“Niye öleyim”?!

cizre-cocuklar

Bu cümlenin sahibinin adı Burak Kayaoğlu. Kendisi şairmiş! Onu ve yazdığı şiiri bize tanıtan ise, Melih Pekdemir. 12 Eylül mahkemelerinde “örgüt değil, dergiyiz” savunmasıyla ünlü Devrimci Yol’un “önder”lerinden Melih Pekdemir.

Pekdemir, 5 Eylül tarihli BirGün gazetesinde yayınlanan yazısında, “Niye ölelim ki” başlığını kullanmış; ayrıca bu şiire atıfta bulunmuş. Yazısında 15 Temmuz’dan bugüne yaşanan sürece ilişkin olarak “işbaşındaki şeytanların” gidici olduğunu ve “bu şeytanlar intihar ederken” devrimcilerin yapması gereken şeyin “ölmemek” olduğunu ileri sürüyor. Yazısının sonuna da, Burak Kayaoğlu’nun şiirini ekliyor. Şiir şöyle:

Niye öleyim / ben şimdi niye öleyim / sağ olun ama niye öleyim şimdi / bir yaşam büyüğünü veriniz / dar geliyor bu yaşam büyütüp de veriniz / niye öleyim bu küçülmüş hallerinize / ben? / şimdi? / niye? / karanfil sardığım kağıtlar veriniz / menekşe ektiğim saksılar / voltasını attığım bahçeler / uyandığım rüyalarımı geri veriniz / bana bir gitmek veriniz uzağınız olsun / uzağınız! / kalmalar sizin olsun gelmeyiniz / mavi bir uzağım var benim / yaklaştıkça netleşen saydamlığıyla / ben şimdi niye öleyim?

Belli ki Melih Pekdemir bu şiiri çok sevmiş; kendi yazısının başlığını da, içeriğini de bu şiirden almış zaten. Bir yaşam felsefesinin özeti bu: Bir kaç tane menekşe saksısı, volta atılacak bahçe, pembe panjurlu bir ev, romantik komedi filmleri tadında bir hayat…

Nerede yaşıyorsunuz?!?

Hangi dünyada?

 

Tercihlerimiz, bize sunulanlar içindendir

Bu dizelerin yazarı, hayat hakkında hiçbir şey bilmeyen, ama çok şey bildiğini zanneden günümüz cahil gençlerinden biri olabilir. Hayata “pamuklara sarılı” biçimde başlamış, geçim derdi ve gelecek belirsizliği olmayan, ailesinin sağladığı mali olanaklarla yaşayarak ahkam kesen “tuzu kuru” gençlerden biri; ve hatta bütün bunlara sahip olmadığı halde bu varlığa sahip olanlara özenen biri de olabilir. Bu nedenle onun şiiri, bir ahmağın hezeyanlarından ibaret görülebilir.

Ancak Melih Pekdemir, gerçek yaşamı iyi bilmektedir. Bu nedenle onun bu referansı, bir ideolojik yozlaşmanın, burjuva ideolojik argümanları yayma çabasının ürünüdür.

Yaşam tercihlerimiz “ölmek ya da yaşamak” gibi kalıpların içine sıkışmış şıklardan ibaret değildir. “Tercih” yapma marjımız, sanıldığı kadar geniş de değildir. İçine doğduğumuz, varolduğumuz ortamın sınırlarından ibarettir. Ve bu sınırların dışına çıkmak, “Ayşecik-Ömercik” filmlerinde olduğu kadar kolay değildir.fidan-ve-el

6 aylıkken ölen Ayaz bebek (2011 yılında) “ölmeyi seçmiş” olabilir mi mesela? Ya da o yoksulluğun içinde doğmak, annesinin sütü bile kuruyacak kadar dehşetli bir yaşantının bir parçası olmak onun seçimi midir? “Menekşe saksıları, volta atılacak bahçeleri” olan bir evi reddederek, açlıktan ölmeyi mi seçmiştir? İşsizliğin ve açlığın kol gezdiği bir ülkede, sobası olmayan bir evde, her tür sosyal güvenceden yoksun bir ailenin çocuğu olmak, bir tercih değildir ama onun yaşam gerçeğidir. Tıpkı Ayaz bebeğin bu koşullarda ancak 6 ay yaşayabilmesi gibi…

Ya geçtiğimiz yıl ölen 4 yaşındaki Aylan bebek? Ne Suriye savaşının ortasında doğmak onun tercihidir, ne de ölümden kaçmak için patlak botlara binerek denize açılmak… ABD’nin sömürgecilik hırsının yarattığı bir savaşta, AKP hükümetinin desteklediği IŞİD çeteleri tarafından öldürülmemek için harekete geçen bir Kürt ailesinin çocuğu olmak dışında hiçbir “suçu”(!) yoktur. Ve onu ölüme götüren yolda, kendisinin aldığı hiçbir karar, yaptığı hiçbir tercih de yoktur.

Sadece bebekler değil ki “menekşe saksılarını” bırakıp(!) “ölümü” seçenler. Mesela Soma’da 13 Mayıs 2014 günü madene inen işçiler de “akılsız”lık edip, “niye öleyim” sorusunu sormayı unutanlar(!) arasındalar.

Keza Ermenek’teki maden ocağında gerçekleşen su baskınında ölen işçiler de. Birinin annesi, “oğlum yüzme bilmezdi” diyerek ağıt yakıyordu. Yerin yedi kat altında inerken, yüzme bilmiyor olmanın “kefareti” miydi onun ölümü? Kaldı ki, maden işçilerinin önemli bir kısmı, öncesinde kendi toprağını ekip biçen, parlak güneşin altında yeşil doğanın içinde ekmeğini çıkaran; tarım tekellerine yenilerek toprağını kaybettikten sonra yerin yedi kat altına mahkum kalan insanlardı.

Ağır çalışma koşulları ve meslek hastalıkları her yıl kaç insanı alıyor aramızdan? AKP’li yıllarda 16 bin işçi, iş “kaza”larında hayatını kaybetti. Bunların ezici çoğunluğu, “önlenebilir” kapsamındaydı. Mesela silikozis hastalığı onlarca kot kumlama işçisinin ölümüne neden oldu; sonrasında kot şirketleri kot kumlama işlemini durdurmak yerine, “maske verdik” diyerek üretime devam ettiler. Ve hala işsiz-yoksul gençler, asgari ücret karşılığında bu işlerde çalışıyorlar.

Ruanda’da 1 milyon insan, emperyalistler tarafından kışkırtılan etnik bir savaşın kurbanı olarak katledildiğinde, “tarih öncesi”ni değil, ‘90’lı yılları gösteriyordu takvimler. 2000’lerin başında Irak işgalinin ardından yaklaşık 2 milyon insanın katledilişine tanıklık edildi.

Sömürünün tarihi, insanların pervasızca ve dizginsizce, kitleler halinde katledilmesinin tarihidir aynı zamanda. Avustralya’da aborjin yerlileri, “günlük 700 kalori” olarak belirlenmiş beslenme programı ile, ortalama bir yıl içinde ölmeleri hedeflenerek madenlerde çalıştırılmışlardır. İşçilerin normal beslenmesi patronlara “maliyetli” gelmektedir ve ölenlerin yerine yeni köle-işçi bulmak zor değildir. 

İngiltere ve ABD’ye köle olarak götürülmek üzere Afrika’dan gemiye bindirilen siyahların yaklaşık yarısı, gemilerde ölmektedir. Sadece gemilerde ölen bu insanların sayısı, yüzbinlerle ifade edilmektedir. Ve gemilerde çoğu havasızlıktan ya da kötü gıdalardan ölen bu siyahlar, “beyaz adam” gelmeden önce, doğa ile içiçe, sakin ve huzurlu bir hayatın bir parçasıdırlar.

Masallardan başını kaldırıp baktığımızda görülen gerçek hayat budur işte.

Savaşlarda ya da sömürü çarkının dişleri arasında yaşamdan koparılan insanların hiçbiri, bunu kendisi seçmemiştir.

“Karnı tok, sırtı pek” olanların bunu anlaması elbette mümkün değildir; ama insanlığın ezici bir çoğunluğunun önüne konulan “şık”lar, “açlıktan ölmek”, “çalışarak ölmek” ve “emperyalist savaşta ölmek” ile sınırlıdır. Seçimlerini bunların arasından yapar. Ya da hiç seçim yapma hakkı bile olmaz, sömürücü sistemin yaptığı ve ona dayattığı seçimi yaşar (ya da ölür).

“Neden ölesin”, “hayatını yaşa”, “hayat çok kısa, keyfince, gönlünce yaşa”, “kendi istediğin hayatı seç” gibi argümanlar ise, burjuvazinin sömürücü yüzünü gizlemeye dönüktür. Ve tarihin-yaşamın gerçekliği karşısında, çoktan çöp sepetine atılmışlardır. Bugün bunları yeniden öne sürmeye çalışmak, burjuvazinin gerçek sömürücü yüzünü, vahşetini ve katliamlarını gözlerden gizleme çabasından başka bir anlam taşımaz. Ve bunu yapan kişinin, bir burjuva ideoloğu olduğunu kanıtlamaktan öteye gitmez.

 

“Yaşadım diyebilmek için…”

Bir hayatın içine doğarız. Doğduğumuz evin gecekondu mu, saray mı olacağını biz belirleyemeyiz. Ailemizin gelir durumu, okuma-eğitim olanakları, tümüyle bizim dışımızdaki koşullardır. Bu nedenle, kendi seçimlerimizi içinde bulunduğumuz koşullarda yapabiliriz. Marks’ın ünlü sözüdür: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullarda değil, verili olan ve geçmişten kalan koşullar içinde…”

Bize dayatılan bu hayatı değiştirmek için önümüzde tek bir koşul vardır: Neden bu kadar farklı hayatların yaşandığını sorgulamak, anlamak ve ona karşı mücadele etmek…

Bu, Melih Pekdemir’in iddia ettiği gibi, “ölüm karşısında yaşam”ı seçmekle ilgili bir şey değildir. Bireysel bir “ölüm” ve “yaşam” tartışmasının tümüyle dışında ve ötesinde bir unsur olarak, sınıf mücadelesinin varlığını anlamak ve bilince çıkarmakla ilgili bir durumdur. Ve sömürüyü, sınıf mücadelesini bilince çıkartan bir insan için, seçim noktası yine “ölüm” ve “yaşam” üzerine değildir; bu sınıf mücadelesinin bir parçası olmak ya da buna gözlerini kapatarak burjuvazinin çarklarına girmektir.

Ölümün yüzü soğuktur, ama yaşamın kaçınılmaz bir gerçeğidir.

Kimse ölmek istemez. Fakat daha iyi yaşama çabası, bazen ölümle sonuçlanır. Bu da devrimci olup olmamanın ötesinde bir durumdur. En sıradan insanlar bile, daha iyi yaşam koşulları arayışı içinde ölümle karşılaşabilirler. Burada önemli olan, yaşadığı sürenin ne kadar dolu, ne kadar onurlu, ne kadar insana layık olduğudur.

Devrimci insan ölmek için çıkmaz yola. Ama çıktığı yolda ölümle karşılaşacağını da bilir. Deniz Gezmiş’e atfedilen bir sözdür; “bir devrimci hayata nişanlı, ölüme sözlüdür.”

Mesela işkence tezgahındayken, önündeki seçenekler “menekşeli yaşam” ile “ölüm”den ibaret değildir. Onursuz yaşamak ile onurlu yaşamak arasındaki tercih sözkonusudur burada. Ve onurlu bir direnişin sonu ölümse eğer; o ölüm, “hoş gelmiş, sefa gelmiş”tir. Tıpkı İbrahim Kaypakkaya’nın, Fatih Öktülmüş’ün yaptığı gibi… Kızıldere’de kuşatılan Mahir Çayan ve arkadaşlarının zihinlerinde “teslim olarak yaşamak” gibi bir seçenek yoktur. “Dönmeye değil, ölmeye geldik” sözüyle kazınmışlardır tarihe. Pir Sultan, idam sehpasına çıktığı zaman, Komünarlar, kurşuna dizilmek için duvara dizildiklerinde “niye öleyim” diye düşünmemiştir. Attıkları sloganlarla, söyledikleri sözlerle ölümlerini taçlandırmışlardır.

Savaş alanlarında korkarak saklananlar vardır. Onların ki açık bir ihanettir aslında. Bu ihanet savaşı kaybetmekle sonuçlandığında, kendilerini bekleyen şey ya yine bir ölüm, ya da şerefsiz bir işbirlikçiliktir.

Onurlu bir yaşam için, bazen onurlu bir ölümü göze almak gerekir. Sömürüye karşı mücadele, sömürünün sonuçları doğrultusunda gelen ölümü engellemenin tek yoludur. Açlıktan, iş kazasından, aşırı çalışmadan ölmemek için sömürüye karşı mücadele etmek gerekir. Etnik-dini savaşlarda, emperyalist işgallerde, şoven katliamlarda ölmemek için faşizme ve savaşa karşı mücadele etmek gerekir. Yaşam hakkımızı savunmak için egemen sınıflara karşı mücadele etmek gerekir. Sınıf savaşı “menekşe saksıları” ile verilmez, kanla, canla yürütülen bir savaştır bu.

Ve bu mücadelenin içinde, bazılarımız toprağa düşecektir elbette. Ama her biri, geleceğe onurlu bir miras bırakacak, gelecek kuşaklara direnme gücü aşılayacak, daha iyi bir yaşamı kurmanın doğru yolunu gösterecektir.

Nazım ustanın dizeleriyle “yosun-solucan misali” yaşamak da mümkündür. Başının üzerinde demoklesin kılıcı savrulurken, en ağır sömürü çarkları altında inlerken, siyasi ve ekonomik baskıdan nefes alamaz hale gelirken “yaşamak” mümkündür. Gözünün önünde her tür insanlık dışı saldırı gerçekleşirken; birileri saraylarda safahat içinde, birileri gecekondularda yaşam savaşı verirken; dini, dili, ırkı yüzünden insanlar katledilirken, “menekşelerim bana yeter, niye şimdi öleyim” diyenler de her dönem çıkar. Ve bunlara bir şey anlatma, hatalarını gösterme ihtimali de yoktur. Öylesine bencil, öylesine kişiliksiz, onursuz canlılardır ki bunlar, “yosun-solucan misali” yaşamayı seçen organizmalardır. “Menekşe saksılı” yaşamları, gerçekte yoksul, acınası bir yaşamdır.

Çünkü “insan” olmanın, “insanlaşma süreci”nin belli kriterleri vardır. Düşünmek, bir şeyleri değiştirmek için harekete geçmek, mücadele etmek, daha yaşanır bir dünya kurmaya çalışmak, bu doğrultuda toplumun sorunlarına ve ihtiyaçlarına duyarlı olmak, vb, vb… “İnsanlaşma süreci”nin bir biçimde dışına düşmüş organizmalar, bu gerçeklerin ya farkında değildir, ya da bir zamanlar bir biçimde öğrenmiş, sonra unutmuştur. Sonuçta “her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar.” Bu bir “yosun-solucan” biçiminde de olabilir, dimdik duran bir onur abidesi de…

İnsanlığı ileriye taşıyan, her zaman ikinciler olmuştur. Hem de “kimse onları buna zorlamamışken”… Onlar, ateşi söndüremeyeceğini bildiği halde, salt “safım belli olsun” diye, İbrahim’i yakan odunlara gagasıyla su dökmeye çalışan kuşlardır. İnsanlığa faydalı olsun diye ateşi çalmak isterken yakalanıp yıllarca bir kayaya bağlanan ve göğsü kartallar tarafından gagalanırken hala hedefinin hayalini kuran Prometuslardır. Sonunda çarmıha gerilerek öldürülen, ama kölelerin de ayaklanıp kendi özgür yaşamlarını kurabileceğini kanıtlayan Spartaküslerdir. Ailesi yoksulluğun girdabında boğulurken, tüm zamanını yazacağı kitaplar için çalışmaya ayıran Marks’tır. Padişah’ın sağ kolu bir din alimi iken, bırakıp Ege’deki köylülerle komün yaşamını kuran ve otoriteye başkaldıran Şeyh Bedrettin’dir.

“Cesur Yürek” filminin bir sahnesinde, İskoçya’nın direniş önderi William Wallace şu sözleri söyler: “Herkes bir gün ölür; ama sadece bazıları gerçekten yaşar.”

Doğum ile ölüm arasındaki süreyi, her insan kendi karakterine, kendi gücüne, kendi cesaretine göre doldurur. Bazıları gerçekten yaşar; bunu başaracak güce ve cesarete sahip olmayanlar ise, ardında ışıldayan bir isim bırakanlara karşı hiç bitmeyecek, hep çoğalacak öfke besler. Çünkü onurlu ve cesur insanların, tarihin altın sayfalarına kazınan yaşamları, onların aciz, yoksul, acınası yaşamlarının da eleştirisidir.

 

Yaşamak direnmektir

Her an ve her koşulda mücadele etmektir. Yaşam koşullarını iyileştirmek için dövüşmektir.

Özellikle 15 Temmuz sonrasında, her miting ve eylem önerisini “şimdi zamanı değil” diyerek, “üyelerimizin ve ailelerinin cangüvenliği” bahanesinin arkasına saklanarak reddedenlerin sözcülüğünü üstlenmiştir Melih Pekdemir.

Bu düşünce tarzı yabancımız değil. Bugün bunu savunanlar, 12 Eylül’de de aynı şeyi yapmışlardı. “Gocuklu celep kaldırınca sopasını”, halkı yüzüstü bırakıp Avrupa’ya koşmuşlardı. Kimisi de, “yaşamak” adına şubelerde, mahkemelerde, zindanlarda her tür yaptırıma boyun eğmiş, “yosun-solucan misali” bir teslimiyete razı olmuşlardı. Bugün de ülkede “Fetöcülere ölüm” çığırtkanlığı altında faşizmin saldırganlığı kitleler üzerinde estirilirken, devrimci-demokratların yaşam ve mücadele alanları kısıtlanırken, “niye ölelim” teslimiyetçiliğini savunmaya kalkıyorlar! 

Diğer taraftan, burjuva ideolojisine olan teslimiyet ne kadar güçlü olursa olsun, her dönem direnenler vardır. Her dönem, onurunu ve inançlarını kendi yaşamından üstün görenler çıkmıştır. Ve karanlığı delen ışıklar, onların bu direnişiyle görünür olmuştur. Ne kadar çok insan, “yaşadım diyebilmek için” onurlu bir duruş ortaya koyar ve mücadeleyi yükseltirse, o kadar hızlı dağılır bu karanlık…

 

Yaşamak şakaya gelmez,

büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

                           bir sincap gibi meselâ,

yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,

               yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

 

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani, o derecede, öylesine ki,

meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut, kocaman gözlüklerin,

                     beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

                              insanlar için ölebileceksin,

      hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

    hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

                     hem de en güzel, en gerçek şeyin

                        yaşamak olduğunu bildiğin halde.

 

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,

       hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

                         yaşamak, yani ağır bastığından.

 

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,

yani, beyaz masadan

                   bir daha kalkmamak ihtimali de var.

Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini

biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,

hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,

yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz

                           en son ajans haberlerini.

 

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,

                                    diyelim ki, cephedeyiz.

Daha orda ilk hücumda, daha o gün

        yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.

Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,

         fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz

   belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

 

Diyelim ki, hapisteyiz,

yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla

                     yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.

 

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım

             hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

                                                      Nazım Hikmet

 

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …