Darbe sonrası Erdoğan’ın açmazları ve MÜCADELE DİNAMİKLERİ

fethullah-erdogan

15 Temmuz darbesinin üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Ve bu süre içinde, yaratılan toz dumanın dağılması bir yana, ortalık daha da karıştırıldı. OHAL ilanı, çıkartılan kararnameler, kamuda açığa almalar, yasa değişiklikleri, binlerce gözaltı ve tutuklama…

Bu kargaşa ortamında, Cemaat için yürütüldüğü söylenen operasyonlar, devrimci-demokrat kesimlere de uzanıyor. Darbe ortamını fırsat bilen AKP hükümeti, barış bildirisine imza atan akademisyenleri de görevden uzaklaştırıyor, ilerici-demokrat gazete ve siteleri de kapatıyor, devrimci kimliği bilinen KESK üyelerini de açığa alıyor, işçi eylemlerine de saldırıyor, devrimcilere dönük operasyonlar da gerçekleştiriyor.

Bir taraftan da bir ideolojik-siyasi keşmekeşlik sürüyor. Darbeye “tiyatro” denmesinden, darbenin arkasındaki emperyalist güçleri görmemeye varana dek, yanlış görüşler devam ediyor. Darbenin gerçekleştiği ilk günden itibaren “tiyatro”, “senaryo” diyenler, Erdoğan’ın bunu kendi diktasını güçlendirmek için tezgahlandığını ileri sürüyorlar. Ve başkanlık sisteminden şeriat ilanına, Gezi Parkı’nın yıkılmasından kitlelerin kazanılmış mevzilerinin gaspedilmesine kadar çok çeşitli saldırıların peşpeşe geleceğine, gelmekte olduğuna inanıyorlar. Gözaltı ve hak gasplarının, devrimci-demokrat kesimlere uzandığı her örneğin de, bunu bir kere daha kanıtladığını düşünüyorlar.

 

“Erdoğan tiyatrosu” değil, ABD darbesi

Ortaya çıkan bilgilere gözlerini kapayarak bu tezleri ileri sürmeye devam edenler, siyasette ezberci ve yüzeysel yaklaşımın tipik örneğini sunuyorlar. Türkiye’nin emperyalistlerle kurduğu ilişkiler, emperyalist dengelerdeki değişimler, Ortadoğu’daki savaş koşullarının dünya siyasetinde oluşturduğu değişiklikler, Erdoğan yönetiminin yaşadığı yıpranma gibi unsurlara dönük olarak en temel gerçekleri bile göremiyorlar.

En başta, ABD’nin bir darbeye girişip başarısız olma ihtimalini kabullenemiyorlar.“Darbenin arkasında ABD olsaydı başarılı olurdu; başarısız olduğuna göre ABD yoktur” diyenler var. Bu kadar düz bir mantıkla ve yaşanan onca gelişmeden bihaber, böyle bir denklem kurabiliyorlar. Oysa ABD, ‘90’ların ikinci yarısından itibaren, bütün dünyada birçok askeri ve siyasi başarısızlıkla karşı karşıya kaldı. Irak’ta, Suriye’de kaldırdığı taş ayağına düştü. Keza Ukrayna ve Gürcistan’da güç kaybetti. Bugün Rusya’nın Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da güç kazanması, Çin’in dünya ekonomisinde başrole geçmesi gibi unsurlar, ABD’nin siyasi ve askeri başarısızlıklarının bir sonucudur ve giderek artacağının da göstergesidir.

İkincisi, Türkiye’nin “Amerikan uşağı” bir ülke olmadığını göremiyorlar. Son derece stratejik bir coğrafi konuma sahip olan Türkiye, Osmanlı’nın sömürgeleştirilmesinden bugüne, tüm emperyalistlerin hegemonya kurmaya çalıştığı bir ülke olmuştur. Özellikle birinci ve ikinci emperyalist savaşların sürdüğü dönemlerde emperyalistler arası mücadele ve onun doğal uzantısı olarak burjuva klik çelişkileri alabildiğine keskinleşmiştir. Yeni bir emperyalist savaşın sürdüğü günümüz koşullarında benzer bir durumu yeniden yaşadık, yaşıyoruz. Son onbeş yıla damgasını vuran ve Ortadoğu’da yoğunlaşan emperyalist savaş devam ettiği sürece, bütün emperyalist ülkeler Türkiye üzerinde etkili olmak için uğraşmaya, darbeler ve iç savaşlar da dahil olmak üzere her tür yöntemi kullanmaya devam edecektir.

Üçüncüsü, Erdoğan’ın gücü fazla abartılıyor. Erdoğan karşıtı kitlenin 2013 Haziranı’ndan bugüne (Gezi direnişi sonrası) eylem gücü azalmış olmakla birlikte, Erdoğan’a karşı öfkesi ve tepkisi azalmadı, aksine giderek büyüdü. Diğer taraftan, egemenlerin ve emperyalistlerin de, gerek iç politikada, gerekse dış ilişkiler ve Suriye savaşı konusunda, Erdoğan’a karşı hoşnutsuzlukları ve alternatif arayışları arttı.

Sonuç olarak; Erdoğan’ın “göstermelik” bir darbe girişimini, başından sonuna tümüyle kontrol altında tutabilecek bir gücü yoktur. Benzer biçimde, her emperyalistin kendi yanına çekmeye çalıştığı bir ülkede, darbe ya da başka herhangi bir siyasi-askeri hamlenin tartışmasız başarıya ulaşacağı gibi bir ihtimal de yoktur.

15 Temmuz darbe girişimi, Erdoğan’a karşı, CIA tarafından planlanmış ve Cemaatin kadroları aracılığıyla başlatılmış bir ABD darbesidir ve darbeye planlanandan erken başlanması, yenilgisinin en önemli nedenidir. Erken başlamasından dolayı, bütün darbe güçleri aynı anda harekete geçirilememiş; akşam saatlerinde trafiği kesmeye çalıştıkları için, sokaktaki onbinlerce insanla karşı karşıya kalınmış; Osmanlı Ocakları’ndan SADAT’a, IŞİD çetelerine kadar, AKP’nin örgütleyip hazırladığı silahlı güçler harekete geçmiş; Avrasyacılar da Erdoğan’ın yanında saf tutmuşlardır. Bu koşullarda, darbe yenilgiye uğramıştır.

Darbe ile ilgili tüm değerlendirmeler, önceki yazılarımızda daha detaylı anlattığımız bu kısa özetin ışığında yapılmalıdır.

 

Erdoğan’ın en zayıf günleri

Erdoğan, bugüne kadar Cemaat ile kurduğu ilişkinin sancılarını yaşamaktadır. Cemaatin kadrolarının devletin her kademesinde yükselmesine, tüm kurumlarını ele geçirmesine imkan tanıyan, kendi yönetim mekanizmasını Cemaat’in kurduğu iskeleye yükleyen kişi Erdoğan’dır. Ve bugün bu iskele çöktüğünde, Erdoğan da bir anda irtifa kaybetmiş, adeta boşlukta asılı kalmıştır.

Bugüne kadar ABD ve Cemaatle kurduğu ilişki üzerinden güçlenen Erdoğan, onların darbesi karşısında yıkılmamış olmakla birlikte, dayanaklarını kaybetmiştir.

Ve meydanlarda çektiği ajitasyon, kitleleri maniple etmek için kullandığı araçlar ne olursa olsun, gerçekte kendi kitlesi karşısında bile, birçok noktadan, çok ciddi bir sıkışma yaşamaktadır.

 

Birincisi, orduda, partide, bürokraside, devletin bütün kurumlarında, Erdoğan’ın güvenebileceği bir kadro gücü kalmamıştır. Orduda ve kamuda çok ciddi tasfiyeler, gözaltılar, tutuklamalar görevden almalar gerçekleştirdi; buna rağmen, Cemaat kadrolarının henüz temizlenmediği, çok daha derinlere dal budak salmış olduğu açıkça söyleniyor. Kimin Cemaatçi, kimin kendisine “sadık” olduğu konusunda güven duyabileceği bir ortam yok.

Ordu içindeki tablo bu yanıyla daha da çarpıcıdır. Kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı’nın darbeye karışıp karışmadığı konusu halen belirsizliğini sürdürüyor. Ama Erdoğan, bu komutanları görevden almaya cesaret edemiyor. Belki ABD’nin daha fazla tepkisini çekmek istemediğinden, belki orduda ortaya çıkan komuta boşluğunu doldurma ihtiyacından vb… Nedeni her ne olursa olsun, darbeye katılmış olma şaibesi taşıyan bir komuta heyetiyle yola devam etmek zorunda kalması, nasıl bir sıkışma içinde olduğunun göstergesidir.

Orduda Cemaat’in gücünü gösteren bir çarpıcı örnek de YAŞ (Yüksek Askeri Şura) sırasında ortaya çıktı. Darbeci olduğu gerekçesiyle onlarca subay görevden alınınca, ortaya çıkan kadro açığını, kendi “güvenilir” adamlarıyla doldurmak istedi: Ve ordu tarihinde ilk defa, bir astsubay, doğrudan general rütbesine yükseltildi. Ve ertesi gün, bu “güvenilir” subay, FETÖ’cü olduğu gerekçesiyle görevden alındı.

Keza, “sır küpüm” dediği MİT Müsteşarı Hakan Fidan, darbeyi duyduğu halde neden Erdoğan’a haber vermediğine ilişkin bir açıklama yapmadı. Hatta Binali Yıldırım, bu soruyu Fidan’a sorduğunu ama bir yanıt alamadığını söylemesine rağmen, halen bir açıklama gelmedi.

Diğer taraftan, partinin içi de son derece karışık durumdadır. Bülent Arınç, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Hüseyin Çelik, Suat Kılıç gibi birçok AKP yöneticisinin bir süredir Erdoğan karşıtı bir safta yer aldıkları, Cemaat’le Erdoğan arasında 2013 yılından itibaren derinleşen çatışmada Cemaat’e yakın durdukları biliniyor.

Ayrıca Erdoğan’ın orduda yaptığı her tasfiye, ordunun savaş gücünü zayıflatıyor. Bu zayıflık, hem Kürdistan’da yürüttüğü savaşı zora sokuyor, hem de Suriye’ye ilişkin savaş hedeflerini baltalıyor. Keza parti içinde tasfiye gerçekleştirmeye başladığında, atılan milletvekillerinin mecliste yeni bir parti kurması, hatta erken seçimi zorlaması başta olmak üzere, henüz hazır olmadığı gelişmelerle karşı karşıya kalma ihtimali de var.

“Başarının sahibi çok olur, ama yenilgiler yetim kalır” diye bir söz vardır. Darbe başarısız olduğu için, darbecilerin asıl yöneticileri bunu üstlenmeden “sıyırmaya”, dolambaçlı ifadelerle kendilerini kurtarmaya çalışmaktadır. Darbenin gerçek komuta kademesi, siyasi temsilcileri, henüz tespit edilememiştir.

Bu koşullarda Erdoğan, tam olarak güvenmediği kadrolarla, “sırtından vurulma” korkusunu giderek daha fazla hissederek yürümek zorunda olduğu bir dönemden geçmektedir.

 

İkincisi, darbenin arkasındaki ekonomik güç ortaya çıkmamıştır. Daha açık bir ifadeyle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin desteğini arkasına almayan bir askeri darbe ya da siyasi bir hareket sözkonusu olmaz, olamaz.

Erdoğan bugün Cemaatin doğrudan kimliğini taşıyan holdinglere darbe vurmaktadır. Kapatılan ve el konulan özel okullar, gazeteler, gözaltına alınan holding sahipleri buna örnektir. Cemaat operasyonu kapsamında, Erdoğan büyük bir sermaye transferi de gerçekleştirmekte, kimi patronları mülksüzleştirmekte, hatta hapse atmaktadır.

Ancak Cemaati destekleyen sermaye, “yeşil sermaye”den ibaret değildir. Asıl bakılması gereken yer, doğrudan TÜSİAD içinde bulunan büyük tekellerdir. ABD işbirlikçisi bu tekellerin hangilerinin darbenin arkasında durduğu, desteklediği henüz belirsizdir. Erdoğan’ın gücü de, bugün ancak görece daha küçük ölçekli tekellere yetmektedir.

 

Üçüncüsü, Erdoğan’ın kitlelerle kurduğu ilişkide de bir yarılma sözkonusudur. Cemaat, öncesi bir yana, asıl olarak Erdoğan’ın açtığı yol üzerinden yürümüştür. “Paralel devlet”, Erdoğan’ın sunduğu olanaklarla kurulmuştur. KPSS ve üniversite sınavları başta olmak üzere çalınan tüm sorular, Erdoğan’ın bilgisi dahilinde gerçekleşmiştir. 2003 yılından bu yana Cemaatin devlet içinde kök salmasını sağlayacak tüm hukuksal düzenlemeler, Erdoğan tarafından yasalaştırılmıştır. Hakim atamaları, üniversitelerde doktora tezlerinin hazırlanması, askeri okullarda Cemaatten olmayanların yıldırılması, TÜBİTAK’ın “papaz eriğini müslümanlaştırma” gibi saçmalıklara ödül vermesi, okullarda dinci-gerici eğitimin hakim hale getirilmesi, IŞİD çetelerinin beslenip palazlandırılması, Hrant Dink’in katledilmesi, Roboski katliamı, Rus uçağının düşürülmesi vb. vb. her olayda Cemaat’le Erdoğan yan yanadır. Ve bu durum yıllar boyunca AKP kitlesi ile Cemaat’i içiçe geçirmiştir.

Şimdi AKP kitlesi içinde önemli bir kesim, geçmişte kurduğu ilişki yüzünden suçlamalarla karşı karşıyadır. Oysa bu kitle, Cemaatin dershanelerine çocuklarını göndermeye teşvik edilmiş; hatta zorlanmıştır. Bugün, geçmişte çocuğunu Cemaatin dershanesine gönderdiği için bir çok kamu çalışanı görevden alınmakta, benzer biçimde, geçmişte Bank Asya’dan kredi almak teşvik edilmişken, bugün Bank Asya ile çalıştıkları için suçlanmaktadır. Geçmişte, çalınan sınav sorularıyla bir yerlere gelmek, AKP’ye ve devlete bağlılığın bir göstergesiyken, bugün yargılanma sebebine dönüştürülmüştür.

Bu tablonun AKP kitlesi içinde bir kırılma yaratmaması düşünülemez. Bugün “demokrasi nöbeti” çığırtkanlığı içinde sersemletilen, üstüste Cemaat operasyonları, gözaltılar, tutuklamalar ile sindirilen kitle, darbe sonrası ortamın şaşkınlığını yaşamaktadır. Ancak “hayata dönmeye başladıkça”, bu durumu daha fazla sorgulayacaktır.

Erdoğan’ın tek avantajı, dini eğitim süreçlerinin ve tarikat kültürünün “düşünme”yi ve “sorgulama”yı yokeden tarzıdır. Dini kültür ile yoğrulmuş kitleler, şuursuzca “itaat” etmeye kodlanmışlardır. Ancak bu bile, AKP kitlesi içinde “Erdoğan geçmişte böyle söylüyordu, şimdi başka söylüyor, yarın ne söyleyeceğinin garantisi yok” sorgulamasının ortaya çıkmasını engelleyemez.

Darbenin başarısızlığa uğramış olması, AKP kadrolarının da, kitlesinin de Erdoğan’ın arkasında saf tutmaya koşmasını, Cemaatten uzak olduğunu kanıtlamaya çalışmasını getirmiştir. Ve bu “birlik beraberlik” görüntüsü, Erdoğan’ın güçlendiği yanılsamasını yaratmaktadır.

Gerçekte ise, darbeyi püskürtmüş olmasının etkisiyle, ilk günlerde siyaseten belli bir güçlenme oluşmakla birlikte, gerçekte bu görüntünün içi boş, dayanakları zayıftır.

Ve Erdoğan, en zayıf, en güvencesiz günlerini yaşamaktadır.

 

Müttefiklerini artırmak istiyor

Elbette ki Erdoğan, Gülen Cemaati’nden boşalan yeri başka bir Cemaatle (mesela İsmail Ağa Cemaati) doldurmak, kendi dinci-gerici özüne uygun bir kadrolaşma yaratmak için harekete geçmiş durumdadır. İmam hatiplerinin önünün açılmasıyla ilgili aldığı kararlar bu çabanın bir parçasıdır.

Ancak bu zaman ve sabır isteyen bir faaliyet olacaktır. Bir anda boşalan kadroların yerini doldurmak ve etrafındaki kitle desteğini artırmak (en azından kitle muhalefetini azaltmak) içinse daha başka seçeneklere ihtiyacı vardır.

Askeri alanda Avrasyacılara yaslanmaya çalışması bunun ürünüdür. Geçmişte Ergenekon, Balyoz davalarında yargılanıp görevden alınmış subayların önemli bir kısmı bugün geri çağrılmıştır. Ordu içinde kalifiye subay açığını kapatmak için, Erdoğan’ın başka çaresi de yoktur. Ancak geçmişte “ben bu davanın savcısıyım” dediği Ergenekon davasında yargılanan Avrasyacılara ne kadar güveneceği de, ayrı bir handikapıdır.

Diğer taraftan CHP ile sürekli “birlik-beraberlik” görüntüsü vermeye çalışmaktadır. CHP’nin Taksim mitingine sorun çıkarmaması, Yenikapı mitingine katılmaya zorlaması, CHP’ye ve CHP kitlesine ihtiyaç duyduğunu göstermektedir.

Darbeden buyana geçen süre içinde, Erdoğan “başkanlık” konusunu hiç gündeme getirmemiştir. “Gezi Parkı”nın yıkılması konusunda ise, sadece ilk gün bir cümle söylemiş, sonrasında onun da gündemden düşmesi için uğraşmıştır. Kabataş Martı Projesi’nin ertelendiği söylenmiştir. Darbe günü sokaklara taşan dinci-şeriatçı güruh, hızla geri çekilmiş ve kontrol altına alınmıştır. İlk gün tekbirlerle gezerek halka saldıran güruhlar, sonrasında “barışçıl” mitinglerde stabilize edilmiştir. Askeri okulların ve kışlaların bulunduğu alanların inşaat rantına açılması hedeflenmiş, yükselen tepkiler üzerine hızla geri adım atılmıştır. OHAL ilan edilmiş, ama fiilen OHAL’i gerçekten uygulamaya cesaret edememişlerdir. Demokrat-muhalif kesimlerin tepkisini çekecek noktalara girmemeye çalışılmaktadır vb…

OHAL konusu bunun en somut örneklerindendir. Bugün elbette önemli saldırılar sözkonusudur. Ancak bunların, gerçek bir “OHAL” uygulamasının son derece gerisinde olduğu, 12 Eylül’e ve OHAL uygulamalarına tanık olan her kesim tarafından zaten görülmekte ve ifade edilmektedir.

Tüm bunlar, Erdoğan’ın, sol-muhalif kitleleri karşısına almak istemediğinin göstergesidir. Darbe püskürtülmüş olsa bile, ABD’nin Erdoğan’a karşı hamleleri bitmeyecektir. Ve bu koşullarda, Erdoğan, bu süreci atlatıp kendi gücünü yeniden kuruncaya kadar, geçici ittifak güçlerini oluşturmaya çalışmakta, Avrasyacıları ve CHP kitlesini karşısına almama konusunda son derece dikkatli davranmaktadır.

 

Mücadeleyi büyütmek gerekiyor

Erdoğan’ın siyaseten ne kadar zayıflamış olduğunun bir göstergesi de, attığı her adımın şiddetle eleştirilmesidir. İlk günlerde daha cılız olan eleştiri sesleri, giderek daha yüksek ve daha cepheden hale gelmiştir.

Erdoğan’ın geçmişte Cemaatle kurduğu ilişkiden, OHAL kapsamında aldığı kararlara kadar her şey ciddi tartışmalara neden olmaktadır.

Elbette bu tablonun bir parçası Erdoğan’ın sürekli geri adım atan, uzlaşmaya çalışan tutumuysa, diğer parçası da, darbe ortamının toz dumanı içinde, birçok devrimci-demokrat kişi ve kurumun, işçi direnişlerinin çeşitli saldırılarla karşı karşıya kalmış olmasıdır. Erdoğan, bu fırsatı, devrimci muhalefeti ve sınıf hareketini kontrol altına almak için kullanacaktır. Keza, ekonomik kriz burjuvaziyi fazlasıyla sıkıştırmaktadır. Darbenin gürültüsü içinde ekonomik kriz kısmen perdelense de, ortadan kalkmamıştır. Ve burjuvazi darbe koşullarını kullanarak, ekonomik ve siyasi hak gasplarını artırma planları yapmaktadır.

Bu koşullarda, mücadeleyi büyütmek için olanaklar fazlasıyla mevcuttur. Sadece saldırıları göğüslemekle sınırlı olmayan, cepheyi daha ileriye taşımayı olanaklı kılan koşullar oluşmuştur.

Bu mücadelenin önemli bir parçası, Cemaat operasyonlarından doğrudan etkilenen kesimlere yaklaşımdır. Darbe sonrası artan işkencelere, gözaltı süresinin bir ayı bulmasına, tutukluların cezaevinden yeniden şubeye alınmasına, kısacası 12 Eylül’ü hatırlatan uygulamalara kesinlikle karşı çıkmak gerektiği açıktır. İşkence insanlık suçudur ve kime yapılırsa yapılsın her durumda karşı olmak gerekir. Keza darbe sonrası kışkırtılan güruhların “idam isteriz” çığlıklarına, sembolik idam sehpaları ile yapılan histerik gösterilere de karşı durulmalıdır. Kapitalist toplumda, “adalet” kavramı görecedir, dönemseldir. Bugün idam edilen kişi, yarın aklanabilir, hatta iade-i itibar verilebilir. Bu nedenle bu sistem içinde idam cezasına karşı gelmek gerekir.

Bunun dışında, Cemaat operasyonlarında gözaltına alınanlara dönük tek söyleyebileceğimiz, “adil yargılanma” hakkı ile sınırlıdır, bunun ötesine geçemez.

Diğer taraftan, zorunlu BES (Bireysel Emeklilik Sigortası) uygulamasının yasalaşmasından kamuda “sözleşmeli öğretmen” alımının başlamasına; gözaltı süresinin uzatılmasından, Hrant Dink ve Roboski başta olmak üzere siyasi cinayet ve katliamların faillerinin yargılanmasına kadar çok geniş bir alanda saldırılar ve taleplerimiz sözkonusudur.

Erdoğan’ın büyük bir sıkışma ve kuşatılmışlık içinde olduğu için saldırıların şiddetini düşürmek zorunda kaldığı doğrudur. Başkanlık sistemi tartışmalarını geri çekmiş olması bunun en somut göstergelerinden biridir. Ancak ne Erdoğan “demokrat”laşmıştır, ne de burjuvazinin sınıfa dönük saldırıları, ekonomik krizin şiddeti ve devrimci-yurtsever kesimlere dönük nefreti bitmiştir… Elbette ki, işçi ve emekçilere, Kürt halkına ve devrimcilere dönük saldırılarını da araya sıkıştırmak, bu kaos içerisinde bazı birikmiş hesaplarını da görmek isteyecektir.

Altını özel olarak çizdiğimiz konu şudur: Bu kaos ortamı içinde, taleplerimizi yükselttiğimizde ve hak gasplarına karşı çıktığımızda, kazanma şansımız daha yüksektir. Savunmacı ve “bekle-gör”cü bir yaklaşım, hızla mevzi kaybetmemize neden olacaktır. Tersten, öne çıkan ve taleplerini yükselten bir pratik, Erdoğan’ın bu kadar sıkışmış olduğu koşullarda, mutlak biçimde önemli kazanımlar getirecektir.

Sendika konfederasyonlarının şu ya da bu gerekçeyle merkezi bir miting örgütlemekten uzak durması, İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu’nun, bir bildiri çıkartmayı bile “nasıl dağıtılacağı” tartışması içinde eritmesi, anlaşılır bir durum değildir. Darbeden bu yana geçen yaklaşık bir aylık süre içinde devrimci-demokrat kesimlerden doğru-düzgün bir ses çıkmaması, ortak bir eylemin dahi örgütlenememiş olması, çok büyük bir eksikliktir. Daha fazla geç kalmadan bu atıl durumdan bir an evvel kurtulunmalıdır.

Mitingler, bildiri dağıtımları, mahallelerde merkezi koordinasyon içinde aynı gün ve saatte yapılacak yürüyüşler ile, talepler yüksek sesle ortaya konmalıdır. Mahallelerin gerici-faşist saldırılara karşı korunması, bunun daha örgütlü, birleşik ve kitlesel yapılması için gereken donanım ve hazırlığın yapılması, yaşamsal önemdedir.

Kısacası darbe sonrasında karşı-devrim cephesinde iniş çıkışlar ve belirsizlikler olsa da, artan baskılara ve hak gasplarını hedefleyen uygulamalara karşı direniş büyütülmelidir. Bu ortam, tam da bu direnişin başarıya ulaşmasını sağlayacak önemli bir zemin sunmuştur. Bu zemini çok iyi değerlendirmek gerekir.

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …