ABD başkanlık seçimlerini Trump’un kazanması, önemli tartışmaları beraberinde getirdi. Neden Trump’un seçilmiş olduğunu anlamaya ve “Trump’lı dünya”nın ne getireceğini yorumlamaya çalışıyor tüm kesimler.
Clinton’un kazanmasına kesin gözüyle bakan anket şirketlerinin ve büyük medyanın yaşadığı yanılgı, üzerinde en çok konuşulan konulardan biri. Diğer taraftan Trump’un kazanmasıyla dehşete kapılan kitleleri yatıştırmak ve “piyasalar”ı sakinleştirmek için gerekçeler üretme yarışı da sürdürülüyor. Trump’un “balkon konuşması”nda “bütün Amerikalıların başkanı olacağım” demiş olması öne çıkartılıyor mesela. Erdoğan’ın da her defasında kullandığı, hiçbir anlamı olmayan standart bir cümleye anlamlar yükleyerek, umutlanmaya çalışıyorlar.
Keza, ABD devlet sisteminin başkanların üzerinde olduğu, hangi başkan gelirse gelsin devlet politikalarının sürdürüleceği anlatılıyor. İşin doğrusu, her ülkenin politikasını belirleyen unsur, burjuvazinin talepleridir; hangi başkan seçilirse seçilsin, burjuvazinin talepleri doğrultusunda hareket eder. Bu gerçek, ABD dahil bütün ülkeler için geçerlidir. Sorun, başka zamanlarda seçimleri kazanan kişiler üzerinden tahliller yapmaya çalışanların, Trump sözkonusu olduğunda kişiden çok devlet politikasının önemli olduğunu ifade etmelerindedir.
Sonuçta medya, toplumunun bütün kesimlerini saldırgan ifadelerle tehdit eden Trump’un başkan seçilmesinin çok büyük bir “felaket” olmadığı konusunda kitleleri ikna etme çabasındadır. Bu doğrultuda her tür argümanı kullanmaktalar.
Her seçim, burjuvazinin tercihleri doğrultusunda sonuçlanır. Seçim öncesi kampanyalar, bu tercihler doğrultusunda yönetilir; kitleler burjuvazinin tercihleri doğrultusunda seçim yapmaları için maniple edilir. Seçilecek adaya karşı olan kitle ise, bu sonuç doğrultusunda hazırlanır.
Trump’un seçilmesi sürecinde de bunu görmüş olduk. Burjuvazi birçok nedenden dolayı Trump’un seçilmesini istedi.
Birincisi; ABD’nin siyasal tarihinde, genel bir eğilim olarak Cumhuriyetçiler ile Demokratlar dönüşümlü olarak başkanlık yaparlar. Bir partinin iki dönemden (8 yıl) fazla başkanlık yapması çok istisnai bir durumdur ve dünya konjonktüründeki önemli değişimlerin olduğu dönemlerde gündeme gelir. Genel çizgi ise, bir partinin iki dönemden fazla görev yapmamasıdır. Çünkü 8 yıl yeterince uzun bir süredir ve bu süre içinde kitlelerde bir “bıkkınlık” oluşur. Muhalefetteki partinin yeni slogan ve hareketli kampanyalarla seçim kazanması, yeni bir umut, sisteme-devlete yeniden bağlanma olanağı verir. “Demokrasi”nin işlediği izlenimi yaratır ve kendi oylarıyla değiştirebildikleri yanılsamasını arttırır.
İkincisi; Obama dönemi, ABD açısından önemli bir güç kaybının yaşandığı bir dönemdi. Bush döneminin saldırgan ve savaşçı politikaları, hem dünya üzerinde hem de ABD halkında tepki yaratmış; bu durum savaş karşıtlığını ve ABD’ye karşı öfkeyi büyütmüştü. Bu koşullarda Obama, “yumuşak güç” uygulaması için başa getirildi. Hatta seçilir seçilmez Irak ve Afganistan’dan asker çekeceğini söylemiş, ardından Nobel Barış Ödülü’nü almıştı. Ancak Obama dönemi de ABD için başka sorunları beraberinde getirdi. “Yumuşak güç” olması istenen Obama, ABD tarihinde ilk defa olarak, başka ülkelerin liderleri karşısında eğiliyordu. Suudi kralının, Japonya başkanının vb. önünde eğilen Obama fotoğrafları, “dünyaya hükmeden ABD” imajını sarsıyor, ABD kamuoyunda da büyük bir tepkiye yolaçıyordu.
Gerçekte ABD hegemonyası dünya genelinde güç kaybediyor, ekonomik ve siyasi olarak zayıflıyor, askeri başarılar elde edemez hale geliyordu. Görünürde ise, Obama’nın “silik ve etkisiz” bir devlet adamı olduğu izlenimi oluşuyor; ABD’nin güç kaybı, Obama’ya fatura ediliyordu.
Üstelik, Obama’nın bir “barış adamı” olamayacağı da hızla ortaya çıktı. Irak ve Afganistan’dan çekilmek bir yana, Suriye’ye karşı da bir savaşa girişti; hem de başarısız bir savaşa…
ABD’nin politik gücünün gerilemesi, ABD halkına Obama’nın hatası olarak lanse edildi. “Barışçıl, liberal ve zayıf” Demokratların yerine, savaş politikalarını savunan, saldırgan ve “maço” bir kimlikte somutlanan bir Cumhuriyetçinin kazanması, kaçınılmaz hale geldi.
Üçüncüsü, sadece dış politikada ve savaş konusunda değil, iç siyaset ve ekonomide de Obama dönemi kitlelerin gözünde başarısızlıkla maluldü. Mesela siyahlara dönük polis şiddeti, Obama döneminde azalmamış, artmıştı. Siyahları vuran polisler cezalandırılmıyor, ama bu cinayetlere karşı protesto gösterileri vahşice bastırılıyordu. Ve Obama, siyahlara dönük bu saldırılarda, devletin-polisin yanında yer aldığını açıkça ifade etmişti.
Benzer biçimde, Obama’nın gelişinden çok umutlanan kadınlar, azınlıklar, ezilen ve dışlanan çeşitli kesimler, bu süre boyunca kendi üzerlerindeki siyasi-toplumsal baskının azalmadığını, tersine arttığını gördüler, yaşadılar.
Yanısıra, Amerikan ekonomisi her geçen gün kötüye gitti. Dünyadaki pazar alanlarını kaybeden ABD’nin ekonomik gücü azaldıkça, ülke içinde yoksullaşma arttı; açlık ve yoksulluk büyüdü, evsizlerin sayısı katlandı.
Bu durum, geleneksel olarak Demokratların seçmen kitlesi sayılan kesimlerde bile bir güvensizlik oluşturdu. Obama’nın seçim kampanyasında, bu kesimlere dönük vaatler ve söylemler başat hale getirilmiş, son derece etkili bir rüzgar estirilmişti. Clinton’un kampanyasının, Obama’nın yarattığı hayal kırıklığını giderme ihtimali yoktu, olmadı da.
Bu güvensizlik, siyahlar başta olmak üzere, Demokratların geleneksel seçmen kitlesinin sandığa gitmemesine yol açtı.
Dördüncüsü; ABD’nin asıl rakibi Çin’dir. Bugüne kadar bütün yazılarımızda bunun altını çizdik. Rusya askeri ve siyasi gücünü kullanarak, bugün Ortadoğu savaşında ABD’nin planlarını altüst eden bir rol oynuyor; ancak Rusya’nın güçlü bir ekonomiye sahip olmadığı da biliniyor. Çin ise, hem tüm dünyaya bir ahtapot gibi yayılmakta olan ekonomik hegemonyası ve giderek artmakta olan askeri gücüyle, ABD’nin asıl rakibi. Üstelik, Ortadoğu savaşında, İran’ın varlığını kullanarak önce Irak’ta, ardından Suriye’de ABD’nin birçok planını yerle bir eden bir rol oynuyor. Hatta İran, üçüncü bir cepheyi de Yemen’de açarak üç cephede birden doğrudan savaş yürütüyor; ve her birinde önemli başarılar elde ediyor. Arkasındaki Çin desteği, İran’ın etkili bir güç olmasını sağlıyor.
ABD bu gerçeğin elbette farkındaydı; ancak Ortadoğu’da girdiği savaşın ağırlığı içinde, bugüne kadar Çin’i doğrudan karşısına alacak bir adım atamamıştı.
Trump’ın seçim kampanyasında söylediği “Çin’den ABD’ye gelen mallara ek vergi konması”, “Rusya ile dost olmak”, “Asıl tehdidin Asya’dan gelmesi” gibi unsurlar, ABD’nin bundan sonra Çin’e dönük daha saldırgan bir tutum içinde olacağını gösteriyor. Burada gerçekçi olmayan tek unsur, Rusya ile “dost” olmasıdır. Rusya ile ABD’nin, özellikle Ortadoğu’da uzlaşmaz çıkar çatışmaları vardır. Ve bugün Rusya ile Çin, ABD ve AB bloku karşısında birlikte hareket etmektedir. Savaşın ilerleyen aşamaları, elbette Rusya-Çin ittifakını da bozabilir, yeni ittifaklar gündeme gelebilir. Ancak bugünkü dengeler içinde, Rusya’nın Suriye ve Irak’ta IŞİD’e karşı verilen savaşta ABD ile uzlaşması ve ABD’nin Çin’i yalnızlaştırarak daha kolay bir hedef haline getirmesi ihtimali yoktur.
Seçimlerde ortaya çıkan tablo, ABD’nin bundan sonra savaş politikalarını şiddetlendireceğini, daha saldırgan bir çizgi izleyeceğini göstermektedir. Ve bu politikayı ABD’nin, bütün Müslümanların IŞİD’çi olduğunu ima eden; siyahları, Latinleri ve tüm etnik kimlikleri aşağılayan; kadınlara karşı maço saldırganlığı içinde olan; kitlelerin elitlere duyduğu tepki ve yabancılaşmayı “halktan biri gibi” konuşarak lehine çeviren; bu arada yeni iş olanakları yaratmak gibi, yoksulların desteğini alacak vaatlerde bulunan; ırkçı ve saldırgan bir kimlik üzerinden yürütmeye hazırlanmaktadır. Bu kimlik, ABD’nin geleneksel muhafazakar, ırkçı ve yabancı düşmanı tabanının oyunu kazanmayı başarmıştır.
Seçimlere katılım oranı, bu “parlak” tablonun tek handikapıdır. Demokrat seçmenin Clinton’ı sevmediği ve istemediği uzun zamandır konuşulmaktaydı. Keza Obama döneminin hayal kırıklıklarının, Demokratları sandıktan uzaklaştırdığı da görülüyordu.
Tam da bu nedenle seçimlere katılımı artırmak için kampanyalar düzenlendi, anket sonuçları değiştirildi, sanatçılar harekete geçirildi. Bunlar yetmedi; seçim süreci adeta bir “pazarı kızıştırma” taktiğiyle yürütüldü. Bir Trump hakkında skandal yaratıldı, bir Clinton hakkında şaibe oluşturuldu. Tahminler bir o tarafa, bir bu tarafa gitti geldi. En son seçimlerden birkaç gün önce Clinton’ın mailleri üzerinden FBI soruşturması açıldı. Son ana kadar kıran kırana bir çekişme varmış gibi gösterildi. Bütün bunlar, kitleleri sandığa çekebilmek içindi. Ama olmadı. Son yirmi yılın en düşük seçimi gerçekleşti. Toplumun yaklaşık yarısı seçimlere katılmadı.
Sonuçta seçim, burjuvazinin yeni dönem politikalarına uygun biçimde noktalandı. Ancak seçimlere katılımın yüzde 50’ler civarında kalmış olması, ABD işçi ve emekçilerinin bu sonuca razı olmadığının göstergesidir. Bu durum Trump’un başkanlığının meşruiyeti üzerinde bir tartışma oluşturmaktadır.
Üstelik, seçimlerin hemen ardından, protesto eylemleri peşpeşe patladı. Kaliforniya Trump’ın kazanmasının hemen ardından, “bağımsızlık ilan etme”yi tartışmaya başladı ve protesto eylemleri gerçekleştirildi. Keza New York’ta kitleler Trump binası önünde gösteriler düzenledi. Bütün bunlar, ABD’nin yeni dönem politikalarını kitlelere benimsetmekte zorlanacağının belirtileridir.
Hangi başkan adayı seçilmiş olursa olsun, ABD’nin devlet politikalarını, burjuvazinin taleplerini hayata geçirmekle karşı karşıyadır. Bulunduğu konum, kişisel görüşlerinden bağımsızdır. ABD’de seçimle göreve başlamak arasında geçen 76 günlük “eğitim” süreci de bunu amaçlamaktadır.
Bu gerçek bir yana, Trump gibi son derece saldırgan, küstah, toplumun çeşitli kesimlerini aşağılama hakkını kendinde bulan bir şahsın bu kadar protesto edilmesi, son derece olumlu bir durumdur. Ve her türden saldırganlığı dizginleme görevi görecektir.
Bu koşullarda, hem yeni savaş politikalarına geçiş yapmak, hem de kendi halkının tepkisini nötralize etmek, ABD burjuvazisi için oldukça zorlu olacaktır.