Dersim’de kamu emekçileri kazandı; KESK direnişi büyütmelidir

dersim-egitim-sen

15 Temmuz sonrasında devrimci-demokrat-yurtsever kesimlere karşı en ciddi saldırılardan biri, Eğitim-Sen üyesi 11 binden fazla emekçinin görevden uzaklaştırılması olmuştu. Bu konuda devletin ilk geri adımı Dersim’de geldi. Açığa alınan 504 kamu emekçisinden 418’i göreve iade edildi.

Elbette bu başarının Dersim’de yaşanması sebepsiz değil. Dersim’de gerçekleşen büyük direnişin sonucudur. 504 kamu emekçisinin görevden alınması haberinin ardından, gerek Dersim Eğitim-sen, gerekse diğer kitle örgütleri hızla harekete geçti. Neredeyse her gün, Dersim’de eylemler gerçekleştirildi. Sadece kamu emekçilerinin değil, Dersim halkının, öğrencisinden esnafına çok geniş kesimlerin katıldığı, destek verdiği eylemlerdi bunlar. Yürüyüşler, basın açıklamaları yapıldı.

Kitlenin kararlılığı, devletin geri adım atmasına neden oldu. Kamudaki açığa almalar konusunda ilk ve en kapsamlı iade, Dersim’de gerçekleşti.

Bu direniş ne yazık ki, diğer illere taşınamadı. Yer yer bazı illerde, açığa almalara ilişkin basın açıklamaları, oturma eylemleri gerçekleştirilirken, Eğitim-sen’in ve KESK’in genelini harekete geçiren bir eylem çizgisi oluşturulmadı.

 

KESK mesleki-sendikal direnişi büyütmelidir

Emekçi memur hareketinin önderliğini yapan KESK’in taşıdığı zaaflar, 15 Temmuz sonrası açığa almalar sözkonusu olduğunda, kendini bütün netliği ile bir kere daha ortaya koydu.istanbul-egitim-sen

KESK, kendi üyelerinin açığa alınması karşısında bile, sonuç alıcı, etkili eylemler örgütlemek yerine, son derece pasif ve zamana yayan bir tutum içindedir. 17-18 Eylül tarihli “acil” toplantıda alınan karar, yerel eylemlerin örgütlenmesi olmuştur. Bu karar, yaşanan sürecin ciddiyetine ve önemine denk bir karar değildir. Çünkü bir taraftan, birçok ilde kamu emekçilerinin yeterli güç ve örgütlülüğü yoktur. Dahası, büyük illerin dışında genel olarak devlet, “OHAL nedeniyle” diyerek eylemleri engellemekte, en küçük bir basın açıklaması girişimine bile saldırarak gözaltına almaktadır. Bu durum küçük illerin kendi gücüyle başarı kazanma şansını ortadan kaldırmaktadır. Diğer taraftan, kamu çalışanlarına yönelik saldırı kapsamlı, merkezi ve etkilidir; ona karşı direniş de kapsamlı, merkezi ve etkili olmak zorundadır. Bu durumda en doğru karar, merkezi eylemler örgütlemektir. Yerel faaliyetleri bir kenara bırakmadan, merkezi eylemler daha etkili sonuçlar yaratacaktır.

Devrimci-demokrat bir sendika konfederasyonu, elbette siyasal gündemi de dikkate almalı, ezilen bir halka yönelik saldırılara karşı duyarlı olmalıdır. Siyasal gündemi tümüyle dışlaması, ekonomist-reformist bir yaklaşımdır. Ancak siyasal gündem kendi öznel sorunlarından daha öne geçiyorsa, üstelik de bu tek bir konu üzerinden (Kürt hareketi ile dayanışma) gerçekleşiyorsa, burada büyük bir eksiklik sözkonusudur.

Mesela 657 sayılı yasanın tehdit altında olmasından eğitimde gericileşmeye kadar pek çok konuda, KESK ciddi bir tavır geliştirememiştir. Benzer bir durum, son saldırılarda da görülmektedir. Bugüne kadar eylem çağrılarına katılan, üyelik aidatını ödeyen, KESK’li olduğu için çalıştığı kurumda çeşitli hak gasplarına, özel mobbing politikalarına mazur kalan KESK üyeleri, açığa alma saldırısı karşısında örgütünün harekete geçmesini beklemektedir. Hem de göstermelik bir şekilde değil, sonuç alıcı biçimde…

 

Kitle örgütlerinin geri tutumu

Geçtiğimiz yıl 10 Ekim’de Ankara mitinginde gerçekleşen bombalı saldırının arkasından, merkezi eylemler örgütleme konusunda KESK, DİSK, TTB ve TMMOB’da bir isteksizlik ortaya çıkmıştı. Ancak çok zorunlu hallerde, daraltılmış basın açıklamalarıyla sınırla eylemlerin ötesine geçilemez olmuştu.

15 Temmuz sonrası bu tutumun daha da derinleştiğine tanık olduk. Artan faşist baskılar ve hak gaspları, OHAL uygulamaları ve KHK’lar konusunda, geçen iki aya yakın zamanda, başta KESK olmak üzere sendika konfederasyonlarının kayda değer bir tavır geliştirdiklerini görmedik. Yasak savma kabilinden birkaç basın açıklaması, onların bu eylemsizliğini örtbas etmekten başka bir anlam taşımaz.

Son olarak 4 Eylül İstanbul Barış Mitingi konusunda da benzer bir tablo ortaya çıktı. TMMOB gibi önemli bir kurum, bu eylemsizlik çizgisini bir adım daha ileri götürüp teori düzeyine yükseltti ve “üyelerin can güvenliği” gibi bir bahane ile mitingden çekildi. Ardından 15 Temmuz sonrasında oluşturulan Güçbirliği’nden de çekildiğini duyurdu.

Geride kalan kurumlar ise, adeta katılımı düşürmek için özel bir çaba harcadı. “Flama yasağı” tartışması başlatarak birçok devrimi yapının, katılmak konusunda temkinli davranmasına neden oldu. Kitle taşımak için ise, hiçbir çaba gösterilmedi. HDP’nin tek başına düzenlediği barış mitinglerine onbinler, kimi zaman yüzbinler katılırken, HDP’nin yörüngesinde örgütlenen 4 Eylül mitingine katılım birkaç bin kişiye zor ulaştı.

 

Mücadele eden kazanır

15 Temmuz darbesinin ilk gününden itibaren, “sıra solculara da gelecek” cümlesini her kesimden duyduk. Her darbenin öncelikli hedefi devrimci-demokratlar olduğu için, bu cümleyi söylemek bir kehanet ya da özel bir tespit değildi. Ve önemli olan da bu cümleyi söylemek ve kurbanlık koyun gibi o günü beklemek değil; “sıranın gelmemesi” için mücadele etmekti. Kitle örgütlerinin, devrimci yapıların ve sendika konfederasyonlarının önündeki en önemli göreviydi bu.

Üstelik, 15 Temmuz sonrası darbeden kurtulmayı başaran Erdoğan’ın, hem içte, hem de dışta son derece önemli açmazlar yaşadığı görülüyordu. Aldığı her kararın, dönüp kendisini vuracak yan etkileri vardı. Bu nedenle bugüne kadar birçok önemli konuda kitlelerin tepkisini çekmemek için geri adım atmak zorunda kaldı. Yani süreç, reformist kesimlerin iddia ettiği gibi, Erdoğan’ın saldırılarını pervasızca sürdürdüğü, önünde hiçbir engelin kalmadığı, istediği herşeyi yapabileceği bir süreç değildi. Tersine, kitle hareketinin yükseldiği anda, hükümetin manevralar yapmak zorunda kaldığı, kendisini güvende hissetmediği bir süreçti.

Dersim’de direnen kamu emekçilerinin göreve iade edilmesi de bunun sonucudur; şortlu kadına otobüste tekme atan şeriatçıyı cezalandırmak zorunda kalmaları da…

Üstelik sendikalar ve kitle örgütleri böylesine atıl kalırken, bugün OHAL’e ve Erdoğan’a karşı kitlenin kendiliğinden patlamalarının çarpıcı örneklerini de yaşıyoruz. Düzce’de okulları İmam Hatip’e çevrilen liselilerin “sınıfları işgal” direnişi yapması, Ankara’da Erdoğan ile Fethullah Gülen’in birlikte fotoğrafının üzerine “Ortaktınız” yazan afişlerin liselerde asılması gibi… 

Bu nedenle, “darbe olsaydı da farklı olmayacaktı”, “sıra solculara da gelecek” türü edilgen, beklemeci tutumlar, bir kenara bırakılmalıdır. Evet bir taraftan önemli saldırılar yaşanmaktadır. Ancak bir taraftan da, “mücadele edenin” kazanmaya en yakın olduğu dönemde olduğumuz görülmelidir. 

Miting yasağının(korkusunun) bir kenara atılarak sokağa çıkılması bugün her zamankinden daha önemlidir. “Can güvenliği” kaygılarına karşı kendi can güvenliğimizi sağlayarak miting yapmak mümkündür, 10 Ekim sonrasındaki bütün eylemlerde bu görülmüştür.

Başta 10 Ekim Ankara Katliamı’nın yıldönümü anması, Ankara’da yapılacak görkemli-merkezi bir mitingle gerçekleştirilmelidir. Bununla birlikte, kamuda açığa almalar başta olmak üzere, KHK’lara, emekçi semtlerdeki saldırılara, Cemevlerine dönük tehditlere, Kürt halkına dönük katliamlara, Suriye’deki emperyalist savaşa dahil olma çabasına, ekonomik krizin faturasını kitlelere ödetme girişimlerine karşı mücadele yükseltilmelidir. Böylesi kargaşa dönemlerinde, etkili eylemlerle, değil saldırıları püskürtmek, yeni kazanımlar elde etmek bile mümkündür.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …