Gebze-Çayırova’daki Askaynak Tekniği (Lincoln Electric) fabrikasındaki grev, 14 Mart günü, grevin 43. gününde kazanımla bitti. Direnişin ardından, direnişçi işçilerden biriyle yaptığımız röportaj-sohbeti yayınlıyoruz.
43 günlük grevin ardından kazanmak, taleplerimizin kabul edilmesi çok güzel bir duygu. TİS süreci Eylül 2024’te başlamıştı, bu nedenle aldığımız zam (yüzde 85, toplamda yüzde 110’u geçiyor) ve sosyal haklardaki iyileştirmeler Eylül ayından itibaren geçerli olacak. Anlaşmaya uygun olarak patron, geriye dönük farkları da ödeyecek. Sendikanın aidatı da Eylül ayından geçerli olmak üzere kesilecek.
TİS süreci eylemlerimiz Eylül ayında başlamıştı, ancak bizim sendikalaşma mücadelemiz, Aralık 2023’ten itibaren sürüyor. Önce o süreci anlatmak istiyorum.
Çalıştığımız Lincoln Electric şirketinin, Hindistan’dan Romanya’ya, Çin’e kadar dünyanın pek çok ülkesinde fabrikası var. Bu fabrikalarda toplam 11 bin çalışanı bulunuyor. Bunlardan 27’si doğrudan kendi fabrikası. Ayrıca yerel ortaklarla birlikte kurduklarını da eklersek, toplamda 100 civarında fabrikası var. Türkiye’de de önce Eczacıbaşı ile birlikte, yüzde 51 hisse ile ortaklık kurmuşlar. Sonra Eczacıbaşı’nın pazar payını daraltmışlar; ‘şuraya satma, buraya satma’ diye kurallar koyunca, Eczacıbaşı hisselerini satarak çekilmiş.
Biz burada elektrolit ve gaz altı teli, yanısıra kaynak makinaları üretiyoruz. Hem Türkiye’de iç pazara, hem de Avrupa’ya satış yapılıyor. Bu fabrika, diğer birçok fabrikasından daha iyi üretim yapıyor; hem üretimin kalitesi yüksek, hem üretim çok seri ve işçilik maliyeti düşük.
Koşullarımız çok ağırdı
Bu fabrikada üretim elemanı olarak 270 işçi çalışıyor. Buna beyaz yakalılar dahil değil. Ayrıca temizlik ve yemekhane de taşeron olduğu için onlar da dahil değil.
Biz bu fabrikada çok uzun zamandır asgari ücret düzeyinde ücret alarak çalışıyorduk. 7 kadın arkadaşımız var, onlar 2 yıllık işçiler; onların dışında diğer işçiler çok daha uzun süredir çalışıyorlar. 8 yıllık, 10 yıllık işçiler var; hepimiz asgari ücret ya da ona yakın ücret alıyoruz. Üstelik çok ağır koşullarda çalışıyoruz. Mesela bir dönem fiilen “16 saatlik işgünü” uygulaması vardı. Mesai normalde 8 saat, ama peşpeşe iki vardiya birleştiriliyor ve biz 16 saat çalışıyoruz. Sonra 8 saat ara var. Bu 8 saat içinde eve gelmek, yemek, banyo, uyku hepsi dahil. Yaklaşık 4 saatlik uyku ile yeniden 16 saat çalışmak üzere işe gidiyorduk. Ben oğlumun nasıl büyüdüğünü göremedim, o kadar ki zordu koşullarımız. Ailecek bunun sıkıntısını yaşadık. Bu koşullarda “iş kazaları” da kaçınılmaz oluyor. Parmağı kopan var, takılıp düşen oluyor, eline tel batan, elini sıkıştıran oluyor; bunlar çok yaygın. Bir ara benim kollarım komple yanıktı; kopan teller yakıyordu kollarımı.
Bu fabrikada sendikanın gerekli olduğunu önceden birkaç arkadaşla kendi aramızda konuşuyor, ufaktan çalışma yapıyorduk. Ama bunu bir türlü gerçekleştiremiyorduk. Çünkü işçiler içinde yönetime yakın olanlar çoktu. Patron da bizi bölmek için çeşitli yöntemler kullanıyordu. Mesela aynı işi yapan iki kişi var; birisi yüzde 1 zam alıyor, diğeri yüzde 10. Neden böyle oluyor; arada ne fark var, belli değil. O zaman dönüp soruyorsun “sen benden fazla ne yaptın, niye bu zammı aldın” diye. “Hayırdır” diyorduk, “sen yukarının yalakalığını mı yapıyorsun, nedir” diyorduk. Kimisi onların her dediğini yaptığı, yalakalık yaptığı için zam alıyordu, kimisi de sebepsiz yere. Bu aslında bizi birbirimize düşürmek, güvensizlik yaratmak, hep bir şaibe oluşturmak için bilinçli olarak yapılıyordu. Amaç işçinin birleşmesini engellemek, güvensizleştirmekti. İşçilerin arasına soğukluk giriyordu. Pek çok kişi birbirine “yalaka”, “yandaş” diyordu açıktan ya da arkasından. Üstelik zamlar, zarf içinde veriliyor ve yüzde 0 zam bile alsa, “kimseye söyleme” diye uyarılıyordu. Zam geldiğinde zarfları saklıyorduk.
İki günde sendikalaştık
Bu koşullarda sıkıntılar sürekli büyüyor, ancak çözüm bulamıyorduk. Patlama noktası 2023 Aralık’ta yapılan ücret zamları oldu. Yüzde 5, yüzde 10 zamları görünce gerçekten herkes isyan etti. “Bu nedir, çocuk oyuncağı mıdır” diyordu herkes. O güne kadar çok uğraşmış, başaramamıştık, zamlar böyle açıklanınca “artık yeter” dendi. Çayocağında arkadaşlar biraraya geldi, öncü işçiler olarak “böyle söylenmekle olmaz, madem isyan ediyorsunuz, harekete geçmek zorundayız, herkes telefonunu çıkaracak sendikaya üye olacak” dedik. O gün o vardiyada olmayanlar da evlerden birbirini aradı. Bir öfkeyle herkes birden sendikalaştı. O süreçte fabrikada EYT’lilerin olmaması bizim için büyük avantajdı. Çünkü EYT’liler bu tür direnişlere sıcak bakmıyorlar.
O kadar hızlı olmuştu ki, Cuma günü zamlar açıklandı, Cuma-Cumartesi üyelikler yapıldı; o arada sendikayla da konuşuldu; Pazartesi günü patronun karşısına yüzde 60 sendikalaşmış olarak çıktık. Patron çok şaşırdı, anlamadı “ne oluyor, nereden çıktı bunlar” dedi. Sonra bize yüzde 35 zam teklif etti ve sendikayı bırakmamızı istedi. Bugüne kadar bize yüzde 5’ten 10’dan fazla zam veremeyen, koşulun olmadığını, ekonominin kötülüğünü anlatan patron, birden yüzde 35’e çıkmıştı. Hani veremiyordun? Verebiliyormuşsun demek ki… Ama o iş geçti artık. Biz “örgütlenmeye devam” dedik. Patron bir şey yapamadı.
Birleşik Metal iş sendikasında örgütlenmiştik. Sendikanın gelmesi ile birlikte, şirketteki yolsuzluklar da açığa çıktı. Bizim ücretlerimiz ve taleplerimiz ABD’de genel merkeze ulaşınca, görevli göndermişler. Gelen CEO, finansçıya direk, “bırak bilgisayarı, kalk, dışarı çık” demiş, kovmuş. Açığa çıkartılan 2.4 milyon dolar kayıp var. Şu anda şirkette müdür yok, patron yok, finansçı yok, insan kaynakları yok. Tüm süreç, yetki itirazı ve mahkeme süreci de dahil, avukatlar üzerinden ilerledi. Muhatabımızın olmaması TİS sürecini de zora soktu. Avukatlar sürekli ABD ile görüşerek iş çözmeye çalışıyordu.
Fabrikada işçiler örgütlenmişti, ancak henüz tam bir güven oluşmamıştı. Hiç olmayacak bir şeyi başarmış, sendikalaşmıştık, ancak işçilerin birbirine güven oluşturması zaman alıyordu. Bazı yandaş işçiler bu süreçte umutsuzluk yaymaya çalıştı; “bu iş yürümez, sendikalaşma ölür, hiçbir şey başaramazsınız” gibi şeyler söylüyorlardı. “Yapmayın” diyorlardı, “biz bir aileyiz, birlikte çalışıyoruz!” Biz de “siz onlarla aile kalın, biz bize yeteriz” dedik.
Sendikalaşma sürecinde 15-20 kişilik bir komite kurulmuştu. Komitenin seçimiyle 3 kişi temsilci olarak görev aldı. Sendika fabrikanın içinde sandık kurmak istedi, ancak patron sendikayı içeri almaya korkuyordu. Sendika yetkililerini içeri almıyordu patron. Öyle ki mahkeme kararlarını bile sendika doğrudan işverene veremedi; insan kaynaklarından birilerini gönderdiler, evrakları bu kişiler aldı. Çok korkuyorlardı sendikadan.
Mahkemeden yetkiyi aldıktan sonra işler değişti tabi. Eylül ayından itibaren TİS için görüşmelere başladık. Her TİS görüşmesi çıkışında temsilci görüşmeyi o vardiyadaki arkadaşlara açıklıyordu. Bazen iki vardiyanın birleştiği saati denk getirip iki vardiyaya birden açıklama yapılıyordu. Sendikanın Gebze şube başkanı ile temsilciler birlikte açıklama yapıyordu. İşçilere TİS görüşmelerinin nasıl gittiği, ne konuşulduğu, ne verildiği, ne alındığı tek tek anlatılıyordu. Temsilcilerimiz ve sendika hiçbir şeye tek başına karar vermiyordu. İşçilerle konuşuluyor, komisyonda karar alınıyor, her takıldığımız noktada işçilerle yeniden konuşuluyordu.
Aynı zamanda eylemler de devam ediyordu. Üretimi düşürdük, iş yavaşlattık. Yemekhanede yemek yiyip, tabakları masada bıraktık, kaşık vurma eylemleri yaptık. Zaten sendikalaştıktan sonra “mesai yasağı” uygulamaya başlamıştık, artık 16 saatlik mesaileri tamamen durdurmuştuk.
Bu eylemler sürecinde işçilerin birbirleri ile bağları da, sendikaya olan güvenleri de güçlendi. Öyle ki, artık temsilcileri “TİS masasından kalkın” diye sıkıştırıyorlardı. “Grev istiyoruz, grev” diyorlardı. Daha eylemlerimiz devam ediyor, işçiler grev istiyor. Öyle bir şeydi ki, ya grevin ne olduğunu bilmiyorlardı, ya da artık canlarına tak etmiş, gözleri kararmıştı. Sürekli “masayı terkedin artık” diye her gün sendikaya, temsilcilere baskı kuruyorlardı. Yani greve çıkarken iyi planlamak lazım, iyi hazırlanmak lazım, aslında kolay bir şey değil, ama masada bize sunulanlar da çok azdı. En sonunda dedik ki, “gözümüz aydın, çok istiyordunuz, işte grev!” Böyle coşkulu çıktık greve.
Grev çadırında…
Üretimde çalışan 270 işçinin 5’i hariç tümü sendikalıydı ve tümü greve çıktı. O 5 kişiyi de zaten biz istemiyorduk.
Grev sürecinde içerideki üretim tamamen durdu, şalterler indi. Sadece belli bölümlerde nöbetçiler vardı, bakım bölümünde bir elektrikçi ve bir mekanikçi kalmıştı. Üretim yoktu, dışarı-içeri kamyon girişi-çıkışı yoktu. O arkadaşları da içeride bilinçli olarak bırakmıştık. İçeride ne olup bittiğini takip etsinler, bize haber versinler diye. Bazı işçi arkadaşlar buna itiraz etti, tepki gösterdi, içerinin tamamen boşaltılmasını talep etti. “Onlar bizim gözümüz, kulağımız olacak. Böylesi daha doğru” dedik. İçerideki arkadaşlarımıza da “siz kendi işinizden başka bir şey yapmıyorsunuz, yaprak kıpırdadığında bize haber veriyorsunuz” dedik. Sonrasında da arkadaşlarımızın içeride olmasının çok faydasını gördük grev sürecinde. Birçok önemli gelişmeyi onlardan öğrendik, grev kırıcılığı planlarını baştan önledik. Mesela bir formen makineyi çalıştırmak istemiş, çalıştıramamış. Onun haberini aldık, kendisini gördüğümüzde söyledik. Birden şaşırdı “siz nereden biliyorsunuz” dedi. Bakım elemanlarının bizden olması çok önemliydi. Örgütlülüğün, sendikalı olmanın gücüydü bu.
Nöbet usulü getirdik çadırda. 8 saat, 12 saat nöbetlerimiz vardı. Tüm ihtiyaçlarımızı sendika karşılıyordu. Yemek, su, çay, odun… Ayrıca ailelerimiz de sürekli börekler, pratik yemekler hazırlıyor, grev çadırına taşıyorlardı. Fabrikaya doğrudan ulaşım olmadığı için sendikadan servis istedik. Servisin pratik olmayacağını söylediler ve şöyle bir çözüm bulduk. Arabası olan bir arkadaş, o günkü nöbetçileri toplayıp getiriyor, benzin parasını sendika ödüyordu. Yemek konusunda başlangıçta itirazlar oldu. Tabldot gelen yemek soğuduğu için şikayetlenen arkadaşlar vardı. Sendika bize, “isterseniz yemeği siz alın, bize faturasını getirin” dedi. Ancak bu yöntem, ne yenecek, ne kadar harcanacak gibi farklı sorunlar yaratacağı için genel kabul görmedi; tabldot konusunda herkes ikna oldu. Sendika ayrıca, asgari ücretin yaklaşık yarısı kadar ödeme yaptı bütün grevci işçilere.
Polonez direnişi kazanımla bittikten sonra, sendikanın direniş sırasında verdiği para desteğini geri istediğini duymuştuk. Türk-iş sendikalarında böyle bir uygulama varmış. Ancak bizim sendikamız bunu istemedi. Genel bir kural olarak, üyelikte 1 ayı dolduran herkese direniş desteğini de, aylık ödemesini de yapıyor. 1 aydan az süre içinde üye olanlara ise maddi destek vermiyormuş, işleyişleri gereği.
O çadırda 43 gün kaldık, yağmur, kar, soğuk içimizden geçti… Ama çok büyük bir coşkuyla, çok büyük bir umutla geçirdik çadırdaki günlerimizi… Derler ya “direniş bir okuldur” diye, gerçekten de herkesin çok fazla şey öğrendiği, çok fazla şey yaşadığı, çok değiştiği bir okul oldu bizim için bu çadır.
Üç vardiya çalıştığımız için farklı vardiyalardaki arkadaşlar birbirini tanımıyorlardı, sohbetimiz yoktu. Tanıdığımız arkadaşlarla bile doğru düzgün biraraya gelemiyorduk. Benim gibi eski çalışanlar bile herkesle iletişim kuramıyordu. Direniş bize bir aile olmayı öğretti. Bir sınıf olmayı öğretti. Birlikte hareket etmeyi, birbirine güvenmeyi, her şeyi paylaşmayı öğretti. İşçiler arasında çok acayip bir bağ oluştu, çok güzel bir dostluk gelişti. Çadır bir işçi çadırından öte, aile çadırı olmaya başladı.
Kadın arkadaşlarımız mesela… 7 kadın arkadaşımızın gerçekten hakkı ödenmez. Onlarla gerçekten kardeş olduk. Daha öncesinde hiç yanımıza gelmeyen, bizimle hiç konuşmayan kadın arkadaşlar, direniş boyunca çadırdan çıkmadılar. Hatta bazen bizi çadırdan kovuyorlardı “çıkın da biz burayı temizleyelim” diye. Bize sert çıkıyorlardı. Çadırı temizliyor, iyi olmasını sağlıyorlardı. Öncesinde karşı karşıya gelip konuşamıyorduk bile, direniş boyunca sohbetlerimizin bir parçası oldular, kolkola girip yürüdük, halay çektik, yanyana durup slogan attık. Kadın oldukları için merhabalaşmıyorduk, şimdi çok yakın ilişkilerimiz oldu. Kadın sorunu da böyle çözülüyor zaten. Onların direngenliğini gördükçe, onların kararlılığını duydukça bizim de bakışımız değişti, onlara olan saygımız arttı. Hatta ailelerinin bakışı bile değişti. Aileleri geldi, onlarla tanıştık, evlerine gittik, ailece görüşmeye başladık.
Bütün işçi arkadaşların aileleri geldi çadıra. Eşleri geldi, çocukları geldi. Bu havadan yararlanmak lazımdı, yararlandık da. Ailelerin bize bakışını da değiştirdik. İlk defa sendikayı duyanlar oldu, ilk defa grev gören aileler oldu. Grev çadırında yaşanan her şeyi, arkadaşlarımız kendi aileleriyle de paylaştı. Sağcı bir arkadaşımız vardı, bir gün baktım 3 yaşındaki çocuğuna slogan atmayı öğretiyor. Başkası, çocuğuna sendikayı, çadırı, grevi anlatmaya çalışıyor. Çadır, işçileri de ailelerini de eğitti. Birçoğuna sınıf birliğini öğretti, birçoğuna kadın ile erkeğin direnişte nasıl eşitlendiğini öğretti. Çok güzel bir şeydi bu.
İşçilerin arasında moral bozukluğu, tartışma, gerilim hiç olmadı. Sadece bir defa, ilk günlerde bir işçi, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganını atarken itiraz etti, “bu terör örgütünün sloganı, ben bunu atmam” dedi. Bir arkadaş da ona, “279 kişi terörist de bir tek sen mi vatanseversin” diye karşı çıktı. Tartışma çıktığını görünce gittik, dedik ki “atmak istemiyorsan atma, tamam, ama sus, bu ortamı dağıtamazsın. Buraya da gelme, evinde otur bir daha gelme.” Biz böyle sert çıkınca özür diledi, toparladı kendini. Tek olay buydu, onu da hemen çözdük. Bir daha da sorun çıkmadı.
İçerideki memurların (beyaz yakalılar) bizim yanımıza gelmesi yasaklanmıştı, ama sözde yasaktı; yanımıza geliyor, ağzımızdan laf almaya çalışıyorlardı. Bir defasında yöneticilerden birisi geldi; baktım birşeyler söyleyecek, bir nifak sokmaya çalışacak, ona “bakın” dedim, “fabrika küçülmeye gidiyor, üretimi daraltacaklar haberiniz olsun. Bir bölüme bakan şef, iki bölüme bakacak. Yani ikinizden biri işten çıkartılacak.” Birden panikledi, “nasıl ya” dedi. “Önceden de tek yönetici bütün fabrikayı yönetiyordu” dedim. İşten çıkarılma korkusuyla kafası karıştı, içeri koştu. Bir daha da gelmediler yanımıza.
Çadır sürecimiz çok hareketli, hep halaylı, coşkulu geçti. Herkesin keyfi yerindeydi. Çadırın dışında da eylemlere katıldık. Mesela Tabipler Birliği’nin Ankara yürüyüşünde Gebze’deki buluşmaya biz de katıldık; sendikadan arkadaşlar ve grev çadırındaki arkadaşlarımızla birlikte gittik, hem onlara destek verdik, hem de kendi direnişimizle ilgili sloganlar attık. 8 Mart’ta Gebze’de yapılan eyleme bizim kadın arkadaşlar katıldı. Feministlerle birlikte olduğu için sadece kadın arkadaşlarımız gitmişti. Sonra bir temsilci ve kadın arkadaşlarımız, sendikanın şubede yaptığı etkinliğe katıldı. Bunun dışında bazı kurumların düzenlediği etkinliklere davet edildik, onlara katılıp kendi direnişimizi anlattık.
43 gün bize o kadar kısa geldi ki. Bütün yağmur, kar, soğuk üzerimizden geçti; doğru düzgün eve gelemedik, buna rağmen o kadar coşkuluyduk, o kadar kilitlenmiştik ki, nasıl geçtiğini bile anlayamadık. Evi yakın olan bazı arkadaşların aileleri, “neden her gün çadıra gidiyorsun” diye sorup duruyorlarmış, en sonunda çadıra gelince, bizim ortamımızı görünce, direnişin ne olduğunu, çadırın ne olduğunu anlayınca bu defa kendileri gelip gitmeye başladılar.
Direniş kararlılığı kazandı
Bizde “ya kazanamazsak” duygusu hiç olmadı. “Ya fabrikayı kapatırlar, ya da bizi içeri alırlar” diyorduk. Biz fabrikanın kapanacağını düşünmüyorduk, ama şu konuda da rahattık: Biz kaybedersek, bir maaş kaybedeceğiz, onlar ise trilyonluk işlerini kaybedecekler. Sendika başkanı da biz de hep şunu söyledik: İşçi maaşlarının maliyetinden dolayı fabrika kapanırsa şimdi kapansın. Burada işçi maliyeti sorunu yok, onların yanlış hesapları sorunu var. Bunu bütün işçi arkadaşlarımız çok iyi anlıyordu.
Buna rağmen taleplerimizi kabul etmemek için çok direndiler. Biz taleplerimizi sunduğumuzda, patronun temsilcileri patrondan daha çok ağlıyorlardı konuşurken. “Gerçekten bu isteklerinizi veremiyoruz, bu kesinlikle olamaz, fabrika bunu veremez, fabrika kapanır” diyorlardı. Arkadaş, bir taraftan bunu söylüyorsun, diğer taraftan fabrikaya yatırım yapıyorsunuz, yangın alarmı kuruyorsunuz, 3 tane makine siparişi veriyorsunuz, koskoca fabrikanın çatısını yeniliyorsunuz. Burada yatırımlar artıyor, sonra da fabrikayı kapatmaktan sözediyorlar. Bu bilgilerin bazılarını biz içerideki arkadaşlarımızdan alıyorduk.
Devlet bunlara teşvik veriyor, bir sürü yardımlar yapıyor, ama üretim durdukça müşteri kaybediyorlar. Bunların eski genel müdürü rakip firmaya geçmişti. Şimdi üretim de yok, stok da çok azdı, pazarı kaybetmekle karşı karşıyaydılar. Üstelik sipariş almışlardı ama mal gönderilmemişti, bu da onları sıkıştırıyordu. Şimdi bu siparişleri yetiştirmek zorundalar.
Bu koşullarda oturduğumuz TİS masasında çok önemli kazanımlarla kalktık. Aslında tüm taleplerimiz kabul edilmemişti. Mesela memurlar gibi biz de özel sağlık sigortası istiyorduk, kabul edilmedi. Hatta bunu hayretle ve alayla karşılayanlar oldu. İnsan kaynaklarında çalışan biri demiş ki, “gerçekten bunu istiyorlar mı?” Ya niye istemeyelim kardeşim, memurun bu hakkı var da bizim niye olmasın?
Ama kabul edilmeyen taleplerimiz çok önemli değildi. Bu nedenle işçi arkadaşların hiçbiri, “devam edelim” demedi. Çünkü yıllarca asgari ücretle çalıştıktan sonra aldığımız zam ve sosyal haklardaki iyileşmeler çok önemliydi. Bu nedenle kimse itiraz etmedi. Biz de şöyle konuştuk: Bu bizim ilk TİS’imiz. Tabi ki eksikliklerimiz olabilir, herkes bundan mutlu olmayabilir. Ama ilk TİS’imizi imzaladık. Sendika içeri bir girsin, bir yıl sonra yine TİS imzalayacağız ve sonra üzerine bir şeyler daha ekleyeceğiz.
Gerçekten de TİS’i kazandıktan sonra her şey bitmiyor. İçeride çalışırken de mücadele devam edecek. Birlikteliğimiz korumak, bundan sonra patronun çeşitli saldırılarına karşı hazır olmak gerekiyor. İşçi çıkarma gündeme gelir mi, mesai dayatması olur mu, bütün bunlara hazırlıklı olmalıyız.
Direniş boyunca temsilciler işçilere çok büyük güven verdiler. Temsilciler her zaman alandaydı, kişisel bir sorunu olan arkadaşların sorunlarıyla ilgilendi, kimi zaman işçilerle tek tek konuştu, ikna etti. Bu güven, bizi patron karşısında daha güçlü kılacak. Bir sorun çıktığında karar aldığımızda, “şalter inecek” dediğimizde, şalter inecek, kimse geri durmayacak.
Şimdi zaten fabrikanın içinde sendika odamız da var. Üst katta, ofis katında bir oda hazırlandı. Klimalı güzel bir oda. Baştemsilci çalışmayacak, sürekli içeride dolaşacak, işçilerle görüşecek. Diğer 2 temsilcinin de günde 2 saat üretimden ayrılıp işçileri gezme, görüşme hakkı var artık. Bizim direnişimizin kararlılığını gördükten sonra yöneticiler işi kitabına uygun yapmaya çalışıyorlar. ABD’deki merkez, buraya yeni yönetici atamak yerine, avukatlara yetki verdikleri için, onlar da her şeyi düzgün yapmaya çalışıyorlar.
Şu anda 15 kişilik bir de işçi komitemiz var. Sendika direniş boyunca bu 15 kişiyi sendikaya, eğitimlere götürmüştü. Bu eğitimlerde sendikanın uzmanı, grevin gidişatı hakkın konuştu, karşılaşabileceğimiz sorunları, nasıl ilerleyeceğimizi anlattı. Soru cevap üzerinden açıklamalar yaptılar. Grevin bizim için son silah olduğunu, çok güçlü bir silah olduğunu, ama aynı zamanda kritik bir silah olduğunu söylediler. Kimi zaman kırılmaların olabileceğini, ama bizi birbirimize bağlayacağını anlattılar.
Sendikanın yaptığı bu eğitimler, içinde bulunduğumuz koşulları ve direnişi anlamaya dönük eğitimlerdi. Sonra çadıra dönüp bunları konuşuyorduk. Şimdi direnişin ardından daha kapsamlı eğitimlere ihtiyacımız var. Bu eğitimler bizi daha güçlendirecek, sonraki direnişlere daha iyi hazırlayacaktır.
“Sınıf olmak”ta birleştik
Grev çok büyük bir okul. Öyle güzel eğitiyor ki, dostunu gösteriyor, düşmanını gösteriyor, sömürüyü anlatıyor, patronu anlatıyor. Biz çadırın içindeki zamanı daha verimli geçirmek için önceden bazı konularda hazırlanıp gitmeyi, onlarla daha güçlü sohbetler yapmayı planladık, ancak bunun hayata geçmesi mümkün olmadı. Çadırın içinde öyle bir hareketlilik yaşanıyor ki, gelenler, gidenler, çocuklar… Ancak günlük gelişmeler üzerinden sürekli konuşuyor, sürekli bir şeyler anlatıyorduk. Çok kalabalıktık. Sohbetlerimiz verimli oluyordu ama.
Aslında fabrikadaki işçilerin büyük çoğunluğu MHP’ye, AKP’ye oy veren insanlar. Bu kadar farklı bir yerde olup da bu kadar ilerlemelerine şaşırıyorduk. Demek ki grev sırasında siyasi kimliği bir tarafa bırakıp, işçi sınıfı kimliği ile birlikte yol alabiliyormuşuz.
Bir de şunu gördü işçiler; işçi sınıfıyla kim ilgileniyor? “Direniş ziyaretlerine neden hep solcular geliyor” diye soruluyordu. Biz sağcı arkadaşlara şunu söyledik, bugün AKP’li veya MHP’li birileri gelsin biz onlara da çay veririz, sohbet ederiz; ama onlar gelmezler, onlar bizim sorunlarımıza sahip çıkmazlar. Öyle de oldu zaten, sadece solcular geldi. İşçi arkadaşlarımız da bunu kendi gözleriyle gördüler, kendileri yaşayarak öğrendiler. Orada hepsi bana ‘komünist’ derlerdi. Ben dedim ki “komünist olmama rağmen çadıra gelseler onlara çay veririm.” Zar zor bir İYİP’li geldi, o da fabrikada bir adamları olduğu için. AKP’liler de vardı işçiler arasında ama AKP ziyarete gelmedi. “Benim yanımda olmayan, demek ki benden değilmiş”dediler, bunu anlayabildiler. Bu farklılığı çok iyi çözebildiler.
Sohbetler ilerledikçe siyasete de girdik. Hep dedik ki, “arkadaşlar bırakalım sağı-solu, Aleviyi-Lazı-Kürdü… Biz sınıfız, biz işçiyiz” İşçiler arasında ortak bir sayfamız vardı. Orada ben “merhaba yoldaşlar” dediğimde hemen tepki gösteriyorlardı, “biz senin örgütün müyüz” diye. “Arkadaşlar” diyordum, “biz örgüt değiliz, ama yoldaşız.” Yanyana geldiğimizde diyordum ki, “arkadaşım, seninle aynı yolu paylaşmaktır yoldaşlık. Bak burada aynı grevi paylaşıyoruz, aynı çadırı paylaşıyoruz, bunlar yoldaşlık oluyor.”
Sonra baktılar sendika başkanı da, sendika temsilcisi de geldiğinde “yoldaşlar” diyor. Bu çok güzeldi. Zaten sendika başkanı, temsilcileri hiç böyle “başkanım” havası yaratmadılar; hep böyle bizden biri gibi geldiler, beraber sohbet ettik. Ciddi konularda ciddi konuştuk, sohbet içinde gırgır, şamata yaptık. “Sendika başkanı” gibi bürokratça değil, gerçekten arkadaş gibi davrandılar. Bilmiyorum bütün sendikalarda böyle mi, yoksa biz mi şanslıydık. Ama bence olması gereken bu zaten. Başkanla ve sendikacılarla her zaman her şeyi konuşabiliyorduk.
Çadırımıza çeşitli sol kurum ve partilerden çok ziyaret oldu, bizi yalnız bırakmadılar. Keza OSB içinde olduğumuz için, başka fabrikalardan arkadaşlar da çok geldi. Özellikle direnişte olanlarla ilişkilerimiz çok güçlüydü.
Green Transfo işçileriyle olan ilişkilerimiz daha güçlü oldu. Biz onlardan çok şey öğrendik. Onlar kaç yıldır sendikalılar, kaç defa greve çıktılar. Bu nedenle çok tecrübeliydiler, üstelik tecrübelerini bizimle paylaşmak konusunda çok açıktılar. Onlar bize çok şey kattı. Eksik yanımızı tamamladılar. Mesela çadırı nasıl kuracağız, çadırda nasıl duracağız gibi konularda sendikadan önce onlar bize söylüyordu. Sonra tuvalet, elektrik gibi ihtiyaçlar konusunda patron fabrikayı kullanmamıza izin vermeyince, Green’deki arkadaşlar bize kapılarını açtılar. Tuvalet için, telefon şarj etmek için oraya gidiyorduk. Sonra direnişe ilişkin de tavsiyelerde bulunuyorlardı. Mesela “temsilciler olarak içeride duruşunuza dikkat edin” diyorlardı; “direnişteki birliğinizi içeriye de güçlü taşımalısınız” diyorlardı. “Temsilciler olarak kendi başınıza bir şey yapamazsınız, ne yapacaksanız işçilerle birlikte durarak yaparsınız” diyorlardı. Mesai konusunu da onlar söyledi; “hemen mesai açmayın, patronu bir izleyin, nasıl yaklaşıyor görün” dediler. Onlar kendi tecrübelerini, direnişi güçlendirecek şeyleri bize aktarıyorlardı.
Grevci işçilerin kendi arasında dayanışması çok farklı bir şey. Biz bu ilişkiyi de direnişin içinde kurduk. Mesela daha biz çadır kurmadan önce, gece nöbet tutarken, bizim çardak dediğimiz bölge onların çadırlarının olduğu yere bakıyordu; oradan karşılıklı birbirimize slogan atıyorduk. Onlar yoldayken biz ağaçların arasından onlara slogan atıyorduk. Bazen bütün arkadaşlar toplanıp, Green Transfo’ya gidiyorduk yürüyerek. Bu yakın ilişkimiz doğrudan direnişi paylaşırken oluştu. Grev süreci çok güçlü bağlar oluşturuyor. Grevci işçilerin kendi arasında dayanışması çok farklı bir şey. Bugün ilişkilerimizi sürdüreceğiz. Yarın direniş alanlarında yine birlikte olacağız.
* * *
Çadır bizim için çok umut vericiydi, çok şeyler başaracağımızın işaretiydi. İşçilerin bu kadar istekle grev, grev grev demelerinin nedeni de buydu aslında. Artık yeter dedi işçiler, bizim canımıza tak etti, fabrika kapanacaksa da kapansın, biz haklarımızı almak için grev yapalım. Ve kazanan biz olduk!