Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” havasıyla, yeraltı hücreleri, bu hücrelerde yapılan işkenceler, kazdıkça çıkan cesetler (herhangi bir kazı görüntüsü yayınlanmasa da), vb üzerinden büyük bir Esad karşıtı propaganda yürütülüyor.
Suriye savaşının ilk başladığı andan itibaren, CIA bağlantılı “Beyaz Baretler” adlı sözde “yardım kuruluşu”nun, “Esad rejiminin vahşeti” temalı özel senaryolar üretip, özel çekimler yaptığını görmüştük epeyce. Sonrasında “kamera arkası” görüntüler de bir biçimde sızdığında, o sahnelerin nasıl kurgulandığını da izlemiştik.
Şimdi bu “Esad’ın zindanları” haberlerin ne kadarı doğrudur, ne kadarı uydurmadır bilinmez. Esad yönetimi de sonuçta bir diktatörlüktü ve özellikle savaş koşullarında işkence ve tutuklama saldırısının ne düzeye çıktığını tahmin etmek mümkün değildir.
Yandaş basının bu türden haberleri köpürterek kitlelerde hem Esad düşmanlığı hem de HTŞ, ÖSO, SMO, IŞİD gibi cihatçı çetelerden “demokrasi beklentisi” oluşturma çabasını anlamak zor değil. Ancak bu haberlerin, kendisini “muhalif basın” olarak adlandıran ve “objektif haber” yaptığını iddia eden haber kanallarında da aynı biçimde verilmesi bir sorundur.
Çünkü “objektif” olmak; bu haberler doğruysa bile en azından yanına IŞİD, HTŞ, ÖSO çetelerinin de yaptıkları (geçmişte ve bugün) vahşetleri hatırlatan haberler koymayı gerektirir. “Muhalif” olmak ise; Suriye cezaevleri konusunda bu kadar yaygara kopartılırken, Türkiye cezaevlerinin de çok farklı olmadığını hatırlatmayı zorunlu kılar.
12 Eylül zindanlarına bakmak
Bu topraklarda, gözaltında ve hapishanelerde yapılan işkencenin haddi hesabı yoktur. Üstelik işkence görmek için “örgüt üyesi” olmaya da gerek yoktur. Sayısız muhalif, demokrat insan çok ağır işkenceler görmüş, bazıları yaşamını yitirmiştir. 12 Eylül yıllarında, kardeşinin gözü önünde dövülerek öldürülen İlhan Erdost mesela… Ankara’da solcu kitaplar basan bir yayınevi sahibidir sadece.
İşkence sırasında katledilen devrimcilerin ise adı saymakla bitmez. İbrahim Kaypakkaya’dan Cemil Kırbayır’a, Ahmet Karlangaç’tan Hüseyin Toraman’a, Ataman İnce’den İsmail Gökhan Edge’ye, yüzlerce isim sayılabilir. Remzi Basalak ismini bilmeyen var mıdır mesela. Teşhir masasına indirdiği tekmenin ardından, aynı gece dili kopartılarak, karnı parçalanarak katledildi.
Filistin askısının, falakanın, elektrik işkencesinin; işkencecinin kişiliksizleşme seviyesine ve CIA’dan aldığı eğitimin düzeyine bağlı olarak çeşitlendirdiği işkencelerin, bir insanı en vahşi şekilde öldürme yöntemlerinin haddi hesabı yoktur.
İşkencede katledilenlerin çoğunun bir mezarı bile yoktur. Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin başlangıç noktası, bu korkunç gerçektir zaten. Bu annelerin isteği “çocukları” değil; “çocuklarının kemikleri”dir. Sadece bu kemikleri alabilmek, sadece üzerine ağlayabileceği bir mezar sahibi olabilmek için 30 yıldır direnirler. Üstelik çocuklarının ölümüne sebep olan işkencenin bir kısmı da onların payına düşmüştür; cumartesi eylemleri, sayısız polis saldırısına, biber gazına, plastik mermiye, yerlerde sürüklenmeye, saçlarından yolunmaya rağmen sürdürülmektedir.
Zindanlar peki… Diyarbakır’da kafası bok çukuruna sokulan, cinsel organına ip bağlanarak koşturulan, çivili sopalarla dövülen, köpek saldırısı ile işkence edilen Kürt yurtseverlerin yanına, Mamak’ta, Metris’te yapılanları, sürekli asker saldırısını, kalaslarla dövülmeyi ekleyelim. İnsanı, bırakalım devrimciliği, insanlıktan çıkaran işkencelerin tümü hafızalarda sürekli tazelenmektedir.
Yayınevimizden çıkan “İnancın sınandığı zor mekanlar; Hücreler” ve “Darbe, yenilgi, direniş; 12 Eylül” kitapları Metris ve Adana’da yapılan işkenceleri ve bu işkencelere direnenleri anlatır. Yerin altında, hiçbir penceresi ve havalandırması olmayan alanlardaki “yılanlı hücreler”i mesela… Cezaevi savcısının, “bir iğne deliğinden ne kadar hava gireceğini” hesapladığı, öylesine havasız, öylesine insanlıkdışı alanlardı bu hücreler. Üstelik hücrelerde de işkence kesintisiz biçimde devam ediyordu.
Ulucanlar Cezaevi’nde, doğrudan öldürme hedefiyle saldırmıştı devlet. Sağ kalanlar ise, işkencenin yanısıra, kimyasal iğneler yapılarak, denek olarak kullanılmıştı. Tüm hapishanelerde aynı anda gerçekleşen 19 Aralık katliamı ise, Sağmalcılar’da kadın koğuşundan çıkanların görüntüleri ve “diri diri yaktılar” sözleriyle kazınmıştı hafızalara. 19 Aralık’ta tutsakların üzerine gerçek mermilerle ateş edilmiş, her bir koğuşa yüzlerce gaz bombası atılmış, koğuştan çıkartılanlar ölümüne dövülmüş, kıyafetleri yakmayan ama insan bedenini yakıp eriten kimyasal silahlar kullanılmıştı.
AKP cezaevleri, AKP adaleti
Buraya kadar saydıklarımızın her biri, AKP öncesi dönemin işkence ve vahşetidir. Ancak AKP dönemi de, işkencenin ve tutsaklara dönük saldırıların daha pervasız, üstelik daha keyfi hale getirildiği bir dönemdir. 12 Eylül yıllarından en azından bazı yasalara göstermelik de olsa uyma çabası varken, AKP dönemi tam bir yasa tanımazlıkla doludur.
12 Eylül zindanlarından hücre cezası 15 gün ile sınırlıdır mesela; AKP dönemi F Tipi hapishaneleri ise, tek kişilik hücreleri ile “ömür boyu hücre cezası” dönemini açmıştır. Son dönemde sayısı artırılan ve isimleri çeşitlendirilen kuyu tipi hapishanelerde ise 5 metrelik bir hücrede, havalandırmada bile tel örgü nedeniyle güneşin görülmediği, tutsakları sessiz sedasız öldürmeyi hedefleyen bir politika izleniyor.
Suriye’de 13 yıldır hapiste olanlar anlatılıyor mesela. Türkiye’de AKP döneminde devrimcilere “müebbet hapis” ve “ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezaları yağmur gibi yağdırılmış; 30 yıl hapis yatmak sıradanlaştırılmıştır. Üstelik, hapse giren birinin ne zaman çıkacağı da belirsizleştirilmiştir yine AKP döneminde. “Cezaevleri Gözlem Heyeti” adı verilen bir “Engizisyon sistemi”, bir tutsağın mahkemede aldığı ceza bitse bile, yıllarca fazladan yatmasına karar verebilmektedir.
Hasta tutsakların durumu ise, Türkiye hapishanelerinin en vahşi yüzüdür. Cezaevinde basit tedaviye bile erişim hakkı yok gibidir. Hasta tutsaklar ya cezaevinde ölüyor, ya da ölmek üzereyken tahliye ediliyor. İHD verilerine göre sadece 2022 yılında 78 tutsak cezaevinde yaşamını yitirdi.
İşkence ise, hapishanede, gözaltında, gözaltına alınırken vb her aşamada pervasızca sürdürülmektedir.
AKP döneminde bırakalım devrimcileri, basit suçlardan karakola gidenlerin bile cenazesinin çıktığı örnekler fazlasıyla artmıştır. Güvenlik görevlisi çalışanı gözaltına alınınca, durumunu sormak için karakola giden Birol Yıldırım, orada dövülerek öldürülmüştür mesela. Devrimci bir dergiyi dağıttığı için gözaltına alınan Engin Çeber hapishaneye girişte dövülerek, Kürt siyasetinden Garibe Gezer işkence, cinsel saldırı ve dövülerek öldürülürken, kameralar kayıttadır.
* * *
Bu anlattıklarımızın her biri, tek başına vahşetin simgesidir. Bir tarafta vahşi bir IŞİD saldırısı yaşamış, 13 yıldır savaşın içinde olan Suriye cezaevleri; diğer tarafta “Avrupa’nın kıskandığı” Türkiye’nin hapishaneleri…
Kim yaparsa yapsın, işkence insanlık suçudur. Ama başka ülkelerde yapılan işkencelere bu kadar yazıklanırken ve kınarken, kendi topraklarımızda, kendi tarihimizde yaşanan işkencelerden söz etmemek, bu suçun gizlenmesine ortak olmaktır.