İşkence insanlık suçudur

iskencede-direnis

15 Temmuz’dan bu yana gerek gözaltında tutulan yerlerde, gerekse hapishanelerde,işkencetüm vahşetiyle yeniden sahnede. Tabi ki, hiçbir dönem işkence tümden ortadan kalkmamıştı, fakat son aylarda 12 Eylül dönemini hatırlatan bir hal aldı.

İlk önce “FETÖ”cü oldukları iddiasıyla gözaltına alınan subayların işkenceye uğramış hallerini gördük. Ters kelepçe vurulmuş ve sadece üzerlerinde bir şort bırakılmış, gözleri morartılmış, yüzleri dağılmış, hatta kiminin kulağı, kiminin başı sargılı biçimde fotoğraflarservis edildi. Yani işkence yaptıklarını saklama gereği bile duymadılar. Aksine hasımlarına ve kitleye bir gözdağı, taraftarlarına ise güç ve moral vermek için özellikle görülmesini sağladılar.

Bu kişilerin darbeci subaylar olması ve onlara yapılan her şeyin mubah görülmesi, işkenceyi meşrulaştırmak için kullanıldı. Aynı günlerde bir öğretmen gözaltında öldürüldü. “Hainler Mezarlığı”na gömülmesine ailesi feryat edince, bu gerçek açığa çıktı.

İşkence ve gözaltında ölümler, bir kez daha gündeme oturdu. Ancak buna karşı tepkiler, yok denecek düzeyde kaldı.Bu kişilerin FETÖ’cü olması ve darbenin sıcaklığı içinde bu olaylar geçiştirildi. Oysa işkence, kime yapılırsa yapılsın, insanlık suçudur. Uluslararası hukuk ve ona bağlı olan tüm ülkelerde, o yüzden yasaklanmıştır. Türkiye de bu ülkelerden biridir.Bugüne dek hiçbir ülke işkenceyi açıktan savunamamış, ortaya çıktığı durumlarda bile üstünü kapatmaya çalışmıştır.

Ne var ki, son yıllarda savaş ortamının da etkisiyle insanlıkdışı bir çok tutumun ve uygulamanın arttığını görüyoruz. Binlerce yıllık mücadele ile elde edilen haklar ve ulaşılan düzey, sürekli geriye çekiliyor. Özellikle işkencenin yaygınlaşması ve böylesine pervasız biçimde gözler önüne serilmesi, insanlığın hangi noktaya sürüklenmek istendiğinin görülmesi bakımından çarpıcıdır.

Yıllardır başta IŞİD olmak üzere cihatçı grupların vahşeti, sosyal-medya aracılığıyla kitlelere sunuluyor,yarattığı şok ve dehşet üzerinden teslim alınmaya çalışılıyor. Irak, Libya ve Suriye’de yaşananlar, işkence ve her tür vahşeti kanıksatmaya dönüktür. Oralardan dalga dalga tüm dünyaya yayılmakta, her yerde gerici-faşist uygulamaların yolu düzlenmektedir.

Türkiye, bu ülkelerin başında geliyor. IŞİD’in vahşetinin benzer biçimlerini, bir yılı aşkındır süren Kürt illerindeki operasyonlarda gördük. Şehirler yerle bir edildi, yüzbinlerce insan evinden-yurdundan oldu, binlercesi katledildi, ağır işkencelere uğradı, tutuklandı. 15 Temmuz sonrası ise, tüm ülkeyi kaplayan baskı, zulüm ve işkence dönemi başladı.

Ortaçağ karanlığının, günümüzde ise faşizmin simgesidir işkence. 12 Eylül dönemini tek kelime ile anlatmak gerektiğinde “işkence” denir mesela. Dağlardan şehirlere, şubelerden karakollara, köylerden zindanlara kadar her yerde işkence yapılmıştır. Resmi olarak yaklaşık 700 bin kişi gözaltına alınmış ve işkence görmüştür.

12 Eylül yıllarını çağrıştıran biçimde işkencenin yeniden yaygınlaştığı günümüzde, ona karşı mücadeleyi bir kez daha ve çok yönlü biçimde yükseltmekle karşı karşıyayız.

 

Hapishaneler işkencehaneye dönüştü

Bugün gözaltında ve hapishanelerde işkence, -darbeci subaylarla sınırlı kalmayan-herkesi kapsayan bir yaygınlık kazanmıştır. Özellikle hapishaneler, yeniden işkence ve ölümle anılmaya başlandı. FETÖ’cü diye tutuklanan subayların arasında, 20 kişinin hücresinde intihar ettiği söyleniyor. Bu kişiler, nasıl bir uygulama ile karşılaşmışlardır ki, canlarına kıyacak hale gelmiştir. Dahası intihar mı, cinayet mi, belirsizdir.

Hücre tipi cezaevlerinde bu tür intiharlar, haklı olarak şüpheyle karşılanır. Almanya’da RAF militanlarının bu şekilde katledildiğini biliyoruz. Ülkemizde de işkencede, hapishanede katledilen bir çok kişi için, “pencereden atladı”, “kafasını duvara vurdu” gibi, akıllara ziyan yalanlar uydurulduğunugördük. Sonuçta şubede-hapishanede her tür ölümden devlet sorumludur.

OHAL ile birlikte 30 bini aşkın kişi tutuklandı. Aralarında Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay, Kadri Gürsel gibi ünlü isimlerin yeraldığı200 civarında gazeteci bulunuyor. Yılların siyasetçisi Ahmet Türk, yeniden tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne getirildi. Keza HDP eşbaşkanı Demirtaş, Edirne F Tipi’ndedir ve IŞİD’çilerle aynı koridorda tutulmaktadır. HDP’li belediye başkanları ve vekillerin, gözaltına alındıkları yerlerden Marmara Bölgesi’ne getirilmesi, başlı başına baskı ve zulümdür. Bir de IŞİD’le aynı yerde tutulmaları, doğrudancan güvenliğine tehdittir.

Toplamda 150 bini aşan tutuklu sayısı ile hapishaneler kapasitelerinin çok üzerinde. Örtülü afları da çözüm olamadı, yeni hapishaneler inşa ediliyor. Tutukluların sağlık, beslenme, haberleşme, savunma gibi en temel ihtiyaçları karşılanmadığı gibi, sınırlı hakları da gaspedilmiştir. Örneğin tutukluların aileleriyle haftalık telefon görüşmesi, iki haftaya; aylık açık görüşmesi iki aya çıkarılmıştır. Avukatlarıyla sınırsız görüşme hakkı, haftada bir saate indirilmiş ve kamera ile gözetlenmesi, yanında bir görevli bulunması şartı getirilmiştir. Mektupların gönderilmediği, gelenlerin ise verilmediği söylenmektedir.Dışardan kitap alınmamakta, çoğunu dini kitapların oluşturduğu kütüphanedeki kitaplarla yetinmeleri istenmektedir. Hastane ve revire çıkmaları zaten çok zordur. Çıkanlar dasaatlerce ring arabasında kelepçeli bekletilmekte ve tedavi edilmeden geri getirilmektedir.

Bunlar, tutuklu gazetecileri ziyarete giden CHP’li heyetin tespit ettiği sorunlardır. Bunların dışında devrimci tutsaklarabirçok saldırılarının yapıldığını biliyoruz. 15 Temmuz sonrası İstanbul’da, İzmir’de hapishanelere saldırılar düzenlendi, sürgünler gerçekleştirildi.

Kısacası hapishaneler bir kez daha işkence yuvası haline getiriliyor. Diğer yandan OHAL sonrası çıkarılan bir KHK’yla, tıpkı 12 Eylül yıllarındaki gibi, tutukluların yeniden şubelere getirilerek sorgulanması yasalaştırıldı. Böylece süresiz gözaltı ile işkencenin yolu açıldı.

 

İşkenceye dair gerçekler

Yakın bir zamana kadar, ülkemizde işkencenin ortadan kalktığı söyleniyordu. AKP hükümetinin ilk yıllarında AB rüzgarları esiyor ve demokrasi havariliği yapılıyordu. Erdoğan’ın “işkenceye sıfır tolerans” sözlerine inanılıyor, artık “polisimizin iyi eğitildiği”, “teknik olarak geliştiği” söylenerek, işkencenin geride kaldığı iddia ediliyordu.

Prometheus’un öyküsü.

 

“Bilesiniz ki boyun eğemem ben

Çünkü boyun eğiş bir kader sözcüğü,

Oysa insan tutsaklığının ölüm mührü

Sallanmaktadır tacının üzerinde,

Sicilyalı’nın kılıcı gibi.

O bunu kabul edecek mi ?

Yoksa ben mi teslim olacağım?

Ben teslim olmayacağım!”

SHELLEY

(Bağlarından Kurtulmuş Prometheus’tan)

Ve bunlar, sadece AKP yandaşları tarafından değil, kendine “solcu”, “demokrat”, hatta “sosyalist” diyen kesimler tarafından da dillendirildiği için, çok daha etkili oluyordu. Şimdi bunların bir kısmı F Tipleri’nde hapistir. Bir kısmı ise tutuklanma tehdidi altında ve büyük bir karamsarlık içindedir. Uzunca bir dönem savundukları partinin şu an gadrine uğramış olsalar da, onu allayıp pullayarak ve temel gerçekleri ters-yüz ederek, verdikleri zararı hafifletemezler. O açıdan günahları büyüktür.

Türkiye’nin AB kriterleri ile birlikte demokratik bir ülke haline geldiği, işkencenin sona erdiği, Kürt sorunun çözüldüğü vb. ham hayallerin yayıldığı dönemde de, bunların birer demagoji olduğunu anlatmaya çalıştık. Ortalığı kaplayan “demokrasi” “barış” çığlıkları öylesine güçlüydü ki, en temel gerçekler bile unutuluyor, hatırlatanlara ise saldırıya geçiliyordu.O pembe tablolar, süslü şallar birer birer kaydı ve gerçeklertüm çıplaklığı ile bir kez daha su yüzüne vurdu.

Yöntemi, biçimi, kapsamı değişse de, sömürücü sistem varolduğu sürece, işkence tümden ortadan kalkmaz. Kimi dönem işkencenin psikolojik yönü öne çıkabilir ya dasınırlı hale gelebilir; ama tamamen bitmesi mümkün değildir. Çünkü işkence, sınıflı toplumla ve devletin varlığı ile birlikte ortaya çıkan bir olgudur. Egemen sınıflar, sınıf mücadelesini bastırmak, varolan düzenlerini korumak için her zaman işkenceye gereksinim duymuşlar ve uygulamışlardır. En yaygın ve sistemli olarak yöneldiği kesim ise, dönemin ilerici, devrimci güçleri olmuştur.

İktidarı elinde bulunduran sömürücü sınıflar, egemenliklerini, devlet cihazı gibi örgütlenmiş bir şiddet aracı olmaksızın koruyamazlar. İşkence de, bu şiddet cihazının özel kurumları eliyle uygulanan sindirme yöntemlerinden biridir. Esas olarak muhalif kesimlere uygulansa da, rakip kliklere karşı da kullanmaktan geri durmazlar. Bugün FETÖ’cü olarak tutuklananlara yaptıkları gibi…

“FETÖ”cüler içinde büyük oranda çözülme olduğu ve çok miktarda itirafçı çıktığı söylenmektedir. Bu şaşırtıcı değildir. Devletin bir parçası olan ve ondan daha fazla nasiplenmek dışında bir amaçları olmayan bu kesimlerin, yenildikleri durumda direnmek için hiçbir sebepleri kalmaz. Onlardan komünist ve devrimcilerin tavrını beklemek gerçekçi değildir. Çünkü direnmek, öncelikle bir sınıf tavrıdır; yüce bir idealin, sömürüsüz-sınıfsız bir dünya hedefinin verdiği güçtür. Emperyalizmin maşası darbecilerin ise, direnmesini sağlayacak hiç bir şeyleri yoktur.

Bununla birlikte “FETÖ”cülere yönelik olsa da, işkenceye karşı durmak gerekir. Bu, komünist ve devrimcilerin ilkesel tutumudur. Çünkü savunduğumuz sosyalist düzende işkence olmayacaktır.

 

İşkenceye karşı mücadele

Bugün işkence, bir “insanlık suçu” olarak kabul görüyorsa, bu, işkenceye karşı yürütülen mücadelenin sonucudur. Yoksa işkenceye hukuksal biçim verilerek yasalaştığı dönemlerde olmuştur. Örneğin ortaçağ “engizisyon mahkemeleri”nde ifadelerin işkence ile alınması yasaldır.

İnsanlığın bin yılları bulan mücadeleleri,işkenceyi artık açıktan savunulamaz hale getirdi. Egemenler, yasaklayıcı hükümler koymak zorunda kaldılar, fakattam bir ikiyüzlülükle işkence yapmaya devam ettiler. Toplumdan yükselen tepkileri ise, duymazdan geldiler, ya da inkara başvurdular.Gizlenemez hale gelindiğinde, “münferit”, “birkaç ruh hastasının marifeti”olarak gösterip, en fazla sınırlıcezalarla geçiştirdiler.

Türkiye,“işkenceci” olarak dünyaya nam salmış ülkelerden biridir. Emniyet binaları daha inşa edilirken, işkence  yapmaya uygun planlanırlar ve buralardaher türlü işkence aletleri bulunur. Çünkü işkence, mahkemeler, hapishane ve ağırlaştırılmış cezaları tamamlayan ve onların etki gücünü artıran  bir mekanizma olarak düşünülmüştür.

12 Eylül yıllarında işkenceye karşı oluşan yoğun tepki ve yükselen mücadele sonucunda, işkence büyük oranda gerilemişti.Dolayısıyla bunun AB ile, ülkeye demokrasinin gelmesiyle ilgisi yoktu.

Elbette işkencenin tamamen yok edilmesi devrimin ve sosyalizmin işidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, kapitalist sistemde işkencenin bir takım idari, yasal engellerle ortadan kalkacağını sanmak, ham hayaldir. Ancak işkenceyi sınırlamak, geriletmek mümkündür ve bunun mücadelesi küçümsenmeden verilmelidir.  İşkenceye karşı mücadele, iki temel üzerinden yürütülmüştür. Bugün de bunu yapmak gerekir.

 

Birincisi, işkence kapsamlı ve sürekli bir şekilde teşhir edilmelidir. Teşhir ile birlikte toplumsal bir muhalefet hareketi oluşturulmalıdır. İşkencecilerin cezalandırılması başta olmak üzere, işkenceyi hedef alan bir takım demokratik taleplerlekitleler hareket geçirilmeli, bu doğrultuda kazanımlar elde edilmelidir.

İkincisi, işkenceye karşı direnmeyi bütün devrimci saflara yayarak, işkencecileri kendi kalelerinde yenmektir. Komünistler ve tutarlı devrimciler, 12 Eylül yıllarında bunu başarmıştır. İşkencenin olduğu her yerde direniş de vardır. Şeyh Bedreddin, Pir Sultan, Seyit Rıza, Hikmet Kıvılcımlı, İbrahim Kaypakkaya, Fatih Öktülmüş, Remzi Basalak gibi isimler, direnişin simgeleri olmuştur. Geçmişten geleceğe uzanan bu direniş köprüsü, işkenceye karşı mücadelenin de en önemli dayanağıdır.

Bu iki temel mücadele yöntemi, iç içe ve birbirlerini tamamlayacak tarzda güçlendirilirse, işkenceye karşı mücadele -sızlanma ve acındırmanın ötesine geçerek- politik mücadelenin önemli bir alanı olarak gelişecek ve mutlaka sonuç verecektir.

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …