İşçi sınıfının mücadelesi ve uzlaşmacı-işbirlikçi sendikaların durumu, son dönemde yeniden öne çıktı, gündemin ilk sıralarına oturdu.
Belediye TİS’lerinde yaşanan süreç, bunu tetikleyen unsurlardan biriydi. CHP’li belediyeler ile Genel-iş sendikası arasında danışıklı dövüşle TİS’lerin imzalanması; işçilerin grev kararına rağmen TİS’in satıldığı haberinin gelmesi, büyük tepki çekti.
İşbirlikçi-uzlaşmacı sendikaların her fırsatta işçileri satıyor oluşu, öylesine öfke yarattı ki, sendika karşıtı söylemler arttı. Mesela Bağımsız Maden İş sendikası örgütlenme uzmanı Başaran Aksu, Genel İş’in TİS’leri satışının ardından, belediye işçilerini sendikalarından istifa etmeye çağırdı. “Belediye işçileri DİSK, Hak İş ve Türk İş’i terketmelidir… Sendikasızlık daha iyi bir konumdur” dedi ve işçilerin “birim birim seçecekleri temsilciler üzerinden işverenle muhataplık kurmaları”nı önerdi.
Son dönemde “Mücadeleci Sendikalar” içinden bazılarının başlattığı “Hakkımı Ver” kampanyası da benzer bir sorunun konusudur. Kampanya, sendikaların adıyla değil, sendika başkanlarının, çeşitli kademelerdeki sendika yöneticilerinin kişisel ad ve imzalarıyla yürütülüyor. Her biri önemli direnişleri başarmış, adı yaygınlaşmış ve kitle desteği artmış olan bu sendikaların, sendika adlarını kullanmıyor olmaları ve bunu gerekçelendirme biçimleri, üzerinde durmayı gerekli kılıyor.
Bu iki konu birbiriyle alakası olmayan gündemler gibi görünebilir. Ancak ikisi de işçi sınıfının temel örgütlerinden olan “işçi sendikaları”na yaklaşım ile, işçi sınıfının geniş kitlesel örgütlerini etkisizleştirmekle ilgilidir. Ve her iki konuya ilişkin asıl sorun, burjuvazinin işçi sınıfını örgütsüzleştirme saldırısının boyutunun ve anlamının görülmemesidir.
Sendikalar, sınıfın temel örgütlerindendir
Günümüzde işçi sınıfının çok çeşitli sorunları var. Düşük ücretlerden ağır çalışma koşullarına, güvencesiz çalışmadan emeklilik koşullarına kadar… Ancak en önemli sorunu, örgütsüzlüğüdür.
Örgütlenmede yaşanan tıkanma, diğer sorunların çözümünü de engeller. Çünkü tüm diğer sorunlar, örgütlenmeye tabidir, onun gelişmişlik düzeyiyle bağlantılı olarak çözülür ya da kangrenleşir, düğümlenir. İşçi sınıfı ancak örgütlü gücü ve mücadelesiyle sorunlarını aşacaktır.
“Dünyayı sarsan 10 gün” adlı kitapta, Kışlık Saray’ın merdivenlerinde nöbet tutmakta olan Bolşevik işçi, kendisinin bilincini bulandırmak için ısrarla uğraşan Menşevik aydına “İki sınıf var” diye üsteler. “Burjuvazi ve proletarya. Ya birindensin ya diğerinden.” Ayrım bu kadar açık, saflar bu kadar nettir.
Sınıf savaşımı, bu iki sınıf arasında yaşanmaktadır. Ve bu iki sınıf arasındaki, devrim ile karşıdevrim arasındaki güç dengesi, esas olarak her iki kampın örgütlülük düzeyleri arasındaki bir dengedir. Bir avuç egemen sınıfa, geniş kitleler üzerinde hakimiyet kurma olanağını sağlayan unsur, sadece mali gücü ve binyıllardır biriktirdikleri yönetim alışkanlıkları değildir. En önemli kaynağı, ordusu, polisi, bürokrasisi, medyası vb. ile güçlü, sağlam örgütlülüklere sahip olmasıdır.
Burjuvazi her alanda güçlü ve çok sağlam örgütlülükler kurarken, işçi sınıfını örgütsüzleştirmek, varolan örgütlerini de güçsüzleştirmek için pervasız bir saldırı yürütür. Burjuvazinin örgütlülükleri (bürokrasi, ordu, polis, hukuk sistemi vb) kesin bir hiyerarşiye, tüzük ve programa, katı belirlenmiş kurallara göre hareket ederken ve tam da bu nedenle işçi sınıfına karşı mücadelede etkiliyken, işçi sınıfını bundan mahrum bırakmaya çalışır. Aydın-akademisyen görünümlü ideologları, örgütsüzlüğün propagandasını yaparlar, parlak ambalajlı sözlerle. Ya da gevşek, yatay, şekilsiz örgütlenmelerle güçsüzleştirmeye çalışırlar. Ve işbirlikçi sendikacıları, sınıf savaşımı yerine sınıf uzlaşmasını vaazederler. Böylece burjuvazinin yönetmesi, sömürmesi çok daha kolay, çok daha dizginsiz hale gelir.
Lenin, Ne Yapmalı adlı eserinde, işçi sınıfının mücadelesine önderlik edecek iki örgütü olduğunu söyler: İşçiler örgütü ve devrimciler örgütü. İşçilerin örgütünü şöyle tanımlar:
“İşçilerin örgütü, ilkin sendikal bir örgüt olmalıdır; ikincisi, olabildiğince geniş olmalıdır; üçüncüsü, koşullar elverdiğince gizlilikten uzak, açık olmalıdır.” (Sol Yayınları, sf. 123)
Sendikal örgütlenmeler, tam da Lenin’in belirttiği gibi, olabildiğince geniş olmalı, işçi sınıfının en geniş kesimlerini kapsamalıdır. Güçlü bir sınıf sendikacılığının, işçilerin burjuvazinin karşısında dikilerek etkili bir sınıf savaşı verebilmesinin öncelikli koşulu budur.
“Her sosyal demokrat işçi, (devrimci-öncü işçi-nba) elinden geldiği kadar bu örgütleri (sendikaları-nba) desteklemeli ve bunların içinde etkin olarak çalışmalıdır. … İşverenlere ve hükümete karşı savaşım için birleşmenin gereğini anlayan her işçi, sendikalara girebilmelidir. Eğer sendikalar, hiç değilse bilinçlenmenin bu ilkel derecesine ulaşmış olan herkesi birleştiremezse ve çok geniş örgütler olarak kurulamazsa, sendikaların asıl amacına ulaşmak olanaksızlaşır.” (age, sf. 125)
İşçi sınıfı bu kadar örgütsüzleşmişken…
Çalışma Bakanlığı’nın Temmuz 2024 istatistiklerine göre, Türkiye genelinde yaklaşık 17 milyon işçiden, 2,5 milyonu bir sendikaya üyedir. Bu, toplam işçilerin yüzde 14,80’inin sendikalı olduğunu gösteriyor. İşçilerin yüzde 85’inden fazlası ise, sendikasız olarak çalışıyor. Kaldı ki, sendikalı işçilerin önemli bir kesimin de TİS hakkı yoktur. Gerçek “sendikalı işçi’ sayısı, TİS hakkından yararlanan işçilerin oranıyla saptanır. Ayrıca kayıt-dışı çalışan 4-5 milyon civarında işçinin sözü bile edilmemektedir. Bunlarla birlikte ele alındığında sendikalı işçi sayısı yüzde 7’ye kadar düşmektedir.
12 Eylül öncesi ile günümüz, sendikalı işçi sayıları üzerinden kıyaslanır haklı olarak. 1968-79 arası yıllarda sınıf mücadelesinin yüksekliği, işçilerin pek çok önemli kazanımı güçlü-kitlesel-militan eylemler üzerinden elde edilmiştir. (15-16 Haziran eylemlerinden DGM’nin kapatılmasına, Profilo-Demirdöküm gibi fabrika alanını aşan direnişlerden 1 Mayıslara kadar.) Bu tablo, 12 Eylül öncesinde işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Bugün ise, sendikalaşma oranının, resmi rakamlarda bile yüzde 10’lara kadar düştüğünü görüyoruz.
Üstelik işçilerin örgütlülükleri, işkolu bazında da parçalara bölünmüş durumda. Aynı işkolunda 3 konfederasyona bağlı sendikaların yanısıra, kimi alanlarda 10-15 farklı sendika yeralıyor. Varolan sendikaların sarı-uzlaşmacı-işbirlikçi yapısından dolayı bazı devrimci, demokrat kurumlar, yeni sendikalar kurarak yola devam etmeyi seçebiliyorlar.
Bu tercih, zor bir karardır. Çünkü kimi zaman kurulan yeni sendika, büyüyüp bir güç haline gelirken, kimi zaman iddialı bir şekilde kurulmasına rağmen, “tabela sendikası” olmanın ötesine geçemiyor. İlki için, DİSK’in kuruluşu önemli bir örnektir. 1960’ların sonlarında yükselen sınıf mücadelesinin içerisinde, işbirlikçi-uzlaşmacı Türk-iş’in içinden kopan-ayrılan sendikalar önce bir ittifak olarak hareket edip, arkasından DİSK’i kurmayı başardılar. Keza ‘90’lı yıllarda kurulan ve 2000’lerin ilk yıllarına kadar etkin bir biçimde çalışan İstanbul İşçi Sendikaları Şubeleri Platformu, Türk-iş’e bağlı “mücadeleci sendikalar”ın ittifakı ve Türk-iş’ten ayrı baş çekme çabasının ürünüydü.
Diğer taraftan, Türkiye’deki sendikacılık tarihi boyunca kurulan ve kapanan, kapanmasa bile etkisiz kalan sayısız sendika varoldu. Ne kadar ileri şeyler savunsalar da, sözkonusu işkolundaki geniş işçi bölüklerine ulaşamayınca, sendika işlevini yerine getiremedi. İşçiler, karşılarında gerçekten etkili bir alternatif görmedikleri sürece, sorun yaşasalar bile “bildikleri yerde” kalmayı tercih ediyorlar. 2015 yılında yaşanan “Metal Fırtınası” buna iyi bir örnektir. Türk-iş’e bağlı Türk Metal sendikasında örgütlü metal işçileri, pek çok kentte birden “sendikaya karşı” direnişe geçti. Ancak bu güçlü direnişin sonucunda, Birleşik Metal-iş sendikasına geçen işyeri sayısı bile sınırlı kaldı; işçiler, kendi şartlarını kabul ettirdikleri Türk Metal’de kalmaya devam ettiler.
Bu tablo bize, sınıf mücadelesi yükselirken, bu mücadelenin kendi iç dinamikleri içinde kurulan yeni sendikaların sonrasında etkinliğini sürdürebildiğini; buna karşın toplumsal mücadelenin gerilediği dönemlerde sarı-uzlaşmacı sendikalara “alternatif” olarak kurulan sendikaların, genel olarak zayıf kaldığını gösteriyor.
Bugün varolan 3 işçi konfederasyonundan biri “yandaş”, diğer ikisi işbirlikçi, uzlaşmacıdır; sınıf mücadelesi geri, örgütlenme düzeyi düşük, işçilerin sendikalarla bağı zayıftır; bu konfederasyonları bir kenara fırlatıp atacak, en hafifinden işkolunda alternatif oluşturacak ve o alandaki işçilerin geniş kesimlerini etkileyip kazanabilecek sendikaların güçlenme ihtimali düşüktür.
Bu koşullarda, sendikadan istifa ederek örgütsüz kalmak, patronun karşısında TİS hakkını kaybederek bireysel sözleşmelere mahkum olmak gibi bir seçenek savunulmuyorsa; soru şudur: İşbirlikçi-uzlaşmacı sendikaların içinde nasıl varolacağız, nasıl mücadele edeceğiz?
Sarı-uzlaşmacı sendikalar içinde çalışmak
Burada “Metal Fırtınası”na geri dönerek birkaç şeyi hatırlayalım: Bursa’da Renault fabrikasında Nisan 2015’te “sözleşmenin yenilenmesi” talebiyle başlayan eylemler, 5 Mayıs’ta fiili işgal ve direnişe dönüştü. Direniş birkaç gün içinde, belli başlı bütün otomotiv fabrikalarına ve yan sanayi fabrikalarına sıçradı. Binlerce işçinin katıldığı direniş, 16 gün sürdü. Metal direnişi, Türkiye işçi sınıfı tarihinde sadece “patrona karşı” değil “işbirlikçi sendikaya karşı” yapılan en önemli direnişlerden biridir. Başlangıç noktası “Türk Metal’in fabrikadan sökülüp atılması” iken, sonrasında kitleselleşip bütün işkoluna yayıldığında “sendika içi demokrasi” talebi, “ücretlerde iyileştirme” talebinin önüne geçmiştir.
Direniş sonucunda Renault başta olmak üzere bazı fabrikalar Birleşik Metal-iş sendikasına, Tofaş ise Hak-iş’e bağlı Çelik-iş sendikasına geçti. Direnişteki fabrikaların büyük çoğunluğu ise Türk Metal’de kaldı. (Temmuz 2024 istatistiklerine göre yaklaşık 2 milyon işçinin çalıştığı metal işkolunda, Türk Metal sendikasının üye sayısı yaklaşık 300 bin, Çelik İş’in 48 bin, Birleşik Metal-İş’in ise yaklaşık 40 bindir.)
Hangi sendikaya geçtiklerinden daha önemli olanı, direnişin öncesinde ve direniş sürecinde, işçilerin gerçekten güçlü taban örgütlenmeleri aracılığıyla kararlar alması ve süreci yönetmesidir. Türkiye’de işçi hareketinin en önemli kesitlerinden biri olan Metal Fırtınası, işbirlikçi-uzlaşmacı, hatta Türk Metal gibi doğrudan faşist sendikalar içinde bile nasıl çalışmak gerektiğini göstermektedir: Taban örgütlenmelerini güçlendirerek!
Bir sendikadan istifa etmek, elbette bir seçenektir; bazı durumlarda, başka bir sendikaya üye olmak için, bir sendikadan topluca istifa edilebilir. Yani “örgütsüz kalmak” değil ama, “örgütü değiştirmek” bir seçenek olabilir. İşçi sınıfı tarihimizde, en yaygın görünen örnek, Belediye-iş ile Genel-iş arasındaki geçişlerde yaşanmıştır. Metal Fırtınası döneminde Birleşik Metal bazı fabrikalarda bir alternatife dönüşebilmiştir. Birleşik Metal de uzlaşmacı bir sendika olmasına rağmen, Türk Metal gibi faşist bir sendika olmadığı için böyle bir geçişi meşru bulmak mümkündür. Ancak diğer örneklerde, istifa edilen sendika da, gidilen yeni sendika da sınıf işbirlikçisidir, uzlaşmacıdır; yani arada çok fark yoktur.
Bu nedenle, asıl yapılması gereken, işyeri komiteleri kurmak, işçilerin içinde çalışma yürütmek, işçilerin kendi pratikleri temelinde bilinçlenmesini, eğitilmesini sağlamak, taban örgütlenmeleri ile sendikal çalışmayı güçlendirmektir. Ve tabi ki, sendikal bürokrasinin bütün engelleme çabalarına rağmen, devrimci-öncü işçileri sendika yönetimlerine getirmektir.
Önemli olan yönetimdeki sarı sendika ağasının ne kadar işbirlikçi, ne kadar uzlaşmacı olduğu değildir. Önemli olan, taban baskısının ne kadar güçlü, sendika yöneticilerinin işçilerden korkusunun ne kadar derin olduğudur. Bu da ancak taban örgütleriyle sağlanır. En uzlaşmacı-işbirlikçi sendikacılar bile, taban baskısıyla, önemli eylemleri gerçekleştirmek zorunda kalmıştır. Tekel işçilerinin Tek Gıda-iş sendikasını, 2009 Aralık’ının buz gibi havası ve kar yağışı altında, Ankara’da çadır kurma eylemine başlatması ve bu eylemi 2 ay sürdürmesi; Zonguldak maden işçilerinin, lüks otomobille gezdiği için “Jaguarcı başkan” lakabına sahip olan Genel Maden-iş sendikası başkanını Ankara yürüyüşüne çekmesi; en son Çayırhan’da, Soma’nın katili Türkiye Maden-iş sendikasının maden işgali kararı almaya zorlanması gibi pek çok örnek sıralanabilir.
İşçilerin direnci, bugüne kadar “sendikaya rağmen” sayısız eylemlere yol açmış, bu eylemler sınıf mücadelesinde dönüm noktaları olabilmiştir.
Yöneticilerinin kimliği ne olursa olsun, bizim sahip çıkmamız gereken, sendikal örgütlülüklerimiz, örgütlenme hakkımız ve patron karşısına sınıf örgütümüzle çıkabilme gücümüzdür. Yönetimi değiştirmek, sendikanın niteliğini farklılaştırmak ise, tabanda yürütülecek çalışmaya, taban örgütlülüklerimizin, işyeri komitelerimizin gücüne bağlıdır.
İşyeri komite ve meclisleri,
sendikalara alternatif değildir
Genel-İş’in belediye işçilerinin TİS’lerini satmasına duyulan tepkiyle, işçileri sendikadan istifa çağıranlar olduğu gibi, “işyeri komite ve meclisleri”ni sendikaya alternatifmiş, onun yerine ikame edilebilirmiş gibi sunanlar çıkıyor.
Ülkemizde İşyeri komite ve meclisleri, ’89 Bahar Eylemleri döneminde öne çıkmış, eylemlerde oynadığı rol ve etki gücüyle o dönem çok tartışılmıştı. Kimisi ona işçi sınıfı partisi rolü verecek kadar abarttı, kimisi devrim döneminin ayaklanma ve iktidar organları olan Sovyetlerin nüvesi olarak ele aldı, kimisi sendikaların yerine koymaya çalıştı, kimisi de gelip-geçici, dönemsel bir olgu olarak gördü. Bu komiteleri ehlileştirerek, işbirlikçi sendikaların bir eklentisine dönüştürmeye çalışanlar da oldu.
Proletarya partilerinin ve sınıf sendikalarının güçlü olduğu yıllarda bile Komüntern, (Üçüncü Enternasyonal) işyeri komite ve meclislerini sendikaların yerine geçirmiyor, şu “tamamlayıcı” görevleri yüklüyor:
“Partinin yönlendiriciliğinden uzaktaki sendikalar üzerinde taban baskısı yaratmak, tabanın hain yöneticilerden kopması yönünde etkide bulunmak; sınıf sendikalarında örgütlenmiş işçilerle diğer sendikalarda örgütlenmiş işçiler ve sendikasız işçilerin tabandaki mücadele birliğini sağlamak; çeşitli nedenlerle örgütlenememiş yığınlar için doğal, temel birleşme noktaları olmak; sendikalar üzerinde aşağıdan denetim kurmak; işyerlerindeki gündeme gelen her tür talebi dile getirmek.” (İşyeri Komite ve Meclisleri-DP Yay.)
2015 yılındaki Metal Fırtınası döneminde, işyeri komite ve meclisleri yeniden gündemleşti; çünkü fabrika işçileri çok güçlü taban örgütleri kurmuş, bu örgütler üzerinden direnişin öncesini ve direnişi örgütlemişlerdi. Bugün ise, TİS dönemlerinde ya da yoğun işten atmalar gibi koşullarda kendiliğinden mücadelenin yükselişi ile öne çıkan, sonrasında canlılığını kaybeden örgütlenmeler olarak kalıyor.
Bu komite ve meclisler, her işyerinde kurulmalı, istikrarlı ve kalıcı bir hale getirilmelidir. Sendikalı işyerlerinde, çeşitli gelişmeler sözkonusu olduğunda daha aktif biçimde sendika üzerinde baskı kurarken, genel olarak işçilerin sınıf bilincinin gelişmesini ve örgütlülük gücünün artmasını sağlayacaktır. Sendikasız işyerlerinde kurulan komite ve meclislerin ise görevi, işçilerin tabandaki birliğini sağlarken, sendikalaşma ve TİS hakkı için mücadele etmektir.
Örgütlülüğümüz gücümüzdür
Sendikalar, işçi sınıfının en geniş kesimlerinin mücadelesine önderlik edebilecek en önemli örgütlenme aracıdır. Bugünkü yönetimlerinden bağımsız olarak böyledir.
Bugün mücadeleci sendikaların bir kısmının bu gerçeğin farkında olmadıklarını görüyoruz. Sendika ve kurum ismi kullanmadan, başkanların ve kimi yöneticilerin adı-imzasıyla “Hakkımı ver” kampanyası örgütleniyor mesela.
Hiçbir sendika başkanı ya da yöneticisi, sendikasından daha güçlü değildir. Hiçbir sendika başkanının, yöneticisinin ismi, sendikasının isminden daha büyük, daha etkili, daha güvenilir değildir. Hiçbir sendika başkanı veya yöneticisi, sendikasının kurumsal olarak kitlelerde yarattığı güç ve etkiyi, kişisel olarak yaratamaz. Tersine, sendika adının olmaması, güvensizlik yaratır. Sendikanın üyeler üzerindeki demokratik merkeziyetçiliğini, alınan kararlar ve eylemler konusundaki bağlayıcılığını, başkanlar-yöneticiler sağlayamaz.
Burada yapılan, kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak, örgütsüzlüğe övgüdür. Örgütsüz faaliyetin, örgütlü faaliyetten daha iyi sonuç alacağını zannetmektir. Sistemin bireyselleştirme saldırısını güçlendirmektedir. İşçi yığınlarının mücadeleyi örgütlerin dışında yürütmesi, sadece ve sadece burjuvazinin çıkarınadır. Mücadeleci sendikaların yakın süreçte göz dolduran ve kitlelerin desteğini kazanan eylemler yapmış olmasına karşılık, mücadele gücünü ve etkisini zayıflatacak bir hamledir.
Gerek bu kampanya, gerekse son dönemde işbirlikçi sendikalara tepkiyle işçileri varolan sendikalardan istifaya çağırmak, (hem de hiçbir alternatif sunmadan!) ne kadar “solcu” görünürse görünsün, gerçekte işçi sınıfını, zaten zayıf olan örgütlerinden bile yoksun bırakmaktır.
Bugün işçi sendika konfederasyonlarının içinde bulunduğu durum, büyük bir güvensizlik yaratmaktadır. DİSK’in korona döneminde işçiler çalışmaya devam ederken geri çekilmesiyle başlayan çöküş süreci, son olarak 1 Mayıs’ta Saraçhane’de işçileri bırakıp gitmesiyle doruk noktasına ulaşmış; işçilerin karamsarlığını ve öfkesini büyütmüştür. Genel-iş Genel Merkezi’nin CHP’lilerle kolkola belediye TİS’lerini satması, hepsinin üzerine gelmiş ve sendikalara güvensizliği derinleştirmiştir.
Ancak bu durumun panzehiri sendikalardan istifa etmek, işçileri örgütsüzlüğe terk etmek değildir, olamaz! Çözüm işçi sınıfı içinde daha etkin örgütlenmek, tabanda kurulacak örgütlülükler aracılığıyla işçilerin sınıf bilinciyle donatılmasını sağlamak, işçilerin sadece patronlara karşı değil, sendika ağalarına karşı da mücadelesini örgütlemek ve devrimci-ilerici işçilerin sendika yönetimlerine gelmesini sağlamaktır.
Bugünkü sınıf savaşımının geri koşullarında, bunlar ulaşılamaz hedefler gibi görünse de, olması gereken budur; her ne olursa olsun bunun mücadelesi verilmelidir.