PKK gerillaları “çekilme”ye başladı “Çözüm süreci” ve emperyalist savaş

“Silahlı mı, silahsız mı”, “muhatap meclis mi, hükümet mi”, “yasal dayanağı olacak mı, olmayacak mı” derken, PKK silahlı güçlerini, 8 Mayıs’tan itibaren Türkiye’nin sınırları dışına çekeceğini açıkladı. Ve o tarihten itiraben çekilme resmen başlamış oldu. Bu sürenin 3-4 ay içinde tamamlanacağı, yani sonbaharda biteceği söyleniyor.

Öcalan ile BDP heyetleri arasında yapılan görüşmeler ve Öcalan’ın Newroz’da okunan mesajıyla, PKK’nin silahlı güçlerini sınırötesine çekeceği konusu gündemin ilk sırasına oturmuştu. Nasıl ve ne zaman gidecekleri, hangi güzergahı izleyecekleri, bunun ne kadar süreceği, TSK’nın bu gidişe göz yumup yummayacağı üzerine tartışmalar günlerdir sürüyordu.

Önceleri, “geldikleri gibi giderler” diyen, gidişlerinde herhangi bir müdahalenin olmayacağını söyleyen ve  bu konuda güvenceler veren Başbakan Erdoğan, daha sonra “silahlarını mağaraya bırakıp gitsinler” demeye başladı. Bunu da, gerillaların silahlı bir şekilde çıkmaları durumunda, devletin kolluk güçleriyle çatışma ihtimaline bağladı. Belli ki, bu şekilde gidişe açıktan onay vermenin onu zor durumda bırakacağı, hatta daha sonra “suç” işlemekle itham edileceği korkusu belirmişti. “TSK tabi ki silahlı güçleri gördüğünde ateş açacaktır” diyerek, silahsız gitmeleri gerektiğini yineleyip durdu.

Aslında bu da onu kurtarmıyordu. Varolan yasalara göre, silahsız çıkışa göz yumulması da “suç”tu!      O yüzden PKK yasal güvence istiyor, fakat AKP, muhataplarının meclis değil, kendileri olduğunu söylüyordu. Bunda meclisten böyle bir yasayı çıkaramama endişesi kadar, meseleyi yasal zemine oturtmama çabası da vardı. Onların asıl kilitlendikleri şey, PKK’nin silahsızlanması olduğu için, daha net ifade ile PKK’nin Türkiye topraklarında silahsız hale gelmesi amaçlandığından, ısrarla “silahsız çıkış” üzerinde duruldu.

 

Kandil’den gelen açıklama

Silahlı ya da silahsız PKK gerçekten çekilecek miydi? PKK liderleri, Öcalan’ın sözünü dinleyecekler miydi? KCK Yönetim Kurulu Başkanı Murat Karayılan, yönetim olarak Öcalan’ın önerilerinde hemfikir olduklarını, fakat “orta kademe”de sorunlar çıkabileceğini ifade etmişti. Öcalan’ın ilk yakalandığı dönemde yaşandığı gibi (Dersim vb.) bazı birlikler çekilme kararını onaylamaz, farklı bir tutum takınabilirler miydi?

İmralı-Kandil arasında mekik dokuyan BDP heyetinden Sırrı Süreyya Önder’in, gazetecilere Kandil’den yapılacak açıklamanın tarihini vermesi, bütün gözleri Kandil’e çevirdi. Ve açıklamanın yapılacağı 25 Nisan günü için hazırlıklar yapıldı. Burjuva medyanın en bilinen isimleri yollara düştüler. Güney Kürdistan’ın Kandil kasabası, o güne dek hiç görmediği kadar ünlü gazetecilerle doldu taştı. Reuters, BBC, El Cezire gibi uluslararası basın kuruluşlarının da olduğu 100 civarındaki gazeteci, kamyonetlerle Kandil dağına taşındı. Ve beklenen açıklama, insansız hava aracı Heron’ların uçuşundan dolayı biraz gecikmeli de olsa, yapıldı.

Açıklamayı KCK adına yapan Murat Karayılan, “Öcalan’ın, güçlerimizin sınır dışına çekilme çağrısını tereddütsüz yerine getireceğiz” dedi. Fakat herhangi bir müdahale durumunda “meşru müdafaa hakları”nı kullanacaklarını ve çekilmenin derhal durdurulacağını da ekledi. Böylece o çok merak edilen “silahlı mı silahsız mı” sorusuna da yanıt vermiş oldu. Çekilme tarihi olarak da 8 Mayıs’ı veren Karayılan, “gruplar halinde kademeli bir şekilde” Kandil’e çekileceklerini belirtti. Federal Kürt Hükümeti’nden de “gerilla güçlerinin resmi varlığına gereken anlayışı göstermelerini beklediklerini” söyledi.

Karayılan “süreci” üç aşamalı gördüklerini, çekilme ile birlikte ilk aşamanın tamamlandığını, ikinci aşamanın “demokratik bir anayasa”, üçüncü ve son aşamanın ise “silahsızlanma” olacağını belirtti. Bu aşamanın Öcalan’ın özgür bırakılması ile sonlanacağına vurgu yaptı.

 

Emperyalistler ve işbirlikçiler “çekilme”yi sevinçle karşıladı

Karayılan’ın açıklamaları, “çözüm süreci”nin arkasında yer alan ABD ve AB emperyalistlerini ve işbirlikçileri Federal Kürt Bölge Yönetimi ile AKP Hükümetini oldukça memnun etti. Arka arkaya açıklamalarda bulundular.

Murat Karayılan basın toplantısında; “Başta ABD, AB, Rusya olmak üzere tüm uluslararası güçleri Kürt sorununun çözümüne dönük başlattığımız bu hamlenin başarısı için destek sunmaya çağırıyoruz” demişti. Bu çağrıya ABD ve AB’den hemen yanıt geldi.

Zaten daha süreç başlar başlamaz ABD ve AB, desteğini açıkça ortaya koymuştu. PKK’nin “çekilme” kararını açıklamasının ardından da, “Beyaz Saray”dan destek mesajı yinelendi: “Başkan Obama’nın daha önce söylediği gibi, Türkiye halkına 30 yıldan fazla bir süredir birçok acı ve kedere neden olan bir mücadelenin barışçıl şekilde çözüm çabalarını alkışlıyoruz.”

AB Genişleme Komiseri sözcüsü ise, çekilme kararından memnuniyetlerini şöyle belirtti: “Bu karar, terörün sona ermesi ve Türkiye’nin tüm vatandaşlarına barış ve refah getirilmesi yolunda yeni bir adımdır.” Ardından Avrupa Parlamentosu PKK’yi “terörist örgüt” olmaktan çıkaran bir rapor sundu.

Fakat Rusya’dan herhangi bir açıklama gelmedi. Bölgedeki en güçlü ülke olan İran’dan ise, süreçten rahatsız olduğuna dair haberler vardı. Resmi bir açıklama yapılmamakla birlikte, İran radyosu, “çözüm süreci”ni “emperyalist-siyonist bir proje” olarak tanımlıyordu. “İran merkezli anti-emperyalist, anti-siyonist direnişe karşı Batı emperyalizminin kirli oyunu” diyordu.

Murat Karayılan’la röportaj yapan Türk gazetecilerinden Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet’teki köşesinde, İran’ın PKK’ye Türkiye’den çekilmemesi için ağır silahlar dahil her türlü destek teklif ettiğini, fakat bu “ahlaksız teklif”in PKK tarafından reddedildiğini yazdı. Karayılan’ın da bu bilgiyi ima yoluyla doğruladığını belirtti.

Diğer yandan Murat Karayılan, açıklamasında, Federe Kürt Bölgesi’nden “gerilla güçlerinin resmi varlığına, gereken anlayışı göstermelerini” istemişti. Barzani’nin bu süreci ABD ve Türkiye ile birlikte ördükleri biliniyordu. Burjuva basında özellikle Neçirvan Barzani’nin sürecin önemli bir aktörü olduğu, geçmişte Talabani’nin rolünü oynadığı yazıldı. (Bkz Cengiz Çandar, Radikal, 28 Nisan 2013) Zaten Neçirvan Barzani, kısa bir süre önce Türkiye’yi ziyaret etmiş, ayrıca BDP’li vekillerle de görüşmüştü. İmralı’ya giden BDP heyeti de, Öcalan’ın mesajlarını Kandil’e iletmeden önce Erbil’i ziyaret etmişler, başta Barzani olmak üzere Güney Kürdistan’daki yetkililerle görüşmüşler yapmışlardı.

Kısacası, bu “çözüm süreci”nin arkasında kimlerin yer aldığı; kimlerin memnun, kimlerin rahatsız olduğundan, kimlerin alkışlayıp, kimlerin ateş püskürdüğünden de kolayca anlaşılıyordu. Hal böyleyken hala sürecin emperyalistlerden “bağımsız”, dünyada ve bölgede oluşan emperyalist-gerici “eksen”lere karşı olduğunu ileri sürenler çıkabiliyor.

 

Süreç, bölgedeki emperyalist savaşla bağlantılıdır

AKP ve BDP’ye yakın köşe yazarları, aydınlar, “çözüm süreci”ni emperyalistlerden ve onların bölgeye dönük hesaplarından bağımsız, hatta hepsine karşı “yerli bir proje” olarak lanse ediyorlar ve bu doğrultuda yoğun bir propaganda faaliyeti içindeler. Fakat ne gariptir ki, bu kesimler bile, “süreç”ten en çok rahatsız olan ülkenin İran olduğunu itiraf ediyorlar. Örneğin bir dönem Başbakanın basın danışmanlığını da yapan Arif Beki, Radikal’deki köşesinde diyor ki, “PKK’nin silahlı mücadeleden çekilmesini en çok istemeyen ülke İran. Çünkü hem Türkiye’ye karşı kalleşçe kullandığı bir silah elinden gitmiş olacak, hem de o silah bu sefer kendisine karşı dönecek!”

Bu tamamen “yerli” olan proje, ABD’nin hedefe çaktığı, bölgedeki “baş düşmanı” İran’ı bu kadar rahatsız ediyor, ama nasıl oluyorsa, ABD’den bağımsız yürütülüyor! Adeta “ABD’ye rağmen ABD için” üretilmiş “yerli bir proje”! Bir yandan da PKK’nin İran’a karşı kullanılacağı böylesine açık biçimde dillendiriliyor. Bu, PKK’nin silahsızlanmasını sadece Türkiye için istemekten, diğer parçalarda ise silahlı bir güç olarak varlığını korumasından, hatta onlara karşı savaşmasından yana olmaktan, başka bir anlama gelebilir mi?

Bu konuda Gündem yazarları da AKP’lilerden geri kalmıyor. Örneğin Veysi Sarısözen, yazısına “Kürt sorunu uluslararası bir sorun. Öyle böyle de değil, dünyanın en büyük devletlerinin düğümlendiği petrol, gaz ve su havzasının kalbi Kürdistan. Savaşlar bu bölgede sürüyor” diye başlayıp, bu “uluslararası sorun”un “uluslararası güçler”den, yani emperyalizmden ve sürmekte olan savaştan bağımsız bir şekilde yürütüldüğünü kanıtlamaya çalışıyor. Süreci, Öcalan’ın “inisiyatif kullanıp AKP’ye yazdığı mektup”la başlatabiliyor. Sanki Öcalan daha önce AKP’ye hiç mektup yazmamış gibi! Oysa Erdoğan’a, Gül’e defalarca yazdığı biliniyor. Peki, onlar başka zaman değil de, neden şimdi Öcalan’ın mektubuna icabet ettiler? ABD’nin icazetiyle kurulan bir parti, böyle bir adımı onun onayı ve bilgisi olmadan atabilir mi?

Sarısözen, bu şekilde AKP’yi de, Türk egemen sınıflarını da emperyalizmden bağımsızmış gibi göstererek akladığının ne kadar farkında bilinmez. Ama asıl can alıcı soruyu, yazının sonunda soruyor: “Bu durumda Kürt halkı, ABD, AB, İsrail ve Türkiye ekseninde Rusya, Çin ve İran eksenine karşı tutum almış olmuyor mu?” “Hayır olmuyor” diye yanıtlıyor tabii ve bunu şöyle temellendiriyor: “Bölgesel savaş, bütün Kürdistan kentlerinin yıkımı demektir… O nedenle Kuzey’in Güney’in ve Doğu’nun Kürtleri böyle bir savaşa karşı çıkacaklardır.” (17 Nisan 2013, Gündem)

En başta temel bir noktayı düzeltelim: Şu ya da bu emperyalist-gerici eksende saf tutanlar, “halklar” değil, o ülkelerin “egemenleri” yani burjuvaları ve onların sözcüleri olmuştur her zaman. Egemenler, halka danışıp da saf belirlemezler, aksine önce saf belirleyip, sonra elindeki çeşitli aygıtlarla halkı kandırıp yönlendirmeye çalışırlar. Böyle bir savaşta halkların çıkarı yoktur zaten. Dolayısıyla Kürt halkının da, şu ya da bu eksende yer alması mümkün değildir. Fakat Kürt burjuvaları, her parçada farklı “eksen”lerde yer alabilirler. Hem de diğer parçalardaki Kürt halkını zorda bırakma pahasına…

Örneğin Barzani, Suriye’de özerklik ilan eden Batı Kürdistan’a sınırlarını kapatarak, izole etmeye kalkmadı mı? PYD’nin Esad rejimine de, ABD destekli Suriyeli muhaliflere de eşit mesafede duran politikasına karşı, adeta onları cezalandırmaya, içlerini karıştırmaya çalışmadı mı? Ve daha da önemlisi, İmralı-MİT görüşmeleri başladıktan hemen sonra, Öcalan, kardeşi aracılığıyla PYD’ye haber gönderip, Suriyeli muhaliflerle ittifak yapmalarını ve Esad’a karşı savaşmalarını istemedi mi? Ardından PYD, “iki tarafa da mesafeli” tutumundan vazgeçip, Suriyeli muhaliflerle ittifak kurmadı mı?

Ortada bu kadar somut gelişmeler varken, Kürt burjuvalarının (halkının değil!) her iki emperyalist eksene karşı “bağımsız” bir tutum alacaklarını iddia etmek, gerçekleri tersyüz etmektir.

O Barzani ki, ‘90’lı yıllarda Türk egemenleriyle birlikte PKK’ye savaş açmış, silahlı çatışmalara girmişti. Türk egemenleri tarafından kabul görmeyi, Türkiye’nin verdiği pasaportla dolaşmayı, ancak bu şekilde elde etmişti. Şu anki “Federe Kürt Bölgesi” de ABD’nin Irak işgali üzerinden, onun icazetiyle kuruldu. Irak işgali sırasında ABD’ye sunulan desteğin, dahası onunla birlikte Irak halkına karşı savaşmanın karşılığı oldu.

Bizzat ABD’nin ürünü olan AKP Hükümeti ve yine ABD’nin kurduğu Kürt Federe Devleti’nin birlikte yürüttükleri “çözüm süreci”nin, ABD’den, onun Ortadoğu’daki planlarından bağımsız bir şekilde         gerçekleşmesi mümkün olabilir mi? Bu, eşyanın doğasına aykırıdır.

 

“Türkiye’de silahsız, üç parçada silahlı”

Aynı Sarısözen, 28 Nisan’daki yazısında şunları söylüyor:

“Türkiye savaşı sürdürerek, PKK’yi adım adım NATO, ABD, AB, İsrail karşıtı Rusya, Çin ittifakının saflarında yer almaya doğru zorlamaya başlayınca, NATO stratejistlerinin akılları başlarına gelmeye başladı. Hiç kuşkum yok, Türk Genelkurmayı da, MİT de en az onlar kadar durumu kavradı.”

Tabi hemen arkasından ekliyor; “asıl kavrayan Öcalan oldu!” Ve “çözüm süreci” ile tüm bölgeyi kapsayacak olan savaşın bu şekilde önlendiğini iddia ediyor: “Öcalan yalnızca kendi halkını iki eksen arasındaki savaşın ‘dışına’ çekmekle kalmıyor, muhtemel bir İran-Irak-İsrail-Türkiye savaşına karşı da özellikle Kuzey Kürdistan’da muazzam bir ‘barış barajı’ inşa etmiş oluyor.” (17 Nisan 2013, Gündem)

Buradan hareketle, “Nobel barış ödülü”nün Erdoğan ve Öcalan arasında paylaşabileceği temennisinde bulunuyor. (Bu ödülün geçtiğimiz yıl Obama’ya verildiğini hatırlatalım.)

Murat Karayılan ise, Kandil’deki “çekilme” açıklamasının ardından, Türkiye’den giden gazetecilerle yaptığı röportajında, “Türkiye’ye karşı olan birçok ülke var… O kapılar bize açıktı… Türkiye de durumu fark etti, AKP düşünerek zekice hareket etti. Benim yazdığım mektuba olumlu cevap geldi ve bu politika bir devlet kararı haline geldi” diyor. (28 Nisan 2013, Gündem)

Karayılan’a göre, onun mektubu ile süreç başlamış! Bölgede başta İran olmak üzere Türkiye’ye karşı olan güçlerin varlığına dikkat çekerek, “tercihlerini Türkiye’den yana yaptıklarını” belirtiyor. Bu konjonktürde tercihin Türkiye’den yana yapılması, bölgesel olarak İran’a karşı İsrail’den, küresel olarak Çin-Rusya’ya karşı ABD-AB ekseninden yana yapmaktır. Bunun başka bir izahı yoktur.

Oysa Karayılan, bundan yaklaşık iki yıl önce, 10 Ağustos 2011’de Fırat Haber Ajansı’na verdiği demeçte, PJAK’a bağlı silahlı güçlerin bundan böyle İran’a karşı eylem düzenlemeyeceğini duyurmuş, İran’dan da saldırılarını durdurmasını istemişti.

“İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı savaşmak da istemiyoruz. Neden? Çünkü bölgeyi yeniden dizayn etmek isteyen uluslararası güçlerin amaçlarından birisi de İran’ı kuşatmaktır. Şimdi daha çok Suriye ile uğraşıyorlar. Kendilerince orayı halletseler sıra İran’a gelecektir. Böyle bir aşamada biz Kürtler olarak ayrıca İran’a karşı savaş halinde olmayı pek doğru görmüyoruz.”

Peki şimdi ne değişti?

ABD, AKP eliyle tutsak Öcalan üzerinden PKK’nin, İran-Rusya-Çin eksenine doğru kaymasını önlemek için hamle yaptı. Güney Kürtlerini de devreye sokarak Türk-Kürt ittifakı yaratıp, bölgede oluşturduğu “Sünni ekseni”nin bir parçası haline getirmeye çalıştı. AKP’yi bu doğrultuda zorladı ve “çözüm süreci”ni başlattı.

Dikkat edilirse, PKK’nin silahlı güçleri, sadece Türkiye’nin dışına çıkıyor. Diğer üç parçada silahlı varlığını sürdürüyor. Bunu Aysel Tuğluk, 11 Nisan’da Radikal’de yayımlanan “Süreç, sonuç değil başlangıç” başlıklı yazısında çok net biçimde ifade etti:

“En az önümüzdeki çeyrek asır boyunca Kürtlerin var olduğu her yerde PKK de çeşitli biçimlerde olacak. Suriye’de bir süre daha silahlı; İran’da yakın gelecekte silahlı; Avrupa’da kurumsal vs…”

Bu sözler, haklı olarak PKK’nin silahlı güçlerinin İran ve Suriye’ye karşı kullanılacağı yönündeki savları güçlendirdi. PKK, silahlı güçlerini Kandil’e çekerek, zaten Irak’ta silahlı varlığını koruyacağını duyurmuş oldu. Suriye’de “bir süre daha”, İran’da “yakın gelecekte” silahlı olması, Türkiye dışındaki Kürtlerin bulunduğu üç parçada silahlı varlığını sürdüreceğinin ilanıdır. Oysa Kürtlerin hem yüzölçümü, hem de nüfus bakımından en geniş kesimi Türkiye’dedir. Buna karşılık haklarının en geri olduğu yer de Türkiye’dir. Ama PKK, Türkiye’den silahlı güçlerini çekmektedir! Ahmet Kaya’nın bir şarkısında söylediği gibi; bu ne yaman çelişkidir!

 

ABD’nin Ortadoğu’daki yeni hamleleri

AKP’lilerin “yerli proje”, BDP’lilerin “emperyalist eksenlere karşı” olarak gösterdikleri “çözüm süreci” bugüne dek birçok kez “uluslararası kurum”ların raporlarında yer aldı. Ama “neden şimdi adım atıldı”nın yanıtı, dünyanın ve bölgenin içinde bulunduğu durumla, yani emperyalistler arası paylaşım savaşının geldiği boyutla doğrudan ilintilidir.

ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak adlandırdığı, bölgeye dönük paylaşım savaşının maliyeti ağır oldu ve öngördüğü şekilde yürümedi. Afganistan ele geçiremedi, Irak üzerindeki İran etkisi arttı, Suriye direndi. Rusya ve Çin, ABD’nin bu politikasına karşı sessiz kalmayacaklarını gösterdiler. Diğer yandan Afganistan ve Irak işgalleri sırasında 7 bin ABD askeri can verdi, 50 bini aşkın yaralı ve sakat var. Trilyon doları aşkın maliyet ve finansal çöküntüye sürükleniş de cabası… İran’a yapılacak bir saldırının maliyetinin ise, çok daha ağır olacağı hesap ediliyor.

Bu durumda yeni hamlelere ihtiyaç duydu. ABD’nin Ortadoğu’da en güvendiği müttefik, İsrail ve Türkiye’den sonra Kürt Federe Devleti’dir.  Fakat bu müttefikler birbirleriyle sorunlu, kavgalıdır. İsrail ile Türkiye arasında Mavi Marmara ile başlayan sorunu çözmek, nispeten daha kolaydır. Nitekim geçtiğimiz günlerde Obama’nın İsrail ziyareti ardından bu konu büyük oranda çözülmüş oldu. Türkiye ile Kürt Federe Yönetimi arasındaki ilişkiler ise, Türk burjuvalarına bu pazardan verilen kırıntılarla yoluna girmişti. Fakat bölgeden çıkan petrol ve doğalgazın Avrupa’ya ulaştırılması, boru hattının güvenliğinin sağlanmasını gerektiriyordu. Bu da PKK’nin önderlik ettiği Kürt ulusal mücadelesinin bir biçimde sonlandırılmasını, yani bölgenin sermaye açısından “güvenli” hale getirilmesini… Diğer yandan gerek Suriye’de, gerekse İran’da PKK’nin etkin olduğu Kürt örgütleri bulunmaktaydı. ABD’nin bölgede “çıban başı” ilan ettiği Suriye ve İran’la baş edebilmesi, PKK’yi bir biçimde kendi yanına çekmesiyle olanaklı olabilecekti ancak. Bunun yolu da Türkiye’den geçiyordu.

ABD, Türkiye üzerindeki baskıları arttırdı. Ziyaretlerin, raporların ardı arkası kesilmedi Aynı zamanda AKP’ye aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmedi. ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Abromowitz’in, 2012’nin yaz aylarında kaleme aldığı “Sallantıdaki Türkiye” başlıklı makalesinde, siyaseten rakipsiz Erdoğan’ın Suriye ve Kürt sorunu nedeniyle sıkıntılı bir süreçten geçtiğinden söz ediliyor. AKP’nin bir bölünme ya da çözülme yaşayabileceği uyarısında bulunuyor.

Son olarak “Uluslararası Kriz Grubu”nun 30 Kasım 2012 tarihinde Kürt raporu dikkat çekicidir. Aralarında eski Amerikan Başkanı Carter, Güney Afrika Başkanı Mandela, Desmond Tutu, Kofi Annan, George Soros ve bazı eski Amerikan büyükelçilerinin bulunduğu bu grup, hazırladıkları raporda, “Anadilde savunda konusunda hemen yasa çıkartılması, anadilde eğitime geçiş için takvim belirlenmesi, yerel yönetimlerin Kürtçe isimlerinin geri verilmesi” yönünde kararlar almıştır. Ayrıca, “kamu hizmetlerinde Kürtçenin önünün açılması, yerel hükümetler ve ademi merkeziyetçilik konularının tartışılması” önerilerine yer verilmiştir. Ve AKP Hükümetinin bu doğrultuda bir an evvel harekete geçmesi istenmiştir.

“Çözüm süreci”nin başlangıç aşaması ile bu raporun yayınlandığı tarih, birbiriyle çakışmaktadır. Raporda yer alan istekler de, Öcalan’ın mesajlarıyla…

Elbette Kürt hareketi, bugün fiilen kullandığı hakları da, ulusal ve uluslararası kurumların raporlarında geçen talepleri de, 30 yıldır yürüttüğü mücadele üzerinden elde etti. Fakat bu kazanımların garanti altına alınması, yeni kazanımlarla çoğalması, mücadelenin hiçbir emperyalist güce dayanmadan aynı kararlılıkla sürdürülmesine ve devrimle taçlandırılmasına bağlıdır. Bunun dışındaki tüm “çözüm”ler, varolan kazanımları da kaybetme tehlikesini bağrında taşır.

 

“Çözüm süreci”nin handikapları

Kürt sorunu, AKP’nin yaymaya çalıştığı gibi, PKK’nin Türkiye’den çekilmesi ile bitebilir mi? Bırakalım Kürt sorununun çözümünü, bu süreç bütün aşamalarıyla birlikte, eksiksiz tamamlanabilir mi?

Murat Karayılan, 25 Nisan’da Kandil’de yaptığı açıklamada, “ikinci aşamanın yasal ve anayasal eşitlikçi önlemler olacağını” vurguladı. Fakat bu yönde burjuva klikleri arasında uzlaşma sağlanabilmiş değil. En başta “anayasal vatandaşlık” tanımı konusunda kıyasıya kavga sürüyor.

Bu haliyle yeni bir anayasanın bu meclisten çıkma ihtimali bile suya düşmüş görünüyor. Cumhurbaşkanı Gül, mecliste anlaşma sağlanamazsa, “yeni anayasa” yerine, anayasada bazı değişikliklere gitme yolunun izlenebileceğini söyledi. BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da, tek başına AKP ve BDP ile yeni bir anayasanın çıkmasının zor olduğunu “geçici bir anayasa” yapılabileceğini belirtti.

“Geçici” ya da “yeni” asıl fırtına kopartılan şeyin, “değişemez, değişmesi dahi teklif edilemez” denilen ilk üç maddede olduğu düşünülürse, Kürt hareketinin istediği “Türklük tanımı”nın değişmesinin hiç de kolay olmayacağı anlaşılıyor. Dolayısıyla “süreç”in daha ikinci aşamada tıkanıp kalma ihtimali yüksektir.

Ama ABD-AB emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri, “süreci” uzatarak, kitleleri oyalamaya devam edeceklerdir. Elbette bu süre zarfında dünyada ve ülkede birçok değişiklik gündeme gelecek, “süreç” unutturulacaktır da. Kaldı ki, anayasada böyle bir değişikliğin yapılması da Kürt sorunun çözümü anlamına gelmez.

Egemenler açısından “çözüm süreci” burjuvazinin Kürdistan’da yeni yatırımlarla “uçması”, Ortadoğu’daki paylaşım savaşından Türkiye’nin olabildiğince karlı çıkmasıdır. Onlar daha şimdiden vuracakları tatlı karların hesabını yapmaya koyulmuşlardır.

Kürt hareketinin “koruculuğun kaldırılması”, “KCK’li tutsakların serbest bırakılması” gibi talepler dahi, karşılanmamış durumdadır. Bir çok ilde valilerin yeni korucu istihdamına gittikleri söylenmektedir. KCK’den yargılanan kimi tutsaklar tahliye edilmişse de, başta seçilmiş milletvekilleri olmak üzere önemli bir kısmı halen içeridedir. Dahası yeni operasyonlar yapılmakta, tutuklamalar olmaktadır. Bütün bu yönleriyle “Türkiye’nin demokratikleşmesi” olarak sunulan “ikinci aşama”da yol alınması zor görünmektedir.

Diğer yandan, ABD emperyalizminin bu yeni hamlelerine İran’ın ve Rusya’nın engelleme çabaları olacaktır. İran’ın Hizbullah üzerinden etkisini arttıracağı ve süreci sabote edeceği, şimdiden söylenmektedir.

* * *

Kısacası, sürecin geleceği, bir dizi belirsizlik ve engellerle doludur. Bugüne dek PKK tam 9 kez ateşkes ilan etmiş ve birçok kez de “barış” süreci başlatılmıştır. En son “Kürt açılımı” akıllardadır. Gerillaların sınırdan büyük törenlerle geçişi ve karşılanması sonrasında, sürecin nasıl tepe taklak olduğu da…

Sadece Türkiye’de de değil, dünyada da bunun pek çok örneği yaşandı, yaşanıyor. 1990’dan 2010 yılına kadar geçen sürede 102 barış görüşmesi gerçekleştiği, 585 barış anlaşması imzalandığı saptanmış durumda. Bunların yarısı, imzalanmalarının ilk 5 yılı içinde bozulmuş. 10 yıl dayanmayanlar ise daha fazla. Hepsinde de asıl olarak hükümetler anlaşmaya uymamışlar. Geriye kalanlar da “ne savaş, ne barış” durumunda kalmış.

Gerçekte “barış görüşmeleri” savaşın farklı biçimde sürdürülmesinden farklı bir şey değil. Egemenler, savaşan örgütleri, adım adım tasfiye etmek için bu görüşmeleri kullanıyorlar.

Bugüne dek ulusal sorundan kaynaklı hiçbir çatışma, gerçek bir barışla sonuçlanmadı. İspanya’dan İrlanda’ya, Hindistan’dan Nepal’e kadar bu böyle. Kürt sorunu da farklı olmayacaktır. Çünkü emperyalizm döneminde ulusal sorunun çözümü ve gerçek barış, ancak devrim ve sosyalizmle gelecek. Bu teorik bir doğru olmanın ötesinde, yaşamın bizzat kanıtladığı somut ve yalın bir gerçektir.

 

 

“Hiç uzlaşma olmayacak mı?”

Komünistlerin, devrimcilerin “çözüm süreci”ne dönük eleştirileri, Kürt hareketini rahatsız ediyor. Onlar, devrimcilerin tümden kendilerini desteklemelerini istiyorlar. Öyle ki, birçok reformist parti, hatta kimi devrimci örgütler, uzunca bir süredir Kürt hareketine yedeklenmiş olmasına, HDK diye kurumsal bir yapı oluşturmalarına rağmen, bunu yeterli bulmuyorlar, herkesin kendileri gibi düşünüp hareket etmesini istiyorlar. Devrimci hareketin dönemsel güçsüzlüğünü de kullanarak yüklenip duruyorlar.

Kendilerine “solcu”, “sosyalist” diyen kişi ve kurumlar da, bu koroya katılmış durumda. Hepsi devrimcilere akıl vermeye kalkıyor. Onları, burjuvazinin son dönemki moda sözüyle “zamanın ruhu”nu okuyamamakla, dogmatiklikle suçluyorlar. ML’yi reddedeli yıllar geçmiş olmasına rağmen, tarihteki “sol komünistler”le özdeşleştirip, Lenin’i referans gösteriyorlar. Emperyalistlerle ve işbirlikçileriyle uzlaşmayı, Lenin’in “hiç uzlaşma olmayacak mı” makalesiyle çürütmeye çalışıyorlar. Egemen kesimler arasındaki çelişkilerden devrimci bir tarzda yararlanma politikası ile onlarla uzlaşmayı aynı şeylermiş gibi gösterip, bilinçli bir çarpıtma yapıyorlar.

Sanki ML’ler, hiçbir durumda “uzlaşmaya” yanaşmayan bir düzlükle hareket ediyorlar, ya da “uzlaşma”nın kimle, nasıl, hangi amaçlarla yapıldığını göremeyecek kadar körler!

Oysa uzlaşma vardır, uzlaşma vardır. Ve ML olmanın en önemli kıstaslarından biri, bunlar arasındaki ayrımı görebilmektir. Bu vesile ile Lenin’in ünlü “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” kitabında, “Hiç uzlaşma olmayacak mı?” makalesinden uzunca bir bölümü aynen aktarıyoruz:

“Elbette şu ya da bu “uzlaşma”nın gerçek niteliğini saptamak için çok büyük çabanın gerekli olduğu tek tük son derece zor ve karmaşık durumlar vardır. Tıpkı bir cinayetin tamamen haklı, hatta zorunlu bir cinayet mi olduğu (örneğin nefsi müdafaa) yoksa bir ihmal, hatta ustaca hazırlanan bir plan sonucu mu işlendiğini saptamanın zor olması gibi. Politikada bazen sınıflar ve partiler arasında son derece karmaşık ulusal ve uluslararası ilişkilerin sözkonusu olduğu, herhangi bir grevde varılan bir ‘uzlaşma’nın haklı mı olduğu, yoksa bunun bir grev kırıcısının, hain bir liderin haince ‘uzlaşması’ mı olduğu sorunundan çok daha karmaşık durumların olacağı kendiliğinden anlaşılır. Bütün bu durumlar için bir reçete, ya da bir genel kural bulmaya kalkışmak, saçmalıktır. Her özel durumda doğru yolu bulabilmek için insanın kendi aklını kullanması gerekir. Parti örgütünün ve bu adı almayı hak etmiş parti liderlerinin önemi de zaten… karmaşık siyasal sorunları çabucak ve doğru çözmek için gerekli bilgileri, gerekli deneyimleri ve yanı sıra gerekli siyasal içgüdüyü edinmekten ibarettir.

Saf ve tamamen deneyimsiz insanlar, uzlaşmaz bir mücadele yürüttüğümüz ve yürütmemiz gereken oportünizm ile devrimci Marksizm ya da komünizm arasındaki bütün sınırların silinmesi için, genel olarak uzlaşmaların caizliğini kabul etmenin yeteceğini sanıyorlar… Tarihin her özel ya da özgül anında karşımıza çıkan pratik-siyasal sorunlarda, devrimci sınıf için uğursuz oportünizmi cisimleştiren, kabul edilmesi olanaksız, ihanet niteliğindeki uzlaşmaları ayırt etmek ve bütün güçleri bunların teşhir edilmesine, bu uzlaşmalara karşı mücadeleye yoğunlaştırmak önemlidir. (Komünizmin Çocukluk Hastalığı, İnter yayınları, sf 66-67)

Hatırlanacaktır, 2008 yılında “Kürt açılımı” yapıldığı zaman da komünist ve devrimcilerin bu konudaki eleştiri ve uyarıları, yine aynı kesimler tarafından büyük bir öfkeyle karşılanmış ve saldırıya geçilmişti. Fakat “Kürt açılımı” fiyasko ile sonuçlanınca, bizlerin değerlendirmelerini aynen tekrarlamaya başladılar. Ama tabi aylar sonra… Ve “açılım”ı neden destekledikleri, ona karşı çıkanlara neden saldırdıklarına dair tek bir açıklama, özeleştiri yapmadan…

Benzer bir durumu “çözüm süreci”nin olası bir tıkanışında yeniden yaşamak, bizleri şaşırtmayacaktır. Çünkü bu, bir siyaset yapma biçimi, bir tarz haline gelmiştir.

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …