İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu’na önerilerimiz

arka-logo

İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu’na

15 Temmuz sonrası iyice gemi azıya alan saldırılarla karşı karşıyayız. 12 Eylül sonrası büyük mücadelelerle yeniden kazandığımız haklar, birer birer gasp ediliyor. Derneklerimiz, gazetelerimiz kapatılıyor; onbinlerce devrimci-demokrat tutuklanıyor; seçilmiş vekiller, belediye başkanları bile görevden alınıyor, tutuklanıyorlar. Yanı sıra “kiralık işçilik”, “varlık fonu” vb. yasalarla, işçi sınıfına kölece çalışma dayatılıyor. Memurların iş güvencesi elinden alınıyor. Krizle birlikte artan işsizlik, zam furyası, ücretlerin erimesi ile işçi ve emekçiler, açlığa terkediliyor.

Koordinasyon’umuzun adı “emek ve demokrasi”dir. Emeğe ve demokrasiye son yılların en büyük saldırılarının düzenlendiği günleri yaşıyoruz. Daha önce başaramadıklarını, OHAL düzeni altında KHK’larla gerçekleştiriyorlar. Elbette buna karşı tepkiler de yükseliyor, yer yer eylemlere dökülüyor. Fakat saldırıların büyüklüğü karşısında son derece cılız kaldığı ortadadır. Koordinasyon, bu tepkileri birleştirmek ve güçlendirmekle sorumludur.

Faşizmin topyekün saldırısına “TESLİM OLMAYACAĞIZ” diyorsak, buna uygun biçimleri yaratmak ve yaymak zorundayız. Mücadele ve örgütlenme biçimleri ile birleşmeyen sloganlar, en fazla niyet bildirmekten öteye gitmeyen, boş sözler olarak kalırlar. Ve bu durum, kitlelerde daha büyük hüsrana, karamsarlığa yol açar. Bunu istemiyorsak, altını doldurmakla yükümlüyüz.

ÖNERİYORUZ:

1- Mitingleri, merkezi-yerel kitle gösterilerini çoğaltalım.

Toplumun hemen her kesimi, saldırılardan nasibini alıyor. Ve her kesim, kendine yönelen saldırıya karşı küçük de olsa bir tepki ortaya koyuyor. Mitingler, bu kesimlerin seslerini birleştiren ve daha güçlü çıkmasını sağlayan organizasyonlardır. Etki gücü zayıflamış, sıradanlaşmış “basın açıklamaları”ndan mitinglere dönmek, doğru ve yerinde bir adımdır. Fakat bunun da kendi içinde aşılması gereken bir çok yönü bulunuyor.

İlkin, OHAL denilerek yasal mitinglerin çoğu kez engellendiğini biliyoruz. Bu durum, kendimizi yasallık ile sınırlamamamız gerektiğini kendiliğinden ortaya koyuyor. Elbette varolan yasal hakları sonuna dek zorlamalı ve miting başvuruları yapmalıyız. 10 Ekim katliamından bu yana “provokasyon olur” gerekçesiyle mitinglerden uzak durmamın ne kadar yanlış olduğunu tecrübeyle gördük. Fakat mitinglerin yasaklanması durumunda hemen devreye girecek “kitle gösterileri”ni örgütlemek durumundayız. Bu, hem miting yasağını protestodur, hem de mitingi fiilen gerçekleştirmektir; yasaklarla oluşan meşru zemini iyi bir şekilde değerlendirmektir.

İkincisi, miting disiplinini sağlamak zorundayız. Her kurum, önceden alınan kararlara riayet etmelidir. Mitinge katılan herkesten de bu istenmelidir. Miting öncesi bu konular tartışılmakta, emek ve zaman israfı dışında bir şeye yaramamaktadır. Çünkü miting alanında her kurum bildiğini okumakta ve bunun hiç bir karşılığını görmemektedir. Bir yaptırımı olmayacaksa, boş yere nefes tüketmeyelim; değilse, ne yapılacağı konusunda kesin kararlara varalım. Kendi kararlarını uygulamayan bir kurumun ciddiyeti, saygınlığı olmaz. Mitingler (tüm kitle gösterileri, eylemler de) düşmana korku, kitleye güven ve moral vermek içindir. Fakat kürsüde konuşulanların dinlenmediği, bir yanda konuşma olurken, diğer yanda halayların çekildiği, miting daha bitmeden dağılındığı, önceden uyarılan konuların hiçe sayıldığı bir miting, ne düşmana korku verir, ne de katılanlara-izleyenlere güven ve moral… Birleştirici değil dağıtıcı bir rol oynar. Dolayısıyla amacına hizmet etmeyen, hatta zarar verici bir organizasyona dönüşür.

Üçüncüsü, mitingler önemlidir, fakat tek veya en öne çıkarılması gereken biçim değildir. Mitingler-merkezi kitle gösterileri, yerel eylemleri önemsiz kılmaz. Aksine kitlelerin daha fazla katılımını sağlayabilmek, yerel düzeyde yapılacak faaliyetlerden geçer. Dahası, yerel eylemleri de merkezi tarzda örgütlemek mümkündür ve bu, çok daha etkili olmasını sağlar. Öncesi bir yana 15 Temmuz sonrası bu yönde önerilerimiz oldu. Aynı gün ve saatte yerel-merkezi bildiri dağıtımı, aynı gün ve saatte aynı taleplerle her yerde sokağa çıkmak gibi, daha kitlesel ve yaygın geçecek eylem önerilerimizin önü kesildi. Koordinasyonun yerel ayaklarını oluşturma kararı, yaşama geçirilmedi. “Yerellere dayatamayız, onların kendi programları var” gibi gerekçelerle ipe un serildi. Oysa her kurumun katı ya da gevşek kendi içinde merkezi bir yapısı vardır. İstenirse hem yerel örgütlerini harekete geçirirler, hem de disiplini sağlayabilirler. Samimiyetin, sözle eylem birliğinin test edileceği nokta burasıdır.

Bir kez daha koordinasyon bileşenlerinin yerellerde biraraya gelmesini ve ortak eylemler örgütlemesini yineliyoruz. Bu, birleşik mücadelenin tabandan örülmesi bakımından oldukça önemlidir.

 

2- Mühürleri sökelim

‘80’li yılların ortalarından itibaren kurulan derneklerimiz, dergilerimiz, yasal kurumlarımız büyük oranda kapatıldı, kalanlar da kapatılma tehdidi altında. Bunların arasında 40 yıllık mücadele geçmişi olan ÇHD gibi kurumlar var. ÇHD başta olmak üzere kapılarına mühür vurulan bazı dernekler, mühürleri kırarak binalarına girdiler ve faaliyetlerine devam ettiklerini duyurdular. Bu tavrı, sahiplenmek ve genelleştirmek gerekir. Sadece protesto etmek, bildiri yayınlamak, gösteri yapmak yetmez. OHAL kararlarını fiilen geçersiz hale getirmek, en etkili mücadele yöntemidir. Unutmayalım, ‘90’lı yıllarda memur sendikaları, kapılarına vurulan mühürleri kırarak yasal olma hakkını elde ettiler.

Koordinasyon, başta bileşenleri olmak üzere tüm devrimci demokrat kurumlara “kapınıza mühür vurulursa sökün” çağrısı yapmalı, bunu yapanları desteklemelidir. Aksi halde bu tavır, birkaç dernekle sınırlı kalacak, onlar üzerinde baskılar yoğunlaşacak ve yenilme tehlikesi yaşayacaktır. Bunun vebalini taşımak istemiyorsak, “mühürleri sökün” çağrısını yaymalı ve yaşama geçirmeliyiz.

 

3- Mahkemeleri tanımayalım

Mahkemeler, (yargı) hiçbir dönem bağımsız olmadı. Olması da mümkün değildir zaten. Ama bu gerçek, hiç bu kadar açık, “kör gözüm parmağına” ortaya serilmedi. Dahası, devleti yönetenler tarafından bu denli itibarsızlaştırılmadı. Erdoğan, Anayasa Mahkemesi gibi en üst yargı makamının kararına bile “beni bağlamaz, tanımıyorum” diyebildi. MİT Müsteşarı’nı yargılatmamak için yasa değiştirdi. 17-25 Aralık’ta ifadeye çağrılan oğlunu göndermediği gibi, “güçleri yetiyorsa alsınlar” diyerek meydan okudu.

Cumhurbaşkanının tanımadığı hukuku, biz niye tanıyalım? Onlar, her attıkları adımda yasaları çiğnerken, biz niye yasalara uygun davranmak zorunda olalım?

15 Temmuz sonrası ne kadar çok yargı mensubunun “FETÖ’cü” olarak tutuklandığını, görevden alındığını biliyoruz. FETÖ’cü hakim ve savcıların yerleri, şimdi farklı cemaatlerle doldurulmuş durumda. Bunlar, yargılamak için bir delil arama veya uydurma zahmetine bile katlanmıyorlar. Saçma-sapan iddialarla önlerine geleni tutukluyorlar.

Faşizmin kendi kurallarını çiğneyen kuralsızlığı ve keyfi yönetimi ile karşı karşıyayız. HDP’li vekiller, buna tepki olarak mahkemeye gitmeyi reddettiler. Zorla almaya geldiklerinde ise direndiler. HDP’nin son dönemde geliştirdiği en iyi tavırdı bu. Fakat bu tavır, neden sadece vekillerle sınırlı olsun? Hukuksuzluk herkes için geçerliyse, tavır da ortak olmalı!

Yargıya duyulan güvensizlik, hiç bu raddeye varmamıştı. Erdoğan’la birlikte çay toplayan, onun karşısında düğmesiz cübbesini iliklemeye çalışan, adli açılışı bile KaçAK Saray’da yapan bir yargıya, kimsenin güveninin kalmaması doğal değil mi? Bizzat yargı mensupları, “bağımsız” olmadıklarını söylüyorlar. Bu koşullarda devrimci, demokrat kişi ve kurumların, mahkemeleri tanımadığını, onun için duruşmalara gelmeyeceğini söylemesi ve buna uygun davranması, son derece meşrudur. İçerde-dışarda çağrıldığımız duruşmalara gitmeyerek, böyle bir yargıya güvenmediğimizi pratik olarak da gösterebiliriz. Zorla getirmeye çalıştıklarında direnerek, gerçek yüzlerini tüm dünyaya sergileyebiliriz.

Koordinasyon, bu tavrı benimsediğini duyurup, bileşenlerine önerebilir. Sonuçta her kurum kendi bağımsız kararını alacaktır. Fakat mühürleri sökmek gibi, mahkemelere gitmemek de genelleşirse, faşizmin saldırısı karşısında güçlü bir duruş sergilenmiş olur.

 

Sonuç olarak

“Teslim olmayacağız” sloganını ete kemiğe büründürmek istiyorsak, bunu değişik mücadele biçimleriyle ortaya koymak zorundayız. Bunlar fiili biçimler, engellemeler şeklini alabilir. Kendi yasalarına uymayanların, yasalarına uyma yükümlülüğümüz yoktur. Bir yandan sınırlı yasal olanakları kullanmaya, onun mücadelesini vermeye devam edeceğiz; bir yandan da yarı-yasal, yasadışı her yöntemi kullanarak direneceğiz. Kazandığımız hiçbir mevziyi direnişsiz terketmeyeceğiz!

Koordinasyon bileşenlerinden, bu önerilerimiz hakkında görüşlerini ve yeni önerilerle zenginleştirmelerini bekliyoruz. Emeğe ve demokrasiye saldırılara karşı mücadele etmek için biraraya gelmiş kurumlar olarak, bu süreçte tarihsel bir sorumluluğumuz bulunuyor.

12 Eylül sonrası en büyük saldırı ile karşı karşıya olduğumuz bugünlerde, bu sorumlulukla hareket edelim. 

25 Kasım 2016

Proleter DEVRİMCİ DURUŞ

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …