AKP’nin “dost” arayışları

turkiye-israil-bayrak

AKP hükümeti, son günlerde hızlı bir diplomasi atağı yürütüyor. Görüşmeleri çok önceden perde arkasından yapılan anlaşmaların sonuçları, peşpeşe kendini ortaya koydu. İsrail, Rusya, Suriye, arkasından Mısır…

Binali Yıldırım başbakanlık görevine atandığında “düşmanlarımızı azaltıp, dostlarımızı artıracağız” demişti. Elbette ki AKP Türkiyesi’nin “dost” kazanma ihtimali yok. Yaptıkları hataların bedeli giderek ağırlaştığı için çark etme telaşı içinde oldukları açık; ancak bunun sonuca ulaşacağı da şüpheli. Bu nedenle Yıldırım’ın sözünün gerçek anlamı, öncesinde yapılan tüm hataların faturasını Davutoğlu hükümetine yıkarak, bir politika değişikliği varmış gibi davranmaktan ibaret.

Üstüste gelen bu anlaşma haberleri, “düşman” ilan edilenlerle kurulan ittifaklar, Kürt hareketinin nezdinde oldukça öznel biçimde yorumlandı. Kürt hareketi bu ittifakın, kendilerine karşı bir ittifak, Ortadoğu’daki Kürt varlığına karşı düşmanlık olarak ele alıyor, böyle ifade ediyor. Oysa gerçek durum bundan daha karmaşık.

Herşeyden önce, Türkiye’nin son dönemde anlaşma yaptığı ülkelerin çıkarları birbiriyle mutlak bir çatışma halinde. Mesela İsrail açıkça, “Ortadoğu’da IŞİD’in varlığını sürdürmesi bizim çıkarımızadır; IŞİD’in yenilmesi mutlaka engellenmelidir” diyen bir devlet. Diğer taraftan Rusya, kendi Ortadoğu düzenini IŞİD’in yokedilmesi üzerine kurmuş durumda. Keza Kürt hareketi Rojava’nın savunmasını da, topraklarının genişletilmesini de, ABD ile işbirliği içinde kurmaya çalışırken; ABD’nin bölgedeki en önemli gücü olan İsrail, bunun dışında kalmıyor.

En başta, ABD ile Rusya’nın Ortadoğu’da çıkarlarının ortaklaşması mümkün değildir; herbiri bölge üzerinde kendi hakimiyetini kurmayı, ancak diğerini ezerek ve yokederek başarabilir. Bu koşullarda zaman zaman yaptıkları anlaşmalar göstermelik olur, gerçekte perde gerisindeki çıkar çatışması en keskin haliyle yaşanmaya devam eder.

Hal böyleyken, ülkemizde pekçok siyasi kurum, “bak işte ABD ile Rusya anlaştı” cümlesini çok rahat biçimde kullanabiliyor. Kürt hareketi de bu yoldan gitmekte, Türkiye’nin aynı anda hem İsrail, hem Rusya hem de Mısır’la anlaşma yapabileceğini; bir yandan IŞİD çetelerini beslerken bir yandan da IŞİD’i yoketmeye çalışan Rusya ile birlikte hareket edebileceğini, “beş benzemez”in biraraya gelerek “Kürt karşıtı” bir cephe kurabileceğini ileri sürmektedir.

Bu nedenle, yüzeydeki görünenleri bir kenara bırakarak, konuya biraz daha yakından bakmak gerekir.

 

İsrail ile anlaşma ne getiriyor

26 Haziran günü Roma’da Türkiye ile İsrail arasında imzalanan mutabakat, AKP hükümeti tarafından büyük bir zafermiş gibi sunuldu. Öyle ki başbakan, Gazze’ye dönük ambargonun kaldırıldığını bile duyurdu. Oysa gerçek bu değildi. İsrail ile imzalanan anlaşma, Türkiye’nin büyük bir geri adımı üzerine geldi.

31 Mayıs 2010 tarihinde, “İnsan Hak ve Hürriyetleri” İHH tarafından hazırlanan ve Gazze’ye insani yardım götürdüğü iddia edilen Mavi Marmara gemisinin İsrail tarafından saldırıya uğramasının ardından, AKP hükümetinin tırmandırmasıyla İsrail ile ilişkilerde sıkıntı oluşmuştu.

Dönem, ABD emperyalizminin Türkiye’ye, Ortadoğu için “rol model” olma misyonu biçtiği, “ılımlı islam”ın kalesi yapmaya çalıştığı bir dönemdi. Doğu Akdeniz’de, Tunus’tan Suriye’ye uzanan bir “ılımlı İslamcı ülkeler” kuşağı oluşturmaya çalışıyordu. Bu koşullarda Erdoğan, Filistin sorunu üzerinden Arap dünyasının hamiliğine soyundu. Önce 2009 yılında Davos Zirvesi’ndeki şovu gerçekleştirdi, ardından 2010’da Mavi Marmara provakasyonu hazırlandı. Ve Erdoğan, “izni ben verdim” sözleriyle Mavi Marmara gemisinin “sahibi” olarak ortaya çıktı.

2013 yılında Obama’nın araya girmesiyle İsrail resmi olarak özür diledi ve tazminat ödeyeceğini açıkladı. Erdoğan ise üçüncü bir şart olarak “Gazze’ye deniz ablukasının kaldırılması”nı öne sürdü. Arap dünyasının “hamisi” olarak görünme çabası, bu gerçekleşmeyecek maddeye yaslanmış olarak, AKP’nin önemli politik argümanlarından birine dönüştü.

Ancak süreç içinde, Ortadoğu’daki dengeler hızla değişti: Tunus laikliğe bağlı kalacağını açıkladı, Mısır’da Müslüman Kardeşler’e darbe indirildi, Rusya’nın Suriye’de savaşa doğrudan girmesi AKP destekli radikal İslamcı çetelerin güç kaybetmesine neden oldu. IŞİD dört bir yana yayıldı, “radikal islam”, Müslüman Arap ve Afrika ülkelerinin temel sorununa dönüştü. Ve böylece AKP ve Erdoğan şahsında oluşturulmaya çalışılan “ılımlı islam” modelinin çöktüğü ortaya çıktı.

Dahası Rusya’nın Eylül 2015’te Suriye savaşına girmesinin ardından İran, Irak ve Suriye hükümetleri, Rusya’nın kurduğu “koordinasyon merkezi”ne katılarak onun elini güçlendirmişti. Bu ittifak, ABD’nin bölgedeki güç ve etkisinin zayıfladığının göstergesi oldu.

Bu koşullarda ABD’nin Ortadoğu’da kendi ittifak merkezini güçlendirmesi bir zorunluluk haline geldi. Ön görüşmelerin ardından, doğrudan ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin aracılık yaptığı bir toplantıda, mutabakat metni imzalandı; İsrail ile Türkiye “barıştı”.

Anlaşma maddeleri ise, AKP hükümetinin göstermeye çalıştığı gibi Türkiye’nin değil, İsrail’in zaferini ortaya koyuyordu.

Anlaşmanın üç koşulundan biri olan özrün, İsrail hükümeti tarafından 3 yıl önce dilendiği söyleniyor. Ancak sonradan ortaya çıktı ki, ortada, devletler hukukunun temel şartlarından biri olan yazılı bir özür metni yok. Özrün “sözlü” olarak dilendiği söyleniyordu ki, bunun da kanıtı yok. Bu koşullarda İsrail, istediği zaman, “biz zaten özür dilememiştik” deme hakkına sahip.

Tazminat ödenmesi önceden kararlaştırılmıştı; ancak 20 milyon dolarlık tazminatın ailelere Türk devleti üzerinden değil, İsrail’in doğrudan ödemesi kararlaştırıldı. Üstelik resmi olarak bir “tazminat” ödemesi de sözkonusu değil: İsrail bir derneğe “bağış” yapacak, dernek bu parayı ailelere dağıtacak. Bu bir taraftan İsrail’in AKP hükümetini atlayarak iş yapması anlamına geliyor, diğer taraftan, kayıtlara “tazminat ödeyen” değil, “bağış yapan” ülke olarak geçiyor. Yanısıra Türkiye, Mavi Marmara olayı ile ilgili olarak İsrailli yetkililere dönük açtığı bütün davaları sonlandırmaya söz verdi. Bu durum, İsrail’i daha da avantajlı duruma getiriyor. Çünkü hem resmi tazminat ödemeyip bir derneğe “bağış” yaparak uluslararası hukuk karşısında suçunu kabullenmemiş oluyor; hem davalar düşürüldüğü için uluslararası hukuk karşısındaki tüm suçlamalardan kurtuluyor. Hatta gelecekte İsrail’in Türkiye, İHH ya da Mavi Marmara gemisi ile bağlantılı herkes hakkında dava açmasının yolunu hazırlıyor.

Üçüncü ve asıl tartışmanın olduğu nokta, “ambargonun-ablukanın kaldırılması” konusudur. AKP’nin ileri sürdüğü üçüncü şart, “deniz ablukasının kaldırılması” idi. İsrail’in kontrolü altında Gazze’ye yardım yapılması biçiminde süren “ambargo” konusunda bir tartışma yoktu. Yapılan anlaşmada, Türkiye “deniz ablukasının kaldırılması” şartını geri çekti. Bu geri adımını gözlerden gizlemek ve kitlelerde bir yanılsama yaratmak için de, “ambargo”nun zaten uygulanan biçimine riayet eden bir yardım gemisi gönderdi. “Mavi Marmara’nın taşıdığından on kat daha fazla yardım malzemesi taşıyor” diyerek böbürlendikleri gemi, Gazze limanlarına değil, İsrail’in Aşdod Limanı’na yanaştı, İsrail’in denetimi sonrasında Gazze’ye ulaştı. Yani ambargo kaldırılmadı, meşrulaştırılmış oldu.

Gazze’ye su arıtma tesisi, elektrik santrali, hastane ve Cenin ile Erez’de sanayi bölgelerinin inşası gibi yatırımlar ise, Türkiye’nin kendisini Müslüman kamuoyunda aklama çabasının en önemli unsuru.

Bu üç ana maddenin dışında yer alan ve İsrail’in elini güçlendiren maddeler ise, oldukça önemli. Mesela İsrail, kendisi için en büyük tehdit olan Hamas konusunda Türkiye’ye sınırlar çiziyor. Hamas’ın İsrail’e yönelik eylemlerinde, Türkiye’nin bir üs olarak kullanılmasının engellenmesi, anlaşmanın maddeleri arasında. Bunun somut örneği, daha anlaşma görüşmeleri yapılırken, Hamas liderlerinden Salih El Aruri’nin sınırdışı edilmesi. Keza, Hamas’ın Türkiye’de “yardım toplamak” dahil, adım atamaz hale gelmesini de kapsıyor bu madde. Yanısıra Türkiye, Gazze’de ölen bazı İsrail askerlerinin cenazelerinin iade edilmesi için Hamas ile arabuluculuk görüşmeleri gerçekleştirecek.

İsrail’in başarısı olan bir başka madde, “NATO ve BM gibi uluslararası platformlarda tarafların birbirinin çıkarına zarar veren eylemlerden kaçınması” olarak formüle edilmiş. Aslında Türkiye’nin bu konudaki tutumu, İsrail ile krizin sürdüğü dönemde de göstermelik olmanın ötesine geçmemişti. 2010 yılında Türkiye, İsrail’in AGİT’e üye olmasına vetosunu kaldırdı. Sonra NATO tatbikatlarına katılmasına yönelik vetosunu da kaldırdı. Yani Türkiye bu süre içinde söylemde İsrail karşıtı görünse bile, gerçekte İsrail’in uluslararası platformlarda destekçisi olmuştu.

Bunlara ek olarak, doğalgaz ticareti ve sevkiyatı konusu da, İsrail’e önemli bir ekonomik rahatlama getiriyor. İsrail için, Filistin topraklarından gaspettiği ve Güney Kıbrıs’tan çıkarmakta olduğu doğalgazın Avrupa’ya sevkiyatı önemli bir sorun. İmzalanan anlaşma ile Türkiye bu görevi üstleniyor, ayrıca kendi ihtiyacı için de İsrail’den doğalgaz alımını başlatıyor.

İsrail ile ekonomik, askeri ve diplomatik ilişkilerin yeniden kurulacak olması üzerine kopartılan fırtına ise gerçeği yansıtmıyor. Bu süre boyunca İsrail ile Türkiye arasında ekonomik ilişkilerde bir değişiklik sözkonusu olmadı. Son 5 yılda Türkiye’nin İsrail’e ihracatı yüzde 13 artışla 2.7 milyar dolara yükseldi. İki ülke arasındaki dış ticaret, geçtiğimiz yıl 4.4 milyar dolar oldu. Üstelik İsrail, Türkiye’nin dış ticaret fazlası verdiği, yani ihracatının ithalatından fazla olduğu ülkelerden biri.

Kriz patladığında diplomatik ilişkiler kesilmiş, büyükelçiler geri çağrılmıştı. Ama ilişkiler de perde arkasından yürütülmeye devam etti. Bugün değişen tek şey, diplomatik ilişkilerin resmiyet kazanmasıdır.

Askeri ilişkiler konusunda bir sarsıntının yaşandığı söylenebilir. Yapılan ortak askeri tatbikatlar, “istihbarat paylaşımı” adı altında PKK ve İran’a karşı kurulan işbirliği, ortak askeri projeler zayıfladı. Hatta İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile ortak askeri tatbikatlar düzenlemeye başladı. Ancak İsrail ile Türkiye arasındaki askeri işbirliği hiçbir zaman bitmedi; ABD’nin de içinde olduğu bir ilişki sürdürüldü.

Sonuç olarak, Mavi Marmara provokasyonundan sonra Türkiye ile İsrail arasında göstermelik olarak kesilen ilişkiler, Ortadoğu coğrafyasında ABD’nin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden kurulmuş oldu.

 

Rusya’dan “özür” dilemek

neyi değiştirecek?

Türkiye, 24 Kasım 2015’te, Rusya’nın SU24 tipi savaş uçağını, Türkiye sınırını sadece 17 saniye ihlal ettiği gerekçesiyle düşürmüştü; böylece NATO’nun 60 yıllık tarihinde ilk defa, NATO üyesi bir ülke, bir Rus uçağına saldırı düzenlemiş oldu.Putin

O günden itibaren Rusya, Türkiye’ye dönük çeşitli yaptırım kararları aldı. Turist göndermemek, bugüne kadar ithal ettiği yaş meyve ve sebze alımını durdurmak, Rusya’da iş yapan işadamlarını engellemek, hatta gözaltına alarak sınırdışı etmek vb. birçok yaptırım peşpeşe yağdı. Yanısıra Türkiye, Suriye üzerindeki tüm uçuşlarını, bombardımanlarını durdurmak zorunda kaldı. Türkiye’nin Suriye politikası, “fırtına obüsleri” denilen topların 35 km’lik menziline sıkıştı.

AKP hükümeti başlangıçta saldırıyı savundu. Davutoğlu, “emri ben verdim” dedi; Rusya sert tepki gösterince, “O düşen Rus uçağı mıydı” diye bilmezden geldiler; ardından Rus uçağını vuran Türk pilotun, kendi başına bir hareketi olduğunu iddia etmeye çalıştılar. En pervasız açıklama Erdoğan’dan geldi: Vurulan uçaktan paraşütle atlarken IŞİD çeteleri tarafından silahla taranan ve linç edilen Rus pilotunu kastederek, “bir pilotun hatası yüzünden Rusya ile ilişkilerimiz bozuldu” dedi.

AKP hükümeti bir taraftan Türkmendağı’ndaki radikal İslamcı çeteleri korumak için Rus uçağını bile isteye düşürttü; diğer taraftan Rusya’nın sert tutumu karşısında geri adım atmak için çeşitli manevralar, demagojiler vb ileri sürdü. Rusya’nın tavizsiz tutumu karşısında, sonunda 27 Haziran günü, Erdoğan Putin’e “beni affedin” yazan bir mektup göndermek zorunda kaldı. Türkiye kamuoyuna bu mektubu “üzüntülerini bildirdi” olarak yansıtmaya çalıştılar; ancak Rusya mektubun sözkonusu bölümünü yayınlayınca, bu yalanları da ortaya çıktı.

Ve özrün ardından Rusya’dan olumlu bir mesaj gelince, ülkede birden bayram havası esmeye başladı. 7 ayın ardından Antalya’ya Rus turistleri taşıyan ilk uçak, çiçeklerle, törenlerle karşılandı.

Yapılan anlaşma, hükümet tarafından büyük bir başarı ve “Rusya ile ilişkilerin düzelmesi” olarak sunuldu. Gerçekte ise tablo hem bu kadar parlak değil, hem de altının çizilmesi gereken pekçok unsur var.

Oluşturulmaya çalışılan “Rusya ile ilişkiler düzeldi” havası gerçeği yansıtmamaktadır. Zaten Rus yetkililer, bunun bu kadar kolay olmayacağını belirten açıklamaları hemen yaptılar. Şu ana kadar atılan tek adım, Antalya’ya inen bir uçak dolusu turistten ibarettir. Bunun bir akına dönüşüp dönüşmeyeceği, Rusların gelmeye devam edip etmeyeceği henüz belli değildir. Rusya ile ilişkiler düzelse bile, ülkede patlayan bombalar ve “Türkiye IŞİD’i destekliyor” imajı yüzünden, turist sayısında ciddi bir düşme devam edecektir.

Diğer taraftan, Türkiye ekonomisinde önemli bir kalemi oluşturan yaş sebze-meyve başta olmak üzere gıda ihracatının başlayacağına ilişkin bir işaret görünmemektedir. Keza Rusya’da iş yapan işadamlarının ne olacağı, onlar üzerindeki baskıların kalkıp kalkmayacağı da belli değildir.

Yani anlaşmanın “görünen yüzü” bile fazlasıyla defoludur. Bu nedenle, “görünmeyen yüzü”, yapılan gizli anlaşmaların ne olduğu daha büyük bir önem taşımaktadır. Putin’in, Erdoğan’dan gelen mektubun sadece özür içeren kısmını açıklaması, mektubun tam metnini açıklamaması da bu şüpheyi güçlendirmektedir.

Bu anlaşmanın yapılma biçimi de oldukça sorunludur.

Karşı-devrimci Aydınlık çevresi ile Doğu Perinçek, bu anlaşmanın “mimarı” olduklarını büyük bir kasıntı içinde ilan ettiler. Mart ayından itibaren süren perde arkası görüşmelerde, anlaşmanın koşullarını netleştirip, iki tarafı da ikna ettiklerini duyurdular. Ancak göstermeye çalıştıklarının aksine, yaptıkları Türkiye-Rusya ilişkilerini düzeltmek değil, Erdoğan’a hayat aşısıydı. Yakın geçmişte Erdoğan-Cemaat ittifakıyla operasyon yapılan, sonrasında Erdoğan ile ilişkileri düzelten Ergenekoncu ordu kanadı da, bu çabaların arkasındaki güçtü.

İşte Aydınlık çevresi, yokolmakta olan bu Erdoğan’ı allayıp pullayıp Rusya’nın karşısına çıkarmış oldu. Erdoğan ve ona ait tüm yönetim mekanizmalarının yerle bir olması da, Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkilerini düzeltecek bir unsurdu. Ancak Aydınlık ve Perinçek, Erdoğan’ı yeniden güçlendirmek ve dünya siyaset sahnesinde yükseltmek için yoğun bir çaba harcadılar. Erdoğan’ın dilediği özür ve Rusya ile kurulan anlaşma, içte ve dışta bu kadar sıkıştığı, siyasal ömrünün sonlarına yaklaştığı bir süreçte, Erdoğan’a uzatılmış bir cansimidi oldu.

Bu yanıyla Aydınlık çevresi, her zamanki lanetli, hain, işbirlikçi rollerini oynadılar.

 

Erdoğan’ın anlaşma çabası

Erdoğan’ın bu anlaşmaya gerçekten çok ihtiyacı vardı. En başta, ekonomik krizin bu kadar sarsıcı olduğu bir dönemde, bir de Rusya ile olan ilişkilerde yenilen darbe, ülke içinde durumunu oldukça zora sokmuştu. Turizm sektörü, gıda üretici ve ihracatçıları ve onlarla bağlantılı bütün sektörler, 7 aydır büyük çöküntü içindeydiler. Hele ki gıda gibi, üretim süreci aylarca süren ve stoklanamayan ürünler sözkonusu olduğunda, ihracattaki durma, tarımı çok ciddi bir krizin ortasına atmıştı. Ve bu ekonomik tablodan, Erdoğan’ın işbirlikçisi patronlar da doğrudan etkileniyordu. Bu baskı, Erdoğan’ın geri adım atmasının en önemli nedenlerinden biridir.

İkinci neden, “islam dünyasının lideri” hayalleri ile başlayan, “değerli yalnızlık”la sonuçlanan dış politikada yaşanan iflastır. Özellikle selefi-İhvancı akımlara yaslanarak Arap dünyasının “lideri” olma hayalleri tuzla buz oldu. Tunus’da selefiler güç kaybetti, en son “laiklik” açıklaması yapıldı. Mısır’da Müslüman Kardeşler 2011’de patlayan Tahrir Ayaklanması’nın üstüne konmuşlardı; “saltanat”ları bir yıl sürdü. Sonrasında Müslüman Kardeşler’e ve onların temsilcisi Mursi’ye yapılan askeri darbe ile yönetimden uzaklaştırıldılar. Bu darbeye rağmen, Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e desteği öylesine kirli bir hal aldı ki, 2014 yılında Mısır, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğinin aleyhine kampanya yürüttü ve başarılı oldu. Libya’da uluslararası meşruiyet kazanan hükümete karşı, Türkiye radikal İslamcıların hükümetini destekledi ve savaşlarına yardım etti. Yemen’de Suudi Arabistan’a destek çıktı; Suudi yenilgisinin ortağı oldu. İsrail’e kafa tutuyormuş görünerek Hamas’ın hamiliğine soyundu; en son Gazze ablukasını tanıyan bir yardım gemisi göndermek zorunda kaldı.

Sonuçta Erdoğan’ın içişlerine karıştığı Müslüman ülkelerin tümü, Erdoğan’la ilişkileri sınırladı; farklı ittifak ilişkilerinin içine girdi. AKP hükümetine kalan ise, Suudi Arabistan’ın “İslam Ordusu”nun “neferi” olmaktı.

En büyük hatayı Suriye’de yaptı. Türkiye artık “cihatçı otobanı” olarak tanımlanıyor. Rusya’nın, ABD’nin, AB’nin sayısız açıklamasında, AKP hükümetinin IŞİD’e yardım ettiği, destek verdiği, silahlandırdığı, yaralılarını tedavi ettiği, maaş ödediği, petrol satışını gerçekleştirdikleri vb. konuşuldu, söylendi. MİT’ten Kızılay’a, İHH’dan Afad’a kadar çeşitli kurumlar, AKP hükümeti ile birlikte, IŞİD destekçiliğini doğrudan ve açıktan yürüttüler. İşgalci heveslerin simgesi haline gelen “Emevi Camii’nde namaz kılmak” sözünü de Suriye politikalarının özeti olarak sundular.

Bütün bu desteğe rağmen, Suriye’yi yıkmayı, Esad’ı devirmeyi, Emevi Camii’ni işgal etmeyi başaramadılar. İran ve Rusya’nın desteğiyle Suriye direndi, zaman içinde güç kazandı. Bu durum, Türkiye’nin Suriye politikasının yerle bir olmasına yol açtı.

Suriye politikasında bir başka hatası ise, Kürt hareketi karşısında aldığı tutumdu. Rojava ve PYD, her geçen gün uluslararası meşruiyetini güçlendirip, dünya siyasetinde yerini alırken, AKP hükümeti PYD karşıtı tutumuyla kendisini yalnızlaştırdı. Rojava’ya karşıt olan tutumu, IŞİD’e olan desteğiyle örtüştü, AKP’nin yerini daha da netleştirdi.

Bu koşullarda, Rusya ile yapılan anlaşmaya en fazla ihtiyacı olan, AKP hükümetidir. Bir taraftan Rusya ile ekonomik ilişkilerin kurulmasının içeride bir rahatlama yaratmasını hedefledi. Diğer taraftan, üstüste aldığı yenilgilerin ardından, sadece “Kürt federasyonu kurulmasın”a sıkıştırılmış Suriye politikasına, Rusya’dan destek arayışına girişti.

 

Rusya avantajlı durumda

Yapılan anlaşma, AKP hükümeti açısından, her noktadan yaşadığı sıkışmanın bir ürünüydü. Rusya ise, son dönemde hem savaş alanında hem de siyasette kazandığı zaferlerin ardından, Türkiye’de yeni bir başarı arayışına girdi.

Mart ayından bu yana aracılar üzerinden yürütülen görüşmelerde hangi pazarlıkların yapıldığını, Erdoğan’ın mektubunun açıklanmayan bölümlerinde neler yazdığını bilmiyoruz. Ancak Putin’in çok kolay biçimde özrü kabul edip, hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden ilişkilere devam etmeyeceğini biliyoruz. Bir NATO ülkesinin doğrudan bir Rus uçağına saldırı düzenlemesi gibi, savaş ilanı anlamına gelecek bir konuda, Rusya’nın kendisini güçlendirecek bir zemin oluşmadan “barışma” ihtimali olamaz.

Aslında, Rusya’nın ilk kazanımı siyasal oldu. Başından beri ABD ile ittifak halinde Suriye savaşının temel aktörlerinden biri olan Türkiye’nin geri adım atması, hem Rusya’yı hem de Suriye hükümetini güçlendirdi.

Rusya, 6 Haziran 2016’ta İran’da bir zirve düzenledi. Tahran Zirvesi olarak isimlendirilen bu toplantıya İran, Irak, Suriye ve Rusya katıldı. Rusya Eylül 2015’te Suriye savaşına katılmasının ardından, bölge ülkelerini kendi stratejisi etrafında toplayabilmek için, Irak, İran ve Suriye’nin katıldığı bir koordinasyon merkezi kurmuştu. Bu koordinasyon merkezinin, IŞİD’e karşı savaşta birlikte hareket edeceğini duyurmuştu. O tarihten sonra da, hem Irak’ta hem de Suriye’de IŞİD’e karşı savaş hız kazandı. Palmira ve Felluce’nin kurtarılması, Halep’in kuşatılması, Türkmendağı’nın temizlenmesi, bu süreçte gerçekleşti.

Şimdi Rusya, Tahran Zirvesi ile bu işbirliğini bir adım daha ileri taşıyor. Zirve sonrasında Esad’ın Suriye meclisinde yaptığı konuşma, bu durumun verdiği özgüvenin ifadesiydi. Bir Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulması, Halep’in kurtarılması, IŞİD’e karşı mücadelenin hız kazanması, Suriye’nin toprak bütünlüğünün güvence altına alınması gibi konularda, Esad tam bir rahatlıkla konuştu. Suriye savaşında “Esad gitsin” ile başlayan sürecin geldiği son nokta bu oldu.

Rusya, Tahran Zirvesi’nin ardından Türkiye ile de buzların çözüldüğü mesajının verilmesini önemsiyor. ABD’nin saflarından kopartabileceği her parçaya önem veriyor.

İncirlik Üssü konusunda birden patlayan tartışma da bu gelişmelerin bir parçası. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, üssün Rusya’ya açılacağını duyurdu. Rusya da bunun “terörizme karşı mücadele”de önemli bir adım olacağını belirtti. Sonra Dışişleri Bakanı hemen kendi açıklamasını yalanladı, İncirlik Üssü’nün gündemde olmadığını söyledi. Ancak bunu ağzından kaçırmış olması, Rusya’ya bu konuda taviz vermeye hazır olduklarını göstermesi bakımından önemli.

 

Rojava’nın statüsü savaşı belirliyor

Suriye savaşında en kritik konulardan biri Rojava’nın statüsü. Türkiye’nin ittifak arayışlarında da bu konu öne çıkıyor.

PYD, bugün asıl olarak ABD ile işbirliği halinde IŞİD’e karşı mücadele yürütüyor, bu arada topraklarını da genişletmiş oluyor. Rusya da PYD ile işbirliğine hazır olduğunu pekçok biçimde ortaya koydu. ABD’nin Rojava’da üç askeri üs kurması, PYD’nin bugünkü tercihini ortaya koyuyor.ypg

PYD’nin en önemli talebi kantonların birleştirilmesi ve federasyon ilişkisinin kabulü. Bu koşullarda ne ABD’nin, ne Rusya’nın, ne de Suriye’nin buna karşı çıkmasının zemini yok. Çünkü PYD bu hakkı, doğrudan savaşın içinde kazandı. Suriye ve Rusya, Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde, Rojava’nın federasyon ya da benzeri bir statü kazanmasına itiraz etmeyeceklerini gösterdiler. Keza Türkiye’nin açıkça IŞİD destekçisi tutumuna karşılık, Suriye ile Türkiye arasında bir Kürt bölgesinin bulunması Esad hükümetinin de işine geliyor.

ABD, PYD’nin savaş gücünü kullanarak Suriye’de kendisine yer açmaya çalışıyor. PYD’nin eline geçen her toprak parçasının, kendi hegemonyasında olacağını öngörüyor. Bu politikanın bir parçası olarak bir yıl önce YPG’nin öncülüğünde kurulan Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nin Tel Abyad’ı almasını sağladı. Ardından Rojava’nın çevresindeki birçok kasaba ve köy YPG tarafından ele geçirildi. Birkaç ay önce SDG ile, Rakka operasyonunu başlatmak istedi. Ancak Rusya, Kürt bölgesinin Rakka’ya kadar uzanmasına izin vermeyince Rakka operasyonu durduruldu. Benzer biçimde ABD de, Afrin Kantonu ile Suriye Ordusu’nun koordineli biçimde yürüttüğü Halep saldırısından YPG’yi uzaklaştırdı. Bu koşullarda, SDG’nin Menbiç operasyonu başladı. Rakka’ya giremeyen ABD, bu defa Kobane’nin batısına doğru ilerlemeye girişti.

24 Kasım 2015’te Rus uçağını vurmasının ardından Suriye savaşının tümüyle dışına düşen, söz hakkını bile kaybeden Türkiye, Menbiç operasyonunda dolaylı biçimde müdahil olmayı başardı. Basında yer alan haberlere göre, İncirlik Üssü’nde Türk ve Amerikalı yetkililerin dışında YPG’nin de katıldığı bir toplantı gerçekleştirilmişti. Bu toplantıda YPG-SDG’nin Menbiç saldırısına Türkiye’nin engel olmaması karşılığında, YPG kuzeye çıkmayacak, Cerablus hattına geçmeyecekti. Böylece Türkiye’nin bir “kırmızı çizgisi” daha paspas olmuş, YPG’nin “Fırat’ın batısına”, Türkiye sınırına paralel bir rotayla değil, daha güneyden ilerlemesi kabullenilmişti. Yanısıra, Türkiye’deki Kürt hareketinin durumuna ilişkin de bir pazarlık sözkonusu edilmişti, ancak buna ilişkin bir gelişme yansımadı.

Sonuçta, Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşma çabasında en önemli unsurlardan birinin, Suriye’de Kürt federasyonuna karşı bir ittifak arayışı olduğu ileri sürülüyor. Ancak Suriye’nin dengeleri ve savaşın seyri, Rusya’nın da, Suriye’nin de bu federasyona karşı çıkmayacağını gösteriyor. En azından şimdilik böyledir, elbette gelecekteki güçler dengesine göre, çok şey değişebilir.

 

AKP’nin savruluşları

AKP’nin Rusya ve İsrail’le bu arayı düzeltme çabaları, Mısır ve Suriye ile gizlice yürütülmekte olan görüşmeler, AKP’nin diplomatik başarısı olarak gösterilmeye çalışılıyor. Oysa ortada, hayatta kalmak için çırpınıştan başka birşey yok. Zaten tabloya bakınca bu çok net görülüyor.

AKP bir taraftan ABD’nin Ortadoğu projesinin bir parçası olmaya çalışıyor. Bu doğrultuda İsrail ile ilişkileri düzeltiyor; Suudi Arabistan’ın “İslam Ordusu”nda yer aldığını açıklıyor; ABD ve İsrail ile birlikte IŞİD’in en büyük destekçisi olarak konumlanıyor; Suriye politikasını “Esed gitsin” üzerine kuruyor; Irak’ta Şii hükümete karşı safta yer alıyor.

Diğer taraftan Rusya ve Suriye ile yakınlaşmaya çalışıyor. “Gitsin” dediği Esad hükümeti ile Kürt karşıtı bir ittifak arayışını sürdürüyor; IŞİD’e karşı mücadele ettiğini kanıtlamak için ülke içindeki IŞİD’e göstermelik operasyonlar düzenliyor; Rusya’nın hedefe çaktığı İHH’yı mahkum ediyor; Mısır’la işleri düzeltmeye çalışıyor; Suriye savaşına dahil olabilmek için, bugüne kadar ABD’nin tekelinde olan İncirlik Üssü’nü bile pazarlık konusu ediyor; böylece Rusya’nın güvenini kazanmaya çalışıyor.

Rusya elbette bütün bu çıkar hesaplarının farkında. O da bu durumdan kendi çıkarlarını büyütmek için faydalanmayı hedefliyor. Özellikle 8 Temmuz’da gerçekleştirilen NATO toplantısının ardından, NATO’nun Rusya’yı sıkıştırma, Karadeniz’de Rusya’nın alanını daraltmaya dönük politikasına karşılık, Türkiye’yi yanına çekmek son derece önemli.

Keza Suriye savaşında, IŞİD’e verilen desteğin kısmen azalması bile, Rusya’ya büyük avantaj sağlayacak bir durum. Bu koşullarda Rusya, AKP’nin çırpınışlarından faydalanmak için, özrü kabul etmiş, Türkiye ile yeniden bağ kurmuş gibi görünüyor.

ABD ile Rusya’nın bölgedeki çıkarlarının ne kadar uzlaşmaz ve ne kadar keskin olduğunu bir an bile gözardı etmemek gerekiyor. Ve AKP’nin iki tarafla birden ilişki kurma, iki taraftan birden faydalanma çabasının, geçici bir rahatlama sağlasa bile, hızla ayağına dolanacağını görmek zor değil.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …