Haniye suikastı ve ötesi

Hamas’ın Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye, 31 Temmuz günü İran’ın başkenti Tahran’da öldürüldü.

İsrail’in bu saldırısı, son derece önemli bir meydan okumaydı. Her şey bir yana, Hamas liderinin İran topraklarında öldürülmesi, İran’a dönük bir saldırı anlamına da geliyordu. Üstelik İran’ın yeni seçilmiş cumhurbaşkanı, Mesud Pezeşkiyan’ın yemin töreninden sadece birkaç saat sonra. Ve Çin, yakın zaman önce Filistinli örgütleri toplayarak, İsrail-Filistin konusuna önemli bir siyasi müdahalede bulunmuşken…

İlk Filistin intifadasının yaşandığı 1987’den bugüne kadar İsrail, Filistin liderlerine karşı çok sayıda suikast düzenledi, birçoğunu öldürdü. Keza Haniye’nin çocukları ve torunları da yakın zaman önce İsrail’in suikastıyla öldürüldü.

Ancak Haniye suikastı, son dönemde gerek Ortadoğu’da gerekse dünyada peşpeşe gelen çok önemli gelişmelerin kesişme noktasıydı; ve görünenin ötesinde bir öneme sahipti.

 

NATO Zirvesi’nde hedef Çin ve Rusya

10-11 Temmuz tarihlerinde toplanan NATO 75. Yıl Zirvesi’nde iki önemli gündem vardı: Ukrayna savaşına destek verilmesi ve Çin-Rusya ilişkilerinin bir “tehdit” olarak ifade edilmesi.

32 NATO üyesi ülkenin katıldığı zirvede, Ukrayna’ya silah yardımının sürmesi ve önümüzdeki yıl en az 40 milyar dolar fon sağlanması konuşuldu. Yardımın kriteri ise “Rusya’nın saldırganlığını yenebilecek bir güç oluşturacak düzeyde” olarak tanımlandı. Sadece mali yardım değil, F-16 uçaklarının gönderilmesi de kararlaştırıldı. Yanısıra, Ukrayna’nın NATO ile birlikte “daha etkin çalışabilmesi için” ortak birim kurulması kararı alındı ve Rusya’nın Ukrayna’dan derhal ve koşulsuz olarak çekilmesi çağrısı yapıldı.

Zirvenin sonuç bildirgesinde Rusya, NATO ülkeleri için “doğrudan ve en önemli tehdit” olarak tanımlandı. Ayrıca Rusya ile Çin arasındaki “stratejik ortaklığın derinleştiği”; Çin’in “Ukrayna’da devam eden savaşta Rusya’nın kararlı destekçisi” olduğu ve Ukrayna’daki savaşta kullanılmak üzere Rusya’ya füze, bomba, uçak ve silah yapımında kullanılacak ekipman ve araçlar sağladığı belirtildi. Çin, NATO tarafından ilk defa “endişe veren bir ülke” olarak tanımlandı. Ayrıca Çin’in uzay çalışmaları ve nükleer cephaneliğinin hızla genişlemesi konusundaki “endişeler” de ifade edildi.

Rusya zaten NATO’nun rakibi ve “tehdit unsuru” olarak sayısız kez çeşitli belgelerde ve zirvelerde tanımlanmıştı. Eski Sovyet coğrafyasına ait ülkelerde yapılan Amerikancı darbelerden (“renkli devrim” adı verilen hareketler) NATO’nun Rusya’yı çevreleme, Rusya sınırlarına genişleme politikasına kadar pek çok noktada, bu rekabetin ve düşmanlığın sonuçlarını görürüz. Diğer taraftan Çin, son yıllarda bu türden belgelere daha fazla girmeye başladı. Ve ilk defa Çin, Rusya’ya olan desteği nedeniyle bu kadar açık biçimde eleştirildi, hedef alındı. Zirvenin sonuç bildirgesinde, “Çin’in sözde sınırsız ortaklığı ve Rusya’nın savunma sanayi üssüne verdiği büyük ölçekli destek aracılığıyla, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşının kesin olarak kolaylaştırıcısı haline geldi. Bu durum, Rusya’nın komşularına ve Avro-Atlantik güvenliğine yönelik tehdidi artırmaktadır” dendi ve Çin’in davranışları “sisteme bir meydan okuma” olarak tanımlandı.

ABD, NATO Zirvesi toplanmadan hemen önce, bazı Çinli şirketlerin Rusya savunma sanayiine teknolojik destek sağladığını belirtmiş ve ekonomik yaptırım uygulayacaklarını açıklamıştı. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ise, Çin’in ekonomik, askeri ve teknolojik kapasite bakımından NATO’ya yaklaştığını belirtti.

Zirvede ayrıca İran’ın “istikrarsızlaştırıcı eylemleri ile” NATO güvenliğini tehdit ettiği; Kuzey Kore ile Rusya arasındaki derinleşen bağları, NATO’nun “büyük bir endişeyle izlediği” de konuşuldu.

10-11 Temmuz tarihlerinde toplanan NATO Zirvesi, ABD ve AB emperyalistlerinin, Rusya’yı sıkıştırmak için bütün güçleri ile Ukrayna’ya destek vermeye, Ukrayna’daki savaşı büyütmeye; Rusya’yı yalnızlaştırmak için de Çin’in yardımını sınırlamaya odaklanmıştı. Bu arada İran’da NATO için bir “tehdit” olarak yeniden dile getirildi.

Her zirve dönemi, geçmişi değerlendirip geleceğe ilişkin kararların alındığı bir süreçtir. NATO’nun 75. Yıl Zirvesi de NATO’nun hedeflerini Rusya, Çin ve İran olarak, daha üst perdeden tanımlamış oldu.

 

Çin-Rusya askeri tatbikatı

NATO Zirvesi’nde eleştirilen Çin, daha sert cümlelerle bu eleştirilere karşılık verdi ve suçlamaları reddetti. Rusya’ya askeri yardım sağlamadığını, ekonomik ilişkilerini Dünya Ticaret Örgütü’nün kurallarına dayandırdığını, Ukrayna savaşında taraf olmadığını söyledi. Ardından karşı saldırıya geçerek NATO bildirgesini “önyargılı, iftira dolu ve provokasyon” diye tanımladı; “sözde Çin tehdidini köpürtmeyi bırakın ve savaşın temel nedenlerine eğilin” diye tepki gösterdi. Keza NATO’nun Hint-Pasifik bölgesinde çatışmaları kışkırttığını belirtti ve NATO ülkelerini “Asya-Pasifik’te kaos yaratmayın” diye uyardı.

“Çin hiç kimse için sistematik tehdit olmayacaktır; ancak bize bir sistematik tehdit gelirse, oturup hiçbir şey yapmadan bekleyecek değiliz” sözleri, NATO’ya karşı büyük bir meydan okumaydı.

Meydan okumanın devamı, fiili olarak da geldi. 11 Temmuz’da zirvenin sonuç bildirgesinin açıklanmasından birkaç gün sonra, Rusya ve Çin, ortak askeri tatbikat gerçekleştirdiler. 15 Temmuz günü Çin’in güneyinde bir liman kentinde, Rus ve Çin deniz kuvvetleri, askeri tatbikata başladılar.

Tatbikatın “uluslararası ve bölgesel durumlarla hiçbir ilgisinin olmadığı ve herhangi bir üçüncü tarafı hedef almadığı”nı belirten açıklamalar yaptılar elbette; ancak bu tatbikatın, Rusya-Çin yakınlaşmasını eleştiren NATO’ya bir cevap olduğu tartışmasızdı.

 

Filistin’de Çin “önderliği”

NATO Zirvesi’nin ardından Çin’in bir hamlesi de Filistin üzerinden geldi. Filistinli 14 örgüt, 21-23 Temmuz günlerinde Çin’in arabuluculuğunda biraraya gelerek görüşmeler yaptılar. El Fetih ve Hamas dahil, farklı görüşlere sahip 14 Filistinli grup, toplantı sonrasında aralarındaki anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak, birleşik bir Filistin hükümeti kurma konusunda anlaşmaya vardıklarını ve Pekin Beyannamesi’ni imzaladıklarını duyurdular.

Filistinli örgütler yaptıkları açıklamada, “ulusal birlik” hükümetinin kurulacağını, bu hükümetin BM kararına atfen, başkenti Kudüs olacak bağımsız Filistin Devleti kurmak için mücadele edeceğini ve bu süreçte “Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin günlük işlerini yürüteceğini, yıkılan şehirleri yeniden inşa edeceğini ve gelecek seçimler için sağlıklı bir ortam hazırlayacağını” belirttiler.

Toplantı iki yönden çok önemliydi. Birincisi 2007 yılından bu yana ilişkileri kesilmiş olan Hamas ve El Fetih, Çin’in arabuluculuğunu kabul etmiş ve biraraya gelmişlerdi. İkincisi, sadece bu iki büyük örgüt değil, Filistin mücadelesinin içinde yer alan farklı görüşlere sahip 14 örgüt ortak bir karar almışlardı.

Hamas ve El Fetih arasında 2007 yılında çatışmalar yaşanmış; ardından Hamas El Fetih’i Gazze’nin dışına sürmüştü. O güne kadar ortak yönetime sahip olan Filistin, o tarihten itibaren Gazze ve Batı Şeria olarak iki ayrı parçaya bölündü. (Toprak bütünlüğü zaten yoktu, siyasal üstyapı da parçalanmış oldu.) ABD’nin üretip büyüttüğü bir örgüt olan Hamas, “kontrol dışına çıktığı için” yine ABD tarafından şeytanlaştırıldı; İsrail’in de asıl hedefi haline geldi. Hamas bu dönemde Suriye, İran, Rusya, Çin ile ilişkilerini güçlendirdi.

İki örgütün, 17 yılın ardından ilk biraraya gelişinin Çin aracılığıyla gerçekleşmiş olması çok önemliydi. Keza Hamas’ın, Pekin Beyannamesi üzerinden, Gazze yönetimine El Fetih’i ortak etmeyi kabullenmesi de önemli bir siyasi değişimdi. Üstelik bu birlik ve ortak yönetim, tıpkı 2007’deki bölünmeden önce olduğu gibi, FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) bünyesinde gerçekleşecekti.

Elbette 23 Temmuz deklarasyonuna en büyük tepki İsrail’den geldi. İsrail, El Fetih’in Hamas ile yeniden ilişki kurmasını, ağır sözlerle eleştirdi.

Çin, geçen yıl Suudi Arabistan ile İran’ı biraraya getirmiş ve önemli bir toplantıya önderlik etmişti. Şimdi de tüm dünyanın gözleri önünde İsrail’in soykırım tehdidi ve saldırısı altında olan Filistinli örgütlerle yaptığı bu toplantı, Çin’in Ortadoğu’daki siyasi gücünü artırdığının göstergesi oldu. Üstelik daha önce Mısır ve başka Arap ülkeleri Çin’dekine benzer bir toplantı örgütlemek, Hamas ile El Fetih’i biraraya getirmek için çeşitli girişimlerde bulunmuş; ancak başarılı olamamışlardı.

Çin şimdi de başka ülkelerin de katılımıyla bir “İsrail-Filistin Barış Konferansı” düzenlemeyi, bölgede yaşanan sorunu ABD’nin tekelinden çıkarmayı planlıyor.

 

ABD’den İsrail’e tam destek

Tüm dünya halklarının destek ve dayanışmasını alan Filistin mücadelesi, Çin’in önderliğinde birleştirilirken, on aydır yaşanan soykırımın katili Netanyahu, ABD Kongresi’nde bir konuşma yapıyordu. 25 Temmuz günü gerçekleşen oturumda, ABD’li Kongre üyeleri Netanyahu’nun Gazze’de yaklaşık 40 bin kişinin öldürüldüğü katliamı savunan konuşmasını, neredeyse her cümlesini alkışlayarak dinlediler.

Bu konuşmanın hemen öncesinde, ABD’nin kendi içinde önemli karışıklıklar yaşanmıştı. 14 Temmuz günü Trump’un bir seçim konuşması sırasında silahlı saldırı gerçekleştirildi ve Trump yaralandı. Bu olay, Trump’ın oylarını birden tırmandırdı. Yaklaşık bir hafta sonra, 22 Temmuz günü ise ABD Başkanı Biden, Kasım’da yapılacak seçimlerde aday olmayacağını, yardımcısı Kamala Harris’i destekleyeceğini duyurdu.

Kasım seçimleri yaklaşırken gerçekleşen Trump’a saldırı olayı ve Biden’in çekilerek Harris’in öne çıkması, ABD emperyalizminin önümüzdeki dönemde yeniden daha saldırgan ve savaşçı politikalara geçeceğinin göstergesi oldu. Biden’ın giderek daha silik ve etkisiz bir figüre dönüşmesi ve hatta akıl sağlığının sorgulanıyor olması, ABD emperyalizminin zayıflamasının kanıtı olarak görünmeye başlamıştı. Şimdi hem Cumhuriyetçi Parti, hem de Demokrat Parti, daha saldırgan ve pervasız adayları öne sürerek yeni dönem politikalarının işaretini veriyorlardı.

Üstüne bir de Netanyahu’nun katliam savunan konuşmasının ABD Kongresi’nde bu kadar büyük bir destek görmesi, Ortadoğu’daki İsrail saldırganlığının artacağının, Ortadoğu savaşının sertleşeceğinin habercisi oldu. 

 

Lübnan-İsrail gerilimi tırmandı

Ortadoğu’da tırmandırılması en kolay gerilim, Lübnan ile İsrail arasındaki ilişkilerde ortaya çıkar. NATO Zirvesi’nin ardından dünya ısınır, emperyalistler birbirlerine tehditler savururken, Lübnan-İsrail ilişkileri de yeniden sertleşti. Netanyahu’nun ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmasından iki gün sonra; 27 Temmuz’da İsrail, Golan Tepeleri’ndeki Mecdel Şems beldesinde, sivillere dönük bir roket saldırısı gerçekleştirdi.

Sözkonusu bölge, aslında İsrail’in işgali altındaki, İsrail’in sınırları içinde kalan bir bölgeydi. Ancak nüfusun önemli bir kısmı Dürzi’ydi ve bu halk İsrail pasaportu almayı reddediyor; kendilerini Suriyeli olduğunu söylüyordu. Yahudi yerleşimciler bölgede hakimiyeti ele geçirmiş olsa da, İsrail’e tepki gösteren bir kesim varlığını sürdürüyor. 27 Temmuz’daki saldırı, bu bölgede halı sahanın yakınına düştü, 12 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı.

İsrail, saldırının Lübnan Hizbullahı tarafından yapıldığını iddia etti; Hizbullah ise roketin İsrail’in savunma sisteminden fırlatıldığını söyledi. İsrail kendisine bahane yaratmak için böyle bir saldırı mı gerçekleştirmişti bilinmez; ancak misilleme ve “sert bir cevap vereceğiz” tehditleri havada uçuştu. Ardından 30 Temmuz’da İsrail, Lübnan’ın başkentine düzenlediği hava saldırısında, Hizbullah’ın üst düzey komutanlarından ve Nasrallah’ın sağ kolu olduğu iddia edilen Fuat Şükür’ün öldüğünü duyurdu.

İsrail’in aşırı sağcı kesimleri Lübnan’a karşı savaş çığlıkları atıp, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerde “İsrail-Lübnan savaşı başlıyor mu” tartışmaları yükseltilirken, 31 Temmuz’da İran’da Haniye’nin öldürüldüğü haberi geldi.

 

İran savaşa mı çekiliyor

İran’da Haniye suikastı, tüm bu gelişmelerin üzerine geldi.

Basında Haniye’nin ölüm biçimi ana tartışma konusu haline getiriliyor; odaya yerleştirilen bir bombayla mı yoksa pencereden gelen bir akıllı roketle mi vurulduğu tartışılıyor. Burada İsrail’in İran’ın ne kadar içine sızmış olduğu, Devrim Muhafızları içinde bile satın aldığı unsurlar olduğu, İsrail’in çok güçlü İran’ın savunmasının ise paramparça olduğu yorumları yapılıyor.

İran’ın belli bir zayıflama içinde olduğu doğru elbette. 2011’de Suriye savaşının başlamasından bu yana geçen 13 yılda İran, birkaç ülkede birden (Suriye, Irak, Yemen) savaş yürütüyor. Bu süreçte İran’ın askeri gücünde bir erime, zayıflama, gerileme sözkonusu olmayabilir; ancak savaşa kitle desteğinde önemli bir değişim, önemli bir gerileme olduğu açık. ABD’nin çeşitli gerekçelerle kitleleri harekete geçiren girişimlerini bir yana koyarsak, en son 2022 yılında Mahsa Amini üzerinden patlayan kitle hareketinde, bunu net biçimde görmek mümkün. Saçı açık bir kadının devlet tarafından katledilmesine duyulan öfke, tüm ülkeyi saran bir harekete dönüştü. Petrol işçilerinden üniversite öğrencilerine kadar çok geniş bir kesim, genel olarak ekonomik ve siyasi baskılara karşı sokakları doldurdu; fabrikalarda grevler, üniversitelerde boykotlar, esnafın kepenk kapatma eylemleri ve din adamlarına karşı bireysel saldırılarla aylar boyunca süren bir hareket yaşandı.

İran Devrimi’nin ardından 1988 yılında binlerce muhalif ve devrimcinin kanını elinde taşıyan ve İran’ın en gerici yönetiminin sembolü olan Cumhurbaşkanı Reisi’nin ölümünden sonra yazdığımız yazıda, İran’ın değişen toplumsal dinamiklerini anlatmıştık. Görünen o ki, İran egemen sınıfları da kitle desteğini kaybettiklerini farkedip bu desteği yeniden kazanmak için bir reformcuyu, Mesud Pezeşkiyan’ı göreve getirdi. Pezekşiyan, ülke içinde saldırganlığı azaltma ihtiyacının, kitlelere karşı daha ılımlı politikalar izleme zorunluluğunun ifadesiydi.

İsrail tam da bu tabloyu bozmak, İran’ı savaşın içine çekmek için, Pezekşiyan’ın göreve başladığı gün, Hamas liderine bir suikast gerçekleştirdi. Önemli olan bu suikastın içeriden destek alarak mı yoksa dışarıdan füze göndererek mi yapıldığı değil, İran topraklarında yapılmış olmasıdır.

Saldırı sonrasında İran’ın zayıf tepki vermesi, “misilleme yapacağız” söyleminin lafta kalması, İran televizyonlarında askeri klipler yayınlanırken İsrail’e bir taş bile atılmaması yanıltıcı olmasın. İsrail, Gazze katliamı nedeniyle aldığı eleştirileri geçiştirmek, dikkatleri dağıtmak için İran ya da Lübnan’la bir savaşa ihtiyaç duyuyor. Büyük bir savaş olmasa bile, İran ve Lübnan’la çatışmalı bir tablo içinde olmak, İsrail’in tercih ettiği bir durum. Çünkü böylelikle hem İsrail halkının Gazze savaşına karşı tepkilerini, esir askerleri alamayışına dönük öfkeyi geçiştirebilecek; hem de dünya halklarının, Gazze savaşından daha büyük bir savaşa odaklanmasını sağlayabilecek. Bu nedenle, ABD’den de aldığı güçle, daha saldırgan bir tutum izliyor. Arkasına Çin ve Rusya’yı almış İran’ın misillemesi ise, daha sonra ve daha farklı biçimlerde gündeme gelebilir. Bugün için İran, İsrail ile doğrudan bir savaştan kaçmayı, İsrail ve ABD’nin bütün çabasına rağmen savaşı kendi topraklarına taşımamayı, en büyük başarı olarak görüyor.

 

Haniye’nin yerine “savaşçı” Sinvar

Hamas ise, Haniye’nin arkasından Yahya Sinvar’ı siyasi büro başkanlığına getirerek İsrail’e önemli bir mesaj verdi. Sinvar, İsrail’in “7 Ekim saldırısının mimarı” ve o günden bu yana Gazze direnişini yöneten kişi olarak suçladığı ve 10 aydır Gazze’nin dört bir tarafında, yeraltı dehlizlerinde aradığı bir isim. Üstelik bütün bu süreç boyunca Sinvar’ın Gazze’de olduğu, ama İsrail’in bulamadığı biliniyor.

Sinvar’ın siyasi büroya, hem de oybirliği ile seçilmesi, Filistin direnişi açısından önemli bir durum. Birincisi, Filistin hareketinin yurtdışında yaşayan ve “diplomasi dehlizlerinde” çözüm arayan önderlerinden farklı olarak Sinvar, 23 yılını İsrail hapishanelerinde, geri kalanını da Filistin topraklarında geçirmiş biri. Ve diğerlerinin izlediği diplomasi girişimleri ile denge arayışları Filistinlilerin hiçbir talebini karşılamadığı, hatta Arap ülkelerinin “İsrail’le barış” hazırlıklarına giriştiği bir süreçte, 7 Ekim saldırısına önderlik etti.

İkincisi, 2012 yılına kadar “Şii direniş ekseni” (İran, Iraklı Şii örgütler, Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Ensarullah, Suriye) ile birlikte hareket eden Hamas, 2012 yılında siyasi büroyu Suriye’den Katar’a taşımıştı. Bu, ABD’nin baskısı ve Türkiye’nin arabuluculuğu ile alınmış bir karardı ve İsrail ile diplomasi görüşmelerinin artırılarak Filistin sorununa çözüm üretme hedefini taşıyordu. Elbette asıl amaç, Filistin’in taleplerini daha da zayıflatmak ve İsrail’in elini güçlendirmekti. Son dönemde Haniye, İran ve Hizbullah ile ilişkileri yeniden güçlendirmek için çaba sarfediyordu. Geçtiğimiz Nisan ayında ise Çin’de Hamas ve El Fetih arasında yapılan toplantının ardından, Hamas Katar’daki siyasi büronun başka bir ülkeye taşınacağını duyurdu. Ve “savaşçı” olarak tanımlanan Sinvar’ın, ABD-İsrail karşıtı tutum izleyeceği, İran ve Hizbullah ile daha güçlü ilişkileri kuracağı öngörülüyor.

Böyle bakıldığında, Haniye’nin öldürülmesi Filistin direnişini zayıflatmak bir yana, daha da güçlendirecek gibi görünüyor. İsrail ise, katliamlarını meşrulaştırmak, daha saldırgan ve soykırımcı bir Filistin politikası yürütmek için Sinvar üzerinden bahane üretebilecektir.

 

Ukrayna ordusu Rusya topraklarında

NATO Zirvesi’nde Ukrayna savaşına 40 milyar dolar fon ve F-16’lar da dahil olmak üzere her türden savaş malzemesi gönderilmesi, bu sayede Ukrayna’nın Rusya karşısında savaşı büyütmesi kararı alınmıştı. Bir ay geçmeden, zirvenin sonuçları görüldü. Ukrayna ordusu, Rusya topraklarına girdi. Hem de Moskova yönüne doğru… Üstelik Rusya, büyük çoğunluğunu elinde tuttuğu Donetsk bölgesinin tamamını almak üzere çatışmaları sürdürürken…

6 Ağustos günü, 1000 kadar Ukrayna askeri, zırhlı araçlar ve ağır silahlarla Rusya’nın Kursk kentinde ilerlemeye başladı. Rusya bu harekatı doğruladı, sınır kasabalarının boşaltıldığını, şiddetli çatışmaların sürdüğünü belirtti. Saldırının ABD’nin desteğiyle yapıldığı öylesine belirgindi ki, ABD ve AB’ye ait zırhlı araçlar kullanılıyordu ve Biden yönetimi, ABD silahlarının Rusya içinde “kabul edilebilir bir biçimde” kullanıldığını söylemekten çekinmedi. Ayrıca ABD’li kimi strateji kuruluşları, Ukrayna askerlerinin Rusya sınırından içeriye 10 km. ilerlediklerini duyurdu.

Bugüne kadar Rusya’ya dönük saldırılar, doğrudan Ukrayna ile resmi bağ kurulmayan milis güçleri ya da kontra güçler tarafından yürütülüyordu. Ukrayna’nın bu defa doğrudan girmesi, savaşın seyrinde önemli bir eşiği ifade ediyor. Ukrayna bugüne dek Rusya’nın saldırılarını püskürtmeye, Rusya’nın işgal ettiği bölgeleri geri almaya çalışıyordu. Buralarda ilerleme kaydedemeyince, bu defa Rusya’yı zora sokacak çok önemli bir adım atmış oldu.

Ukrayna savaşının ABD açısından iki büyük önemi var. Birincisi, Rusya’nın kendi çeperinde oyalanmasını ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın diğer bölgelerine olan dikkatinin azalmasını hedefliyor. Böylece diğer bölgelerdeki savaş planlarını daha rahat hayata geçireceğini düşünüyor. İkincisi, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasının ardından Rusya’nın güçten düşmesi, ABD’nin kendi “tek kutuplu dünya”sını ilan etmesini kolaylaştırmıştı. Ancak zaman içinde Rus emperyalizmi yeniden ve hızla güçlendi ve 2000’lerin başından itibaren ABD’nin karşısına rakip olarak çıkmaya başladı. Bu nedenle ABD, Rusya’yı tamamen kendisine bağımlı ülkelerle kuşatmak, zayıflatmak, kıpırdayamaz hale getirmek istiyor.

Bu koşullarda ABD, Ukrayna’ya tam destek veriyor ve kaderini ABD’ye, NATO’ya bağlamış olan Ukrayna egemen sınıfları, bu savaşı büyük bir istekle yürütüyorlar. Hem de 2,5 yıl boyunca, Ukrayna’nın tamamının yangın yerine dönmesini göze alarak, savaşa katılacak yetişkin erkek nüfus kalmadığı için çocuk ve yaşlıları da orduya alarak, nüfusun önemli bir kesiminin Avrupa’da mülteci olmasının önünü açarak…

Ukrayna’nın Kursk üzerinden başlattığı saldırı, Rusya’nın püskürtemeyeceği bir saldırı değildir. Zira Kursk’a giren 1000 kadar Ukrayna askerinin, ciddi bir Rus saldırısı karşısında fazla şansı olmayacaktır. Ancak bu saldırının psikolojik-siyasi etkisi, askeri etkisinden daha büyüktür. Rusya topraklarında doğrudan bir işgal saldırısı, II. Emperyalist Savaş’ta Nazi ordusunun girişinden bu yana ilk defa yaşanmaktadır. Keza bu saldırı ile Ukrayna, müzakere masasında Rusya’ya karşı önemli bir koz elde etmiş olacaktır.

* * *

Dünya genelinde sadece son bir ayda yaşanan gelişmelere kabaca bakmak, emperyalistlerin farklı alanlardaki hamlelerinin gerçekte birbiriyle bağlantılı olduğunu göstermeye yetiyor.

NATO Zirvesi Ukrayna savaşını yeniden alevlendirerek Rusya’yı sıkıştırmak, Rusya ve Çin’in bağlarını zayıflatmak hedefini taşıyordu. Ukrayna’nın Rusya topraklarına girmesi, NATO Zirvesi’nde alınan kararların bir sonucuydu. Çin ve Rusya ise geri adım atmak bir yana, ortak askeri tatbikat düzenleyerek yanıt verdiler. Yanısıra Çin, Ortadoğu’daki en önemli soruna, Filistin sorununa el atarak, Hamas ve El Fetih’i biraraya getirerek önemli bir hamle gerçekleştirdi. ABD İsrail’i öne sürerek, Çin ise, Filistin’i güçlendirerek Ortadoğu’ya müdahale ediyorlar. İsrail’in Haniye suikastı, tam da bu cangılın ortasında, İran’ı savaşın içine çekme çabasını gösteriyor.

Emperyalistlerin savaş politikaları, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda şekilleniyor. Savaşan ve ölenler ise emekçi haklar oluyor.

Bunlara da bakabilirsiniz

Bursa’da üreticiler “Hükümet istifa” diyor

Bursa’nın Karacabey ve Mustafakemalpaşa ilçelerindeki domates üreticileri, ürünlerinin elde kalmasını protesto ettiler. Bursa-Balıkesir karayolunu kapatan …

Hapishaneler işkence yuvası olmaya devam ediyor

İnsan Hakları Derneği Adana Şubesi, her altı ayda bir açıkladığı hapishaneler raporunu, 5 ağustos 2024 …

İEB’den ekonomik soyguna karşı afişleme

İşçi Emekçi Birliği, işçi ücretlerine zam yapılması ve vergi soygununa son verilmesi taleplerini içeren afişleri …