülkiyetin paylaşımı vs. hakkında yazılı anlaşmaya varırlar ve bunu ilgili makama bildirirler” deniyordu. Bunun hukuksal olarak geçerli bir anlaşma olduğu belirtildikten sonra, “aynı görüşte olmadıklarında mahkemeye başvururlar ve mahkeme karar verir” deniliyordu. (29 Aralık 1917’de çıkartılan “Boşanma Hakkında Kararname”den)

Boşanmanın bu kadar kolay hale getirilmesiyle, devrimin ilk yıllarında boşanma oranı hızla arttı. En başta zoraki sürdürülen eski evlilikler yıkıldı. Ama yeni evlilikler de kısa süreli oluyordu. Bin yıllardır oluşan geleneklerin yıkılması, burjuva-feodal ahlak anlayışının yok edilmesi, farklı uçlara savrulmaları doğurdu ki, bu da doğaldı. Bir yandan “serbest aşk” adıyla sorumsuz ve günübirlik ilişkiler savunuluyor, diğer yanda “bu işlere ayıracak zamanımız yok” diyerek aşktan ve evlilikten uzak duranlar çıkıyordu. Özellikle Komünist Gençlik Örgütü (Komsomol) içinde bu tür savrulmalar çok fazlaydı. Lenin “geçip gitmenin ve oluşmanın yavaş ve çoğu zaman büyük acı veren bir sürecidir bu” diyerek açıklıyordu durumu. Boşanmaların artmasıyla ilgili küçük-burjuva hezeyanları ise şöyle yanıtlıyordu:

“Burjuva ülkelerin toplumsal koşullarını azbuçuk tanıyan biri, fiili boşanmaların gerçek sayılarının her yerde karşılaştırılamaz büyüklükte olduğunu bilir. Rusya bu bağlamda diğer ülkelerden sadece bir noktada, onun yasalarının ikiyüzlülüğünü, kadının ve çocuğun haktan yoksun durumlarını tasdik ve kabul etmemesinde, bilakis açık ve devlet iktidarı namına her türlü ikiyüzlülüğe ve haktan yoksunluğa karşı savaş açmasında yatmaktadır.” (Sosyalist Ekim Devrimi ve kadınların kurtuluşu, Dönüşüm Y. sf. 312)

Boşanma durumunda eşlerin birbirine nafaka ödeme zorunluluğu ise, en fazla bir yıl ile sınırlandırıldı. Eşlerden biri desteğe muhtaç durumda olduğunda -kadın ya da erkek- diğeri ona bir yıl boyunca nafaka ödemek zorundaydı. Yani karşılıklı nafaka ödeme yükümlülüğü vardı. Fakat sosyalist inşanın gelişmesi, özellikle kadının ekonomik bağımsızlığını kazanmasıyla bunun giderek önemini yitireceği, ortadan kalkacağı düşünülüyordu. Nitekim 1940 sonrasında fiilen ortadan kalktı. Nafakanın tümden kaldırılması ve ihtiyacın devletin oluşturacağı “fon”dan karşılanması daha önceden gündeme gelmişti. Fakat bu öneriye en çok kadınlar karşı çıkıyordu. Böyle bir uygulamanın erkeklerin kadınlara ve çocuklara karşı sorumsuz davranışlarını arttıracağını ileri sürüyorlardı.

Devrimin getirdiği en önemli değişikliklerden biri de, evlilik dışı doğan çocukların yasa önünde eşit haklara sahip kılınmasıydı. “Gayri-meşru çocuk” kavramı ortadan kaldırıldı, tüm çocuklar devletin kreşinden, çocuk yuvalarından, parasız eğitim ve sağlıktan yararlandırıldı. 1926 yılında kabul edilen yasa ile fiili evlilikler de yasal olarak tanındı.

Ne var ki, kolay boşanma ve fiili evlilik gibi özgürlükler, henüz sosyalist bilinç almamış kişiler tarafından, ilişkiye karşı sorumsuzca davranışın zemini olarak değerlendirildi. Bu durumun özellikle erkekler tarafından kötüye kullanıldığı tesbit edilmişti. Kısa süreli ilişkiler kurup, kadına ve çocuğa karşı hiç bir sorumluluk duymadan çekip gidenler artmıştı. Kürtajın adeta bir patlama yapmasında bu durumun da etkisi vardı.

18 Ekim 1920 tarihli kararname ile kürtaj yasağı kaldırıldı. Kürtajı yasal hale getiren ilk devlet SB oldu. Kürtaj, kadının bedenine zarar veren, en eski “korunma” yöntemiydi. Fakat gerek Çarlık Rusyası’nda, gerekse kapitalist ülkelerde, kürtajın yasak olmasından dolayı, yasadışı ve sağlıksız koşullarda yapılıyor ve bu durum, birçok kez annenin ölümüyle veya hastalık kapmasıyla sonuçlanıyordu. O yüzden Ekim Devrimi’nden sonra kürtaj serbest bırakıldı. Sosyalist inşanın gelişmesiyle birlikte, kürtajın da giderek azalacağı düşünülüyordu. Fakat öyle olmadı.

Kürtajın serbest bırakılmasının ardından büyük bir artış yaşandı. 1924 yılında ise patlama yaptı. En fazla da evlilik dışı gebelikte kadınlar kürtaja başvuruyordu. Hem de bu, birden fazla kez gerçekleşiyor, bu durum annenin sağlığına ciddi zararlar veriyordu. Doğum oranları birdenbire olağanüstü düzeylerde düşmüştü.

Bunun üzerine ikinci, üçüncü kürtajlara sınırlama getirildi, kürtajın zararları anlatılarak en aza indirilmeye çalışıldı. Bilim insanları bu konuda araştırmalar yaptılar. Başta kadın kuruluşları olmak üzere her yerde tartışmalar yürütüldü. Ve 1936 yılında kürtaj, bazı istisnalar dışında tutularak yasaklandı. (“Hamile kadının hayatının tehlikeye atıyorsa, ya da sağlığına ciddi zarar verme tehlikesi taşıyorsa, ya da ana-babanın ağır kalıtımsal hastalıkları olması halinde.”)

Kürtajın -zorunlu durumlar dışında- yasaklanması, feministlerin sosyalizm aleyhine en fazla kullandığı konulardan biridir. Fakat sosyalist SB’de kürtaj yasalaşırken de yasaklanırken de “kadının kendi bedeni üzerindeki hakkı” üzerinden değil, kadının sağlığı açısından bakılmış ve sosyalist toplumun yararları esas alınmıştır. Ayrıca o dönemdeki tıbbın durumu (kürtaj yapma tekniklerinden, korunma tedbirlerine kadar) bugünle kıyaslanmayacak ölçüde geridir. Üstelik, sosyalist inşanın ulaştığı düzey, annenin bakmak istemediği çocukları devletin tam güvence altına almasına olanak verecek duruma gelmiştir.

Kürtajın yasaklandığı dönem, dünyaki gelişmeler açısından da kritik bir andır. 1936, Nazi Almanyası’nın Avrupa’da işgallere başladığı, ikinci emperyalist savaşın arifesidir. Böyle bir savaşta emperyalistlerin ilk hedefinin sosyalist SB olacağı bellidir. Bunu Stalin başta gelmek üzere Sovyet liderleri bilmektedir. Yaşanacak insan kaybını düşünerek, yasaklamış olabilirler. Bu yönde Sovyet kaynaklarında herhangi bir ibare görülmese de, sonradan bakıldığında böyle bir bağ kurulabilir. Çünkü ikinci emperyalist savaşta 20 milyon Sovyet vatandaşı ölmüştür. Ve kürtaj 1955 yılında yeniden yasal hale getirilmiştir.

Sonuçta ilk sosyalist devlet olmanın sıkıntıları, zorlanmaları sözkonusudur. Öyle ki, bazı konularda deneme-yanılma ile ilerlendiği olmuştur. Sadece kürtaj konusunda değil, birçok konuda iniş çıkışlar yaşanmış, yanlışlar da yapılmıştır. Bize düşen, ilk sosyalist devletin deneyimlerinden doğru sonuçlar çıkarmak, yanlışlarını tekrarlamamak ve onu aşmaktır.

Benzer bir tartışma “sosyalist aile” kavramı için de geçerlidir. Marks ve Engels, sermayenin ortadan kalkmasıyla birlikte fuhuşun ve ailenin de ortadan kalkacağını söylemiştir. Cinsel ilişkilerin değişikliğe uğrayarak “yeni biçimler” alacağını belirtmişlerdir. Ama bunun ne olacağı konusunda hayali formüller üretmemişler, “yeni insanlar”ın kendi pratikleriyle, kendilerinin belirleyeceğini vurgulamışlardır.

Sınıfların tümden kalktığı bir toplumda, onun ortaya çıkardığı aile de sönümlenecektir. Komünizme geçiş aşaması olan sosyalizmde, hem de birkaç on yılda bunu başarmak mümkün değildir. Fakat başarılacak -ve başarılan- şeyler vardır. Bunlardan birincisi; ailenin, toplumun en küçük “ekonomik birimi” olma özelliğinin kalmamasıdır. Ev işi ve çocuk bakımının tümden toplumsallaştırılmasıyla bu çözülmüştür. İkincisi, kadın-erkek ilişkisinde erkek egemenliği yasal olarak son bulmuştur. Kadınların üretime katılmasıyla bunun ekonomik temeli de ortadan kaldırılmıştır. Böylece toplumsal değişim adım adım gerçekleşmektedir. Üçüncüsü, ilişkinin tek temeli “karşılıklı sevgi”dir.  Bunun bittiği noktada -tek taraflı bile olsa- ilişki de biter, çünkü zorunlu birlikteliğin hiçbir temeli kalmamıştır.

Sosyalist SB’de aile varlığını korudu, fakat kapitalizmdeki aileden çok farklı olarak. Karşılıklı sevgiye dayanan, birbirlerine, çocuklarına, topluma karşı sorumluluklarını yerine getiren bir aile vardı artık. Fakat bu haliyle bile “aile” idealize edilmedi. Engels’in sosyalizm için öngördüğü şekilde, “modern bireysel aşk” biçiminde tek eşlilik savunuldu ve bunun zemini oluşturulmaya çalışıldı.

Fuhuş konusunda ise çok daha başarılı bir yol izlendi ve neredeyse yok denecek düzeye indirildi. Oysa Çarlık Rusyası’nda fuhuş, dönemin tüm burjuva devletlerinin bile çok üzerindeydi. Savaş ve yoksulluk, fuhuşu patlatmıştı. 1889’da tutulan bir belgede, “kayıtlı fahişelerin yüzde 83’ünün maddi koşulları kötü durumda olan sınıf ve tabakalardan geldiği” belirtiliyor. Bunların içinde hizmetçilik yapmış olanların oranı ise, yüzde 65’tir! Bu oran, aristokratların ve burjuvaların yanında çalışan kadınların, en başta “patronları”nın cinsel istismarına uğradığını net biçimde ortaya koyuyor. Cinsel istismara maruz kalan kadınlar, sonrasında aileleri tarafından da kabul edilmiyor ve geçimlerini sağlamak için kendi bedenlerini satmak zorunda kalıyorlardı.

Lenin, “ücretli kölelik varolduğu sürece, fahişelik de kaçınılmaz olarak sürecektir” diyor ve şu gerçeği çarpıcı bir şekilde ifade ediyor: “Toplum tarihi boyunca tüm ezilen ve sömürülen sınıflar, ezenlere ilk önce ödenmemiş emeklerini, ikinci olarak da karılarını ‘efendileri’ne cariyeleri olarak sunmak zorunda kalmışlardır.” (Kadınların kurtuluşu, Honca Y. sf. 31)

Ekim Devrimi  sonrasında Sovyet devleti, genelevleri hemen kapattı. Sağlık Halk Komseri; “kadının işsizliği ve himayeden yoksunluğu, fuhuşun temel sosyal nedenidir” diyerek, fuhuşa karşı mücadeleyi, onu doğuran koşullara karşı mücadele olarak ele aldıklarını ifade etti. “Fuhuşa karşı mücadelenin kesinlikle fahişelere karşı mücadeleye dönüşmemesi” gerektiği, 16 Aralık 1922’de yayınlanan genelge ile özel olarak belirtildi. Fakat kadınları fuhuşa iten kişiler, arabulcular, ağır şekilde cezalandırılıyordu. Bu kişiler için “sıkı tecritle birlikte yürüyen üç yıllık hapis” cezası öngörülüyordu. Fuhuş yapan kadınların cezalandırılması ise sözkonusu değildi. Onlara önce iş bulunuyordu, fakat çalışmamakta ve fuhuşta ısrar edenleri, -topluma yararlı bir iş yapmayan herkes gibi- “çalışma kampları”na gönderiyorlardı.

Kollontay bu konuda şunları söylüyor:

“Fuhuş, kadının güvencesiz konumunun ve erkeğe bağımlılığının bir sonucuydu… Biz fuhuşa karşı mücadeleyi ahlaksızlığa karşı mücadele olarak ele almıyoruz, bilakis ona karşı mücadeleyi, üretim sabotajının bir biçimine karşı mücadele olarak görüyoruz. Çünkü profesyonel bir fahişe, emeğiyle toplumun zenginliğini arttırmıyor, tam tersine başkalarının sırtından geçiniyor. Bu nedenle fuhuşu, çalışmadan kaçmanın bir biçimi olarak mahkum ediyor ve buna karşı mücadele ediyoruz… İsterse siyasi komiserin karısı olsun, biz tüm üretim kaçkınlarını aynı şekilde yargılıyoruz.” (aktaran Sosyalist Ekim Devrimi ve kadınların kurtuluşu, Dönüşüm Y. sf. 396)

Bu yaklaşım sosyalist SB’de fuhuşu yok denecek düzeye düşürdü. (Bu konuda fişleme yapmayı doğru bulmadıklarından kesin rakamlar yoktur.) Elbette tümden ortadan kalkmadı. Sovyet yayınlarında; “eski burjuva koşullardan gelen, eski varlıklı sınıflara dair anılar ve eğitim ile bozulmuş kızlar”ın olduğu ve bunların “SB’ye gelen burjuva temsilcilerinin yakasına ilk yapışanlar” olarak, bazen bir çift ipek çoraba, şekerlemeye kendilerini sattıkları söyleniyordu. Fuhuşun ekonomik-toplumsal nedenleri ortadan kalkmıştı, ama burjuva özlemleri taşıyan “eski”nin artıklarında, -bunlar az da olsa- görülebiliyordu.

Sosyalist SB’nin fuhuşa karşı mücadelede bu farklı yaklaşımı ve elde ettiği başarı, feministlerden liberallere kadar tüm sosyalizm düşmanlarının görmezden geldiği bir konudur. Yalan yanlış iddialarla sosyalizme saldıran feministler ve bir bütün olarak burjuva aydınlar, sosyalizmin başarılarının üstünü bilerek örtmekte ve unutturmaya çalışmaktadır.

Bir diğer yalanları, eşcinselliğin sosyalist SB’de yasaklandığıdır. Bu konuda da gösterdikleri tek bir belge yoktur. Oysa çıkarılan tüm yasalar ve uygulamalar tersini kanıtlamaktadır. “Rusya’da Cinsel Devrim” adlı kitabında Dr. Batkis şunları söylüyor:

“Sovyet yasamasının ruhu, tek tek kişilerin cinsel meselelelerine karışmamayı temel alır… İki yetişkin kişi arasında cereyan eden cinsel ilişkilere, bunda herhangi bir baskı ve zor görünümü olmadığı sürece kesinlikle karışmaz. Böyle bir ilişkinin cinsel uygulamadaki biçimleri, ilgili kişilerin özel meselesidir. Bu durumda yasama için toplum ahlakı sorunu mevcut değildir… Avrupa yasamalarında toplumsal ahlaka aykırılık olarak görülen homoseksüelliğe, sodomiye ve cinsel doyumun diğer biçimlerine karşı Sovyet yasası, aynen ‘doğal’ cinsel ilişkiye yaklaştığı gibi yaklaşmaktadır.” (aktaran Sosyalist Ekim Devrimi ve kadınların kurtuluşu, sf. 389)

Sosyalist SB’de “cinsel suçlar” kapsamında en ağır cezalar, “tecavüz”de uygulanmıştır. Bu suçu işledikleri kesinleşenlere “idam” verilip, kurşuna dizilenler olmuştur. Karısıyla cinsel ilişkide fiziki veya psikolojik şiddet uygulayan ya da onun çaresizliğini kullanan koca da Sovyet ceza yasasına göre tecavüzle yargılanmaktadır. Aynı şekilde fahişelik yapan bir kişiye de tecavüz cezalandırılır. Çocuklara karşı her türlü cinsel davranış ise, “cinsellik suçu” kapsamına alınmıştır. Bu, tecavüze varmışsa, çok ağır biçimde cezalandırılmaktadır.

Bir bütün olarak “cinsel yaşam” aile, evlilik, fuhuş vb. konularda çok başarılı işler yapılmış olmakla birlikte, yanlışlar, eksiklikler de olmuştur. Fakat hemen her konunun kitlelerle tartışılması, partinin kendi içinde bunları değerlendirmesi ve nerede olursa olsun yanlışlarla uzlaşılmaması çok daha önemlidir. 1929’da parti içinde yapılan büyük temizlikte, partiden atılan üyelerin dörtte biri, “kadınlara karşı komünist olmayan tutum, uçarılık, içkiye düşkünlük” nedenleriyle yargılanmıştır mesela. Parti, üyelerinden yaşam tarzlarına dikkat etmelerini ve kendilerine duyulan güveni istismar etmemelerini istemektedir. Tek eşliliğe önem vermekte, iki kişiyle aynı zamanda ilişkide olan kişileri, hem güveni hem cinselliği suistimal ettiğinden dolayı ayıplamaktadır.

Denilebilir ki, “eski”nin kendini en fazla ürettiği alan, “özel ilişkiler”dir. Görüldüğü gibi, parti içinde de izlerine rastlanmıştır. Bununla mücadele, asıl olarak sosyalist eğitimle ve “yeni insan”ın yaratılmasıyla mümkün olacaktır. Ancak bu durum sosyalist SB’nin katettiği mesafeyi görmezden gelmeyi, yok saymayı asla getirmemelidir.

 

Sonuç

“Yeni bir üretim tarzının uzun süre başarısızlıklar, yanlışlar, bozuk yönlerle mücadele etmeksizin birdenbire başarıya ulaştığı görülmüş müdür?” diye soruyordu Lenin ve şöyle yanıtlıyordu: “Yeni doğunca, ondan daha güçlü olan eski bir süre daha kalır. Bu doğada olduğu gibi toplumsal hayatta da böyledir. Yeni tohumların cılızlığı üzerine yapılan acı alaylar, aydın insanların ucuz şüphecilikleri vs. bütün bunlar proletaryaya karşı sınıf savaşı yöntemlerinden ve kapitalizmin sosyalizme karşı savunulmasından başka birşey değildir.” (Proletarya Kültürü, Yar Y. sf. 46)

Dün olduğu gibi bugün de her tür anti-ML akımın yöntemi böyle olmuştur. Ne yazık ki, bugün sosyalizmin prestijinin gerilemesiyle birlikte, anti-ML savları ortaya atanların sesi daha gür çıkıyor. Daha önce bunlara karşı duranlar bile, bu yaygaradan etkileniyor, benzer argümanlara sarılıyor. Bunların başında da “kadın sorununu sosyalizmin çözemediği, sosyalist SB’nin bu konuda çok yanlışlar yaptığı” geliyor.

Yaklaşık 30 yılı bulan ve bu 30 yıl içinde bir çok badireyi atlatmak zorunda kalan ilk sosyalist devletin, kadın sorunu konusunda yaptıklarını özetlemeye çalıştık. Sadece kadın emeğini toplumsallaştırması; onu eve bağlayan, Lenin çok çarpıcı ifadeleriyle “kadını boğan, aptallaştıran, aşağılayan, onur kırıcı, sinir bozucu” ev işlerinden ve çocuk bakımından kurtarması bile, kadının kurtuluşu yönünde atılmış büyük bir adımdır. Diğer alanlarda hiçbir şey yapmamış olsa dahi, salt bu adımla kadının köleliğine -bugüne dek hiçbir devletin yapmadığı şekilde- büyük bir darbe indirmiştir.

Ama diğer alanlarda da küçümsenmeyecek şeyler yaptıklarını biliyoruz. Kadını, mutfak ve çocuk odasına zincirleyen yaşamdan çıkarıp üretime katmakla kalmadı; toplumsal-siyasal yaşamın her alanında aktif hale getirdi. Evlilik, cinsel ilişkiler konusunda da “erkek egemen” zihniyete ciddi darbeler vurdu. Kadın-erkek eşitliğini, (pozitif ayrımcılık yaparak) kadınların lehine olacak şekilde düzenledi. Bütün yasaları “zayıfı koruma”ya  (kadını ve çocuğu) dönük olarak hazırladı.

Kadının kurtuluşu için birçok önemli adım atılmış olmasına rağmen, Lenin devrimden sonra şunları söylüyordu:

“Yasama sözkonusu olduğunda kadınla erkeği eşit bir seviyeye getirmek için elimizden gelen herşeyi yaptık ve bundan ne kadar gurur duysak azdır. Sovyet Rusya’da kadınların durumu en ileri ülkelerle karşılaştırıldığında ideal konumdadır. Ancak bunun sadece başlangıç olduğunu biliyoruz.” (aktaran Sharon Smith, Kadınlar ve sosyalizm, Yordam Y. sf 182)

Konunun başında belirttiğimiz gibi, ilk sosyalist ülke olarak SB, kadın sorunu dahil birçok konuda, iyi bir “başlangıç” yaptı. Devrimin liderleri, sorunu tümden çözemediklerinin bilincinde olarak ve yaptıklarını hiç abartmadan, aksine büyük bir alçakgönülülükle bunu ifade ettiler. Gelin görün ki, feministinden troçkistine tüm ML düşmanları, sosyalist SB’nin kadın sorununu çözemediğini bağırıp duruyor, Lenin’e örtük biçimde, Stalin’e ise açıktan saldırıyor.

Oysa sosyalist SB’nin bu kısa sürede yaptıklarının binde birini, ne o zaman ne de şimdi, en demokratik kapitalist-emperyalist ülkeler yapabildi. Çünkü kadının ezilmesi, sınıflı toplumların karakterinde vardı. Onun son temsilcisi kapitalizmde de özü korunarak sürüyordu. Özel mülkiyete son verilmediği sürece de böyle devam edecekti.

Diyalektiğin “yadsımanın yadsıması” yasası, bir şeyin kendini yadsıyarak başka bir şeye dönüştüğünü, ama bir sonraki evrede yine kendini yadsıyarak eski haline -daha gelişmiş bir şekilde- döndüğünü gösterir. En tipik örneği, tohumun başağa, başağın tekrar tohuma dönüşmesidir. Doğada olduğu gibi toplumsal olaylarda da buna rastlanır. Sınıfsız toplum kendini yadsıyarak sınıflı toplum haline gelmiştir; sınıflı toplum da kendini yadsıyacak ve tekrar sınıfsız topluma ulaşılacaktır. Fakat bu, eskisinin aynısı olmayacaktır. Yani yeniden ilkel bir komünal toplum değil, gelişmiş bir komünist toplum çıkacaktır karşımıza. Bu dönüşüm, kadının köleliğine de nihai olarak son verecektir. Ama yeniden “anaerkil dönem” şeklinde değil, kadın-erkek eşitliğinin en üst düzeyde gerçekleştiği bir toplum olacaktır.

“Yaşamlarında bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç vasıtasıyla satın almamış olan yeni bir erkekler kuşağı; ve kendini gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı… İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin pratiğini ona göre yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır.-nokta.” (Engels, Ailenin, özel mülkiyetin, devletin kökeni, abç)

Engels’in çok güzel bir şeklide ifade ettiği gibi, yeni bir toplum, “yeni kadınlar kuşağı” ile “yeni erkekler kuşağı” tarafından yaratılacaktır. Ve bundan sonra kurulacak olan sosyalist sistem, ilk sosyalist devlet SB’yi aşacaktır, aşmak zorundadır.

Marks ve Engels, birlikte kaleme aldıkları “Komünist Manifesto”da tek düzeltmeyi, Paris Komünü üzerinden yaptılar. Çünkü Komün, proletarya devletinin ilk örneğiydi. Engels, “sosyalizmde devlet nasıl olacak” sorusuna, “Paris Komünü’ne bakın” diye yanıt veriyordu. Lenin ise bu fikri “proletarya diktatörlüğü” olarak geliştirdi ve bizzat yaşama geçirdi. Sosyalist SB’nin önündeki tek örnek 72 gün süren Komün’dü. Biz ise 30 yılı aşkın bir sosyalist ülke deneyimine sahibiz. “Kadının kurtuluşu nasıl olacak” sorusuna, “sosyalist SB’ye bakın” diyecek durumdayız. Ama tıpkı Bolşeviklerin Komün’den çıkardıkları dersler gibi, biz de SB’den çıkardığımız derslerle, daha ileriye gideceğiz.

Kadının kurtuluşu ile proletaryanın kurtuluşu, birbirine sıkıca bağlanmış durumdadır. Jenotyel’in ilk kadın başkanı İnessa Armand’ın dediği gibi, “kadının kurtuluşu komünizm olmadan düşünülemezse, komünizm de kadının kurtuluşu olmadan düşünülemez.”

Bundan dolayı kadının kurtuluşunu başaracak tek sınıf proletaryadır, tek ideoloji ise Marksizm-Leninizdir.

Feministlerin iddialarının tersine kadın sorunu, cinsiyet değil, sınıfsal bir sorundur, çözümü de sınıfsal olacaktır. Tüm tarihsel olaylar, bize bu gerçeği tekrar tekrar kanıtlamaktadır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …