Türkiye’de BAŞKANLIK SİSTEMİ neden hayata geçemiyor?

Davutoğlu’nun bir saray darbesi ile görevden alınması ve “partili cumhurbaşkanı” yolunda girişimlerin artması, “başkanlık sistemi” tartışmalarına yeniden hız kazandırdı.

Erdoğan’ın en büyük arzusunun “tek adam diktatörlüğü” kurmak olduğu biliniyor. Yaklaşık on yıldır, önündeki bütün engelleri aşmaya, yolunu temizlemeye, diktatörlüğünü inşa etmek için adımlar atmaya çalıştığı ortada. Ancak tek tek kişilerin ya da kimi burjuva kliklerin beklentileri ya da talepleri ne olursa olsun, “başkanlık sistemi” öznel ve nesnel birçok etkenden beslenen, bu koşulların oluşmasıyla hayata geçebilecek bir politik adımdır. Ve Türkiye’de bunun nesnel zemini yoktur.

Başkanlık sistemi, dünyada emperyalistler arasındaki çelişki ve çatışmaların azalıp uzlaşma döneminin güçlendiği; bunun doğrudan bir sonucu olarak ülkemizdeki işbirlikçilerinin arasındaki klik çatışmalarının tali hale geldiği; aynı zamanda kitle hareketinin ve genel olarak mücadele dinamiklerinin azgın bir terörle bastırıldığı ya da uyuşturulduğu koşullarda gündeme gelebilir. Dünya genelinde emperyalistler arasındaki güç ve hegemonya savaşının bu kadar keskinleşip; Suriye’den Yemen’e, Ukrayna’dan Venezüella’ya kadar dört bir yanda emperyalistlerin yönlendirdiği iktidar savaşlarının büyüdüğü günümüzde, bu uzlaşma ve işbirliğinin oluşması ihtimali, yakın ve orta vadede görünmemektedir.

 

“Başkanlık sistemi”nde

“klik çatışmaları” geri plandadır

Başkanlık sistemi, Ortaçağ monarşilerinin devamı niteliğinde bir yönetim biçimidir. Temel unsuru, egemen sınıfın çıkarlarını mutlak biçimde gerçekleştirmektir.

Tarihte birçok devlet, çok uzun süreler boyunca tek bir hanedan tarafından yönetilmişken, bazılarına hanedanlar arası çatışmalar damgasını vurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanoğlu hanedanı, kuruluşundan itibaren tek egemen olmuştur mesela. İngiltere’nin tarihi ise, hanedan çatışmaları ve iktidar savaşlarıyla doludur: Tudorlar, Yorklar, Lanchesterler, Stuartlar arasında bitmek bilmez taht kavgaları yaşanmıştır. Osmanlı, çevresindeki beylikleri yutarak büyürken; İngiltere, birçok krallığın uzlaşması sonucunda “Birleşik Krallık” olmayı başarmıştır.

Egemen sınıfın tek bir hanedan tarafından temsil edilmesi ile, birçok hanedanın iktidar hesabı yapması arasında önemli bir fark vardır.

Birincide, yönetici sınıfın çıkarları net olduğu için, ülkenin temel rotası tek bir çıkar erki tarafından belirlenir; klik çatışmaları elbette vardır, ancak talidir, geçicidir, yüzeyseldir. Bu nedenle kimi konularda farklı görüşler ortaya çıksa bile, bu görüşleri uzlaştırmak ya da ezmek zor değildir. Keza burjuva tekeller arasındaki çelişkiler de uzlaşmaz değildir.

İkincide ise, klikler arası çatışmalar, ülkenin dengelerini de sürekli değiştirir. Her klik, kendi egemenliğini kurmak, kendi çıkarını gerçekleştirmek savaşımını verir. Ve egemen sınıfın içindeki klikler ne kadar çok, ne kadar parçalı ise, iktidar aygıtları da o kadar parçalı ve çeşitli olur. Devleti oluşturan üç sacayağı (parlamento, hukuk ve kolluk kuvvetleri) kendi içinde bile parçalara, farklı güç odaklarına ayrılır. Hükümet, yargı, ordu vb. devlet aygıtlarının güç ve etkisi büyür. Böylece her klik, iktidarın bir parçasını, bir cephesini elinde tutma olanağına sahip olur. Dönemsel olarak bazı klikler güç kaybedip bazıları güçlense bile, temel ayrımlar değişmez.

 

Başkanlık sistemi, ABD “rüyası”dır

Başkanlık sistemi, ilk olarak ABD’de uygulanmış, çerçevesi ABD tarafından çizilmiş bir sistemdir. 1700’lerin sonunda İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşı veren ABD içinde, burjuva kliklerin çıkarları, genel anlamda ortaklaşmıştır. Emperyalist bir ülkeye dönüştükten sonra ise, ABD’deki burjuva klikler, dünyayı birlikte sömürme noktasında buluşmuşlardır. O günden bugüne, ABD’de iki parti dönüşümlü olarak yönetimi almakta; ülkenin genel rotasını değiştirmeden, küçük değişikliklerle yola devam etmektedir. Mesela Cumhuriyetçi Parti’den Bush’un başlattığı Irak savaşını, Demokrat Partili Obama, Suriye’yi de içine çekerek büyütmüştür. Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki farkın, Coca Cola ile Pepsi Cola arasındaki farktan daha fazla olmadığı yolundaki espriler, gerçeği yansıtmaktadır.

Burjuvazinin kurduğu bu dengeyi bozan tek unsur, kitle hareketidir. ABD’de genel olarak devrimci-komünist hareket zayıf kalmıştır. Emperyalist bir ülke olması, ABD’nin, sınıf mücadelesini zaptu rapt altına almasını kolaylaştıran olanaklar sunmaktadır. Keza başkanlık sisteminin güçlü otoriter yapısı, kitle hareketlerini ezme konusunda da güçlü saldırı mekanizmalarını oluşturmaya olanak sağlar.

Buna rağmen, kitle hareketinin çok yükseldiği zaman, ister Cumhuriyetçi olsun, isterse Demokrat, başkanlar saldırı politikalarını yumuşatmak zorunda kalmışlardır. Vietnam Savaşı’nın yükselttiği anti-ABD dalga karşısında devletin geri adım atarak işgale son vermesi, ya da Obama döneminde, emperyalist tekellerin çok fazla tartıştığı sağlık reformunun yapılması bunun örnekleridir.

Özetlersek, başkanlık sistemi, “tek adam diktatörlüğü” değil, “tek burjuva kliğin egemenliği”dir. Burjuvazinin egemen kliğinin devlete hakim, diğer kliklerinse güçsüz olmasıdır; ya da burjuva klikler arasındaki çelişki ve çıkar farklılaşmasının sınırlı ve yüzeysel olmasıdır. Başkan, kapitalist sistemin bütün yönetim biçimlerinde olduğu gibi; egemen sınıfın sözcüsü, vitrindeki yüzü, kitle hareketi yükseldiğinde rahatlıkla harcanabilecek bir figürden başka bir şey değildir.

Buna rağmen, başkanın yetkileri öylesine gelişkin, üzerindeki hukuksal-siyasal koruma kalkanı öylesine güçlüdür ki, devlet-burjuvazi ilişkisini tam oturtamamış gözler, ülkeyi gerçekten de başkanın yönettiğini sanabilir.

Dünyada başkanlık sistemi, asıl olarak ABD sömürgesi olarak kurulan devletlerde ortaya çıkmaktadır. Latin Amerika ve Afrika ülkeleri bunun örneğidir. Bu ülkelerin burjuvazisi, kaderini ABD’ye bağlamış ülkeler olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Latin Amerika’nın yakın tarihi, “ABD’nin arka bahçesi” ismiyle tanımlanmaktadır. Özellikle Latin ülkeleri, oldukça uzun bir zaman dünyadaki diğer emperyalist devletlerden uzak bir gelişim gösterdi. Bu durumda, bu ülkelerinin burjuva sınıflarının çıkarları ABD’nin çıkarlarının ötesine geçemedi; burjuvazinin içinde klik çatışmalarının şiddetlenmesinin zemini de oluşmadı. (Bugün Venezüella başta olmak üzere birçoğu Çin ve Rusya gibi emperyalistlerle ilişki kurmaya başlayınca, ülkedeki burjuvazinin iç çelişkileri de derinleşmektedir.)

Rusya, Fransa, Çin gibi birçok ülke ise, yarı başkanlık sistemi ile yönetilmektedir.

Sosyalist Sovyetler Birliği, “başkanlık sistemi” tartışmalarında çokça adı öne sürülen bir ülkedir. Ancak orada, uygulanan sistem farklıdır: Bu, “Sovyet” yönetim biçimidir; ve ülke bir başkan tarafından yönetilmekle birlikte, başkanlık sistemi ile özsel farklılıkları vardır. En başta tabandan örgütlenen bir sistem olması, seçilenlerin geri çağrılabilmesi, denetim mekanizmalarının göstermelik değil son derece güçlü olması gibi unsurları, onu başkanlık sisteminden ayırır. SB dağıldıktan sonra oluşan devletler ise, başkanlık ya da yarı başkanlık sistemlerine geçiş yapmışlardır.

 

Parlamenter sistem, “demokrasi” değildir

Başkanlık sistemine karşı çıkanların argümanları genel olarak “diktatörlük”, “tek adam rejimi”, “faşizm” gibi kelimelere odaklanmaktadır. Öyle bir tablo yaratılmaktadır ki, adeta başkanlık sistemi diktatörlük ve faşizmle eşitlenmekte, parlamenter sistem ise, bunun alternatifi olan “demokratik yönetim” gibi sunulmaktadır.

Gelişkin burjuva demokrasilerinde “parlamenter sistem”in tercih edildiği; başkanlık sisteminin daha otoriter, baskıcı ve “tekçi” bir yönetime tekabül ettiği doğrudur. Ancak bu, parlamenter sistemin gerçekten “demokrasi” getirdiği yanılsaması yaratmamalıdır.

Her şeyden önce, Lenin’in “Proleter Devrim ve Dönek Kautsky” adlı kitabında çok güzel açıkladığı gibi, sınıflar üstü ve saf bir “demokrasi” kavramı yoktur. “Demokrasi” sorunu, doğrudan “egemen sınıf” ile ilgili bir sorundur. Burjuva demokrasisi, burjuvazi için demokrasi getirirken, proletarya için diktatörlük anlamına gelmektedir. Tersten, proleter demokrasi, burjuva sınıf üzerinde tam bir diktatörlük kurarken, proletarya için demokrasi getirir.

Bu temel doğru, bize şunu söylüyor: Kapitalist sistem içindeki her tür yönetim biçimi, proletarya için diktatörlüktür: Bunun biçiminin başkanlık ya da parlamenter sistem, faşizm ya da gerici diktatörlük ya da burjuva demokrasisi olması, işin özünü değiştirmez. Bu sistemlerin her birinde, devletin baskısının dozu ve kazanılmış hakların düzeyi elbette ki farklıdır; yine de her biri burjuva diktatörlüğüdür.

Parlamenter sistem, başkanlık sisteminden farklı olarak, burjuva klikler için demokrasi getiren bir biçimdir. Çıkar çatışmaları güçlü olan farklı burjuva kliklerin kendilerini ifade etmesine, kendi iktidar araçlarını edinmelerine olanak sağlayan bir sistemdir. “Kuvvetler ayrılığı” diye ifade edilen ve Yasama-Yürütme-Yargı organlarının ayrılmasını getiren parlamenter sistem; farklı burjuva kliklerin yaşam alanlarını genişletme çabasının ürünüdür. Bu yanıyla, “kuvvetler birliği”ne dayalı olan başkanlık sisteminden daha esnek, geçişkenliklere daha açık bir yönetme tarzı sunmaktadır. Ve bu koşullar, burjuva kliklerden kimi zaman birinin, kimi zaman diğerinin devlet üzerinde daha etkin bir rol oynamasına izin verir.

Partilerin durumuna bakarak da bunu görmek mümkündür.

ABD gibi başkanlık sistemi olan ülkelerde, “2 buçuk parti” işleyişi sözkonusudur. Biri “sol”, diğeri “sağ” görünen iki parti arasında devlet yönetimi gider gelir; sırayla başkanlığı üstlenirler. “Buçuk” parti ise, kitle hareketinin yükseliş dönemlerinde, bu hareketi düzeniçi kanallarda tutmak amacıyla varlığını korur. “Buçuk” parti, genellikle “sosyalist” isimler taşır ve genellikle parlamentoya girecek, girse bile siyasal dengeleri değiştirecek çoğunluğa ulaşamaz.

Parlamenter sistemin partileri ise çeşitlidir. Burjuva kliklerin çelişkileri ne kadar derinleşir ve uzlaşmaz hale gelirse, partilerin sayısı o kadar artar. Çelişkilerin keskinleştiği dönemler, genel olarak koalisyon hükümetleri dönemleridir. Türkiye gibi ülkelerde siyasal tarih boyunca asıl ağırlığın koalisyon hükümetlerinde olmasının nedeni, burjuva çelişkilerin gerçekten çok derin olmasındadır. Kimi zaman elbette tek parti hükümeti de kurulur; ancak bu defa, sözkonusu partinin kendisi bir “koalisyon partisi” olur. 1980’lerin ortasından sonra ANAP, 2000’lerin başından itibaren AKP’de olduğu gibi.

 

Parlamenter sistem,

burjuva kliklerin demokrasisidir

Parlamentoya benzer yönetim organlarını; “bilgeler kurulu”, “ihtiyar heyeti” gibi kurumları çok eski dönemlerde bile görmek mümkündür. Roma’da Konsül, Osmanlı’da Divan gibi kurumlar, yöneticinin “danışma heyeti” gibi bir işlev üstlenmişlerdir. Genel olarak bu danışma heyeti, göstermelik olmanın ötesine geçememiştir.

Bugünkü anlamda ilk parlamento İngiltere’de kurulmuştur. Taht kavgalarının, hanedanlar arası iktidar savaşlarının en güçlü olduğu ülkelerden biri olan İngiltere, daha 1215’te Magna Carta adlı anayasayı kabul ederek, kralın mutlak otoritesini sınırlayan, asillerin devlet yönetimindeki hak ve yetkilerini genişleten bir adım atmıştır. Asillerin yer aldığı ve Magnum Concilium adını taşıyan kurum, bugünkü parlamentonun ilkel bir biçimi; taht iddiası olan hanedanların da yönetime katılma aracı olmuştu. Dönem, güçlü kitle ayaklanmalarının olduğu bir dönemdi ve kendi devrimci önderliğinden yoksun olan kitlelerin hareketi, asiller tarafından krala baskı yapmak, sistemi değiştirmek üzere kullanılmıştı.Magna-Carta

1341 yılında, giderek gelişmekte olan kentlerin temsilcilerinin (şövalyeler, zanaatkarlar vb) katıldığı ikinci bir meclis kuruldu ve daha o tarihte Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası adında iki meclisli bir parlamento işleyişi oluştu. Bu parlamento, kralın yetkilerini biraz daha kısıtlamış, parlamenter temsilcilerin yetkilerini ise artırmıştı. 1650’lerde, Avam Kamarası’nda temsil edilen burjuvazinin önderlik ettiği ve asillerin bir kısmının da katıldığı burjuva devrim gerçekleşti. Devrimle birlikte önce krallık yıkıldı ve kral idam edildi; on yıl kadar sonra egemen sınıflar monarşiyle uzlaşarak yeni kralı başa getirdiler. Ancak parlamenter sistem, bundan sonra yönetimdeki ağırlığını daha da arttırdı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, kuruluşundan itibaren varolan Divan sistemi, İngiliz parlamentosundan farklıdır. Çünkü Divan, padişahın mutlak hegemonyası altındadır. Üyeleri, İngiltere’de olduğu gibi, bir güç odağının, bir asil sülalenin temsilcisi olarak değil, padişahın ataması ile belirlenir ve bu “kapıkulları”nın kaderleri padişahın iki dudağının arasındadır. Padişahın tahta oturduğu, Divan üyelerinin ise ayakta ve elpençe durduğu bir işleyişin, “parlamento” ile hiçbir alakasının olmadığı açıktır. Bu yanıyla Osmanlı İmparatorluğu, gücün ve yetkinin sadece padişahta toplanmış olduğu mutlakiyet sistemidir.

Türkiye’de parlamenter sisteme geçiş, Osmanlı Devleti dağılmadan öncesinde başlayan manda tartışmaları ile bağlantılıdır. osmanli-da-divanOsmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş döneminde, İngiliz, Fransız ve Alman emperyalizminin Anadolu üzerindeki hakimiyeti giderek artmış, “ıslahat”lar, onların yönlendirmesi ile yapılmıştı. Savaş, Sevr ve parçalanma döneminin ardından başlatılan Kurtuluş Savaşı’nın en önemli tartışması ise, hangi emperyalistin mandasının kabul edileceğine dairdi. Daha o dönemde, Anadolu’daki burjuvazinin farklı emperyalistlerle ilişkileri giderek kök salmaktaydı. Türkiye’deki burjuvazinin parçalı ve farklı emperyalistlere yaslanan, farklı emperyalistlerin temsilciliğini-uşaklığını-işbirliğini yapan yapısı, daha bu dönemlerde şekillenmeye başladı ve zaman içinde de giderek güçlendi.

Osmanlı’da ıslahatlar dönemi, yoksulluğa ve sömürüye karşı sayısız isyanların üzerine şekillenmişti. Kurtuluş Savaşı da doğrudan kitlelerin içinde yer aldığı, tamamlanmamış bir burjuva demokratik devrimdi. Eski sistemin yıkılmasında kitlelerin bu kadar önemli rol oynadığı koşullarda, “temsil”e dayalı bir parlamenter sistem, genç devlet için bir zorunluluk olmuştu.

Her iki örnekte de temel unsur, burjuvazinin parçalı yapısı ve çıkarlarının uzlaşmazlığı durumunda, parlamenter sistemin bir uzlaşma aracı olarak ortaya çıkmasıdır. Ve o dönemde ortaya çıkan, devrimci önderlikten yoksun kitle hareketlerinin gücü, bu aracın ortaya çıkışında önemli bir rol oynamaktadır.

Avrupa ülkelerinde başkanlık sisteminin uygulanmıyor, uygulanamıyor oluşunun birçok sebebi vardır. En başta daha Osmanlı döneminden itibaren Türkiye emperyalizmin yarı-sömürgesi olmuşken, Avrupa burjuva demokratik devrimlerini tamamlamıştı. Ve burjuva demokrasisinin en gelişmiş biçimi de parlamenter sistemdi. Kapitalizmin gelişme düzeyine bağlı olarak Fransa ve Almanya başta olmak üzere birçok ülkede parlamenter sisteme geçilmişti. (Fransa’daki yarı-başkanlık sistemi, parlamentarizme yakın bir sistemdir.)

Diğer taraftan, Avrupa ülkelerinin bir kısmı, burjuva demokratik devrimini tamamlarken, proletaryanın gücünden korkarak monarşi ile uzlaşmıştır. Tıpkı İngiltere’de olduğu gibi… Bugün Avrupa’nın göbeğindeki 12 ülkede parlamenter monarşi denilen, krallığın kurumsal varlığını sürdürdüğü bir yönetim sistemi vardır. İsveç, Norveç, Belçika, Hollanda gibi “demokrasinin beşiği” kabul edilen ülkeler, parlamenter monarşi ile yönetilmektedir.

Sonrasında 1917 Ekim devrimi, Avrupa ülkelerini etkileyen bir diğer faktördür. Özellikle II. Emperyalist Savaş dönemi ve sonrasında Avrupa ülkelerinde sınıf mücadelesi çok yükselmiştir. Bu yükseliş, devletlerin baskı araçlarını zayıflatmasına neden olmaktadır. Avrupa burjuvazisi hem kitlelerin sosyal haklarını, hem de burjuva demokrasisinin “özgürlük” sınırlarını genişleterek, kitlelerin sosyalizme olan özlemlerini gidermeyi hedeflemiştir. Dolayısıyla, sınıf mücadelesinin çok yükseldiği koşullarda, parlamenter sistem, kendisini kurtarmak isteyen burjuvazinin kitlelere bir tavizidir aynı zamanda. arthur-ve-yuvarlak-masa-sovalyeleri

Bu arada parlamenter sistemin en “demokratik” sistem olmadığının altını bir kere daha çizelim. Parlamentonun varlığı, illa ki burjuva demokrasisini zorunlu kılan, faşizmi dışlayan bir unsur değildir. Türkiye’de olduğu gibi… Yukarıda belirttiğimiz gibi; parlamenter sistem, kitleler için değil, burjuvazinin keskin çelişkilere sahip klikleri için demokrasi içerir sadece.

 

Türkiye emperyalistlerin çıkar arenasıdır

Türkiye her emperyalistin vazgeçilmez çıkarlarının savaş arenası gibidir. Ve Türkiye burjuvazisi, bu emperyalistler arasında parçalanmış, her emperyalist kendi işbirlikçi odağını oluşturmuştur.

Türkiye’nin emperyalistler açısından bu kadar vazgeçilmez ve önemli bir ülke olmasının temel nedeni, belki de tek nedeni, coğrafi özelliklerinin oluşturduğu stratejik konumudur. Asya ile Avrupa’nın bağlantısı, Ortadoğu’nun çıkış kapısı, Akdeniz’le Karadeniz arasındaki tek bağlantı olan boğazların sahibi vb, vb…

Ortadoğu gibi petrol fışkıran bir bölgede söz sahibi olmak isteyen, Asya’dan Avrupa’ya akan uyuşturucu kanalını kontrol etmek isteyen, “sıcak denizler”de yer edinmeye çalışan her emperyalist, Türkiye’yi kendisine bağlamak çabasındadır. Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD emperyalistlerinin herbiri, Türkiye’ye dönük vazgeçilmez çıkarlara sahiptir. Son yıllarda giderek artan biçimde, Türkiye’de Çin etkisi de güçlenmektedir.

Elbette her emperyalist Türkiye üzerinde eşit bir paya ve söz hakkına sahip değildir. Bu zaten kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasına da aykırıdır. Kimi zaman bir emperyalistin, başka bir dönem ise bir başkasının etki gücü artmaktadır. Buna bağlı olarak kurumların çoğunluğunu ele geçiren, ülkenin rotasını dönemsel olarak değiştiren emperyalistler (ve onların işbirlikçileri) sözkonusudur.

Mesela Menderes dönemi ABD işbirliğinin zirvesi olarak bilinir. ‘70’li yıllarda, Türkiye üzerinde Alman ekonomisinin etkisi tartışmasız biçimde artmıştır. Bu ilişki, Türkiye’den Almanya’ya giden işçilerle de pekiştirilmiştir. ’80 askeri faşist cuntası ise ABD tarafından gerçekleştirilmiş, ‘80’li yıllar pek çok açıdan “Amerikan yılları” olmuştur. 2003 yılında Türkiye’nin ABD çıkarları doğrultusunda Irak savaşına girmesini hedefleyen 1 Mart tezkeresinin meclisten geçmemesi, ABD’nin savaş politikalarına karşı Rus ve AB emperyalistlerinin çabası sonucudur. Keza 2007 yılında başlatılan Ergenekon operasyonları, Türkiye’deki Avrasyacı (Rusya ve Çin işbirlikçisi) kliklerin tasfiyesini hedeflemektedir.

Bütün bu tablo, Türkiye’nin “Muz Cumhuriyeti” ve “Amerikan uşağı” olmadığının göstergesidir. Elbette ABD’nin etkisinin son derece yüksek olduğu dönemler olmuştur, ancak bu etki “sonsuz” ve “mutlak” değildir. Ve ne zaman ABD’nin güdümüne girilse, bir süre sonra rota değişikliği gerçekleşmiştir.

Her emperyalistin Türkiye’de uzantısı, işbirlikçisi olduğunu söylemiştik. Burjuvazinin farklı klikleri, farklı emperyalistlerin temsilcisi olarak varlıklarını sürdürmektedir. Elbette bu da mutlak değildir; kimi zaman emperyalistlerin farklı ortaklar aradıkları, kimi zaman yerli işbirlikçi tekellerin başka emperyalistlerle ilişkiye girdikleri durumlar vardır. Değişmeyen tek şey, kimi zaman güçlense, kimi zaman güç kaybetse de, bütün emperyalistler, Türkiye’de kendilerine bağlı işbirlikçiler olması için uğraşırlar.

Kimi zaman kitle hareketinin çok yükseldiği dönemlerde, burjuva kliklerin birleştiği ve kitleleri bastırmak için tam bir bütünlük içinde hareket ettiği olur; 12 Eylül cuntasında olduğu gibi… Keza kıdem tazminatının gaspedilmesi konusunda da burjuva klikler arasında bir çelişki yoktur. Son dokunulmazlık oylaması ise, Kürt mücadelesini şiddetle bastırma konusunda birlikte hareket ettiklerini göstermektedir.

Kimi zaman ise, kitle hareketinin yükselişi, burjuva kliklerin parçalanmasını derinleştirir; Haziran Ayaklanması sırasında kimi klikler vahşetle bastırmak isterken, kimileri uzlaşarak kitleyi maniple etmek çabasına girişmesi gibi… Hatta Koç Holding’in yaptığı gibi, hükümetle olan çelişkilerini, eylemcilere verdiği destekle ifade etmeye girişenler oldu.

Farklı dönemlerde farklı emperyalistlerin çıkarlarının öne geçtiği, bununla bağlantılı olarak farklı emperyalistlerin işbirlikçilerinin çelişkilerinin de şiddetli olduğu ülkelerde, hiçbir emperyalist, devletin tüm kurumlarının tek elde toplanmasını istemez. Bir emperyalist, hükümet partisini ele geçirdiyse bir diğeri orduya veya yargıya hükmetmeye çalışır. Hatta emperyalistlerin (ve işbirlikçilerinin) etki düzeyinin bu kadar farklı olması, hükümetin bile genel olarak parçalı olmasını zorunlu kılar.

Türkiye tarihinde, çok partili döneme geçilmesinden itibaren, ülke yönetiminin genel olarak koalisyonlarla, üstelik de “zıt partilerin” koalisyonuyla (mesela ’70’lerde Ecevit-Erbakan koalisyonu, ’90’larda Ecevit-Bahçeli-Yılmaz koalisyonu vb) sürmesinin nedeni de budur. Tek parti hükümetinin olduğu dönemlerde ise, partinin kendisi bir koalisyondur ve farklı emperyalistlerin işbirlikçilerinin temsilcisidir. AKP dönemini de böyle okumak gerekir.

 

Erdoğan’ın başkanlığı

Başkanlık sistemi tartışmaları Erdoğan’la başlayan bir konu değildir. Mesela ‘90’larda Demirel üzerinden başkanlık sistemi o kadar yoğun tartışılmıştı ki; herkes artık kesin olacak gözüyle bakıyordu, ama olmadı.

Ülkemizde başkanlık sistemi ortalama 5-10 yılda bir tartışmaya açılır. Her seferinde, “işte başkanlık geldi geliyor” havası oluşturulur; ancak son anda bir engel çıkar ve başkanlık tartışması bir anda gündemden düşürülür. Çünkü başkanlık sistemine karşı olan emperyalistlerden biri ya da birkaçı, bunu engellemek için bir hamle yapmıştır.

Bu defa Erdoğan üzerinden tartışmaların derinleşmesinde, adım adım hayata geçen bazı unsurlar, öncekilerden daha fazla önem kazandı. Bu da, Erdoğan’ın başkanlık sistemini mutlaka getireceği, getirmekte olduğu izlenimini oluşturmaktadır.

Burada öncelikle, yaşanan birçok tartışmanın, başkanlık sisteminden bağımsız unsurlar olduğunu belirtmek gerekir.

Eyalet sistemi ya da özerklik bunlardan birisidir. Başkanlık sistemi olan ülkelerde genel olarak eyalet sisteminin olduğu doğrudur; ancak Almanya gibi parlamenter sistem işleyen ülkelerde de eyalet sistemi vardır, İngiltere gibi kraliyet-parlamento ilişkisinin bulunduğu ülkelerde de. Yani çokça tartışıldığı gibi, başkanlık sistemi mutlaka eyalet sistemini de beraberinde getirmez; diğer taraftan başkanlık olmadan da Türkiye’de eyalet sistemine geçiş yapılabilir. Bu konuda Kürt hareketinin yakın zamana kadar Erdoğan’la başkanlık-eyalet pazarlığı yapması, ikisinin bağlantılı olduğu yanılsamasını güçlendiren bir unsur olmuştur.

Davutoğlu’na saray darbeyi yapılmasının ardından tartışılan “Partili Cumhurbaşkanı” konusu da, başkanlık sisteminin “olmazsa olmazı”, ya da “alamet-i farikası” değildir. Şu da bir gerçek ki; bundan önce görev yapan cumhurbaşkanlarından hiçbiri “partisiz” değildi. Demirel de bir partinin genel başkanlığından cumhurbaşkanlığına geçmişti, Turgut Özal da, Abdullah Gül de. Ahmet Necdet Sezer gibi bir parti üyeliği olmayan bir cumhurbaşkanının da siyasi görüşleri belliydi. Bu nedenle, cumhurbaşkanının “tarafsız” olması gerektiği söylemleri, Erdoğan’ın her seçim sonrasında yaptığı “balkon konuşmaları”nda, “herkesin başbakanı olacağım” açıklamaları kadar anlamsız ve demagojiktir.

Gerçekte, “başkanlık sistemi” adına bugüne kadar atılan en önemli adım, cumhurbaşkanının seçimle başa gelmesidir. 2007 yılında Abdullah Gül, meclisten belirlenen son cumhurbaşkanı olmuştu. Sonraki cumhurbaşkanının seçimle başa geleceği yönünde yasal değişiklik yapılmış, bu değişiklik 2014 yılında Erdoğan’ın seçilmesiyle hayata geçmişti.

Bu tablo bile bize şunu gösteriyor: Hükümet-cumhurbaşkanı ilişkisini tartışmalı hale getiren ve başkanlık sisteminin bir uygulaması olan adım on yıl önce atılmış, ancak sonrasında ikinci adımı atmak için on yıl beklemeleri gerekmişti. Bu bile, “başkanlık” hayalinin o kadar kolay ve engelsiz bir hedef olmadığını göstermeye yetiyor.

Erdoğan’ın aşamadığı bir diğer unsur ve daha önemli olanı, kitlelerin tepkisidir. Seçim hileleri ile yüzde 40-50 aralığında oy almakla birlikte, gerçek oyunun çok daha düşük olduğu biliniyor. Üstelik Erdoğan karşıtı olan kitleler, tepkilerini çeşitli biçimlerde ifade ediyorlar da. Haziran Ayaklanması, bunun doruk noktasıydı. Sonrasında da, Soma katliamına karşı tepkiden metal fırtınasına, Ensar başta olmak üzere dini kurumlarda çocuklara tecavüz edilmesinden, IŞİD saldırılarının yarattığı öfkeye kadar, hemen her alanda kitleler tepkilerini ortaya koyuyorlar.

Bu tabloda, kitlelerin Erdoğan’a ve başkanlık sistemine duyduğu tepki ile, burjuva klik çatışmaları örtüşerek, bazen biri diğerini besleyerek Erdoğan’ın önüne engel olarak çıkıyor.

 

Burjuvazinin “alternatif” arayışı

Bu koşullarda, burjuvazinin bazı kesimleri, Erdoğan’ın önüne barikatlar kurmada, başkanlık adımlarını engellemede çeşitli hamleler gerçekleştiriyorlar. Bu adımların bazıları başarılı oluyor, bazıları ise, Erdoğan’ın arkasındaki burjuva klikler tarafından bertaraf ediliyor.

Bugüne kadar Erdoğan’ı dizginlemek için en yaygın kullanılan yöntem, AKP’nin içinde muhalefet oluşturmak ve onun karşısına çıkarmak olmuştu. Kimi zaman Abdullah Gül’e, kimi zaman cemaatin hazırladığı tapelere, kimi zaman Bülent Arınç’a ya da Davutoğlu’na bu misyon biçildi ve onlarla bir yol almaya çalıştılar.

Ancak bu hamleler, sürekli iki barikata birden çarpıyordu. Birincisi kitleler, öne sürülen kişileri Erdoğan’a rakip, Erdoğan’dan daha iyi olarak görmüyordu. Mesela saray darbesi nedeniyle “mağdur” edebiyatına sığınan Davutoğlu, 2015 yazından bu yana Kürt kentlerinde estirilen terörün ortağı, Suriye savaşında IŞİD’in destekçisiydi. Keza büyük umutlar beslenen Gül’ün cumhurbaşkanlığı dönemindeki bütün icraatı, Erdoğan hükümetinin gönderdiği yasaları onaylamak oldu. Akıllarda kalan en çarpıcı görüntüsü ise, adli yılın açılış töreninde TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşması sırasında Erdoğan’ın “kalk gidiyoruz” demesiyle kalkıp tıpış tıpış gitmesiydi. “Erdoğan’a hiçbir düzeyde itiraz edemeyen bu insanlar mı Erdoğan’dan daha iyisini yapacak” sorusu, kitlelerde olumlu bir karşılık bulmadı. Kitleler, AKP içinden çıkan “muhalefet”e prim vermedi.

Diğer taraftan, Erdoğan, muhtemelen MİT olanaklarını en iyi biçimde kullanarak, parti içinde tam bir hakimiyet sağlamaktadır. Kimisini kasetlerle, kimisini mali dosyalarla tehdit ederek, herkesi susturmayı başarabilmiştir.

Tam da bu koşullarda Meral Akşener’in parlatılmasının ve MHP’nin karıştırılmasının, Erdoğan’ın karşısına etkili bir rakip çıkarmak isteyen burjuva kliklerin bir çabası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Kontrgerilla şefi olarak gerçek bir “devlet” kimliğine sahip olan Akşener, kitlelerin gözünde yeni bir alternatif olarak parlatılıyor. Merkez sağı toparlayacak, laik kesimlere umut olacak, “kadın” kimliğiyle oldukça geniş bir kesimi etkileyebilecek, aynı zamanda geçmişte İçişleri Bakanlığı yaptığı için devlet yönetme tecrübesi de bulunan, sadece AKP ve CHP’den değil, HDP seçmeninden bile oy alabilecek bir figür olarak öne çıkartılıyor.

Bu çabanın tutup tutmayacağını zaman gösterecek. Akşener olmazsa bir başkası… Burjuva kliklerin çatışması ve kitlelerin gücü, Türkiye’de bugüne kadar başkanlık sisteminin önündeki en büyük engeldir.

Bugün Suriye savaşının bu kadar sertleştiği, dünya genelinde emperyalistler arasında hegemonya savaşının bu kadar keskinleştiği bir dönemde, ülkemizde başkanlık sisteminin, Erdoğan’la ya da bir başkasıyla gerçeklemesi ihtimali oldukça uzak görünüyor.

Tıpkı öncekilerde olduğu gibi, bu defa da, “başkanlığa bir adım kala” kartların yeniden karılması ve bu tartışmanın bir kere daha gündemden düşme ihtimali ise, son derece yüksektir.

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …