Halep ve kartlar yeniden karılırken…

Moskova-deklarasyonu-20aralik2016

Halep savaşı, Ortadoğu’daki savaşın taraflarını net bir biçimde ortaya çıkarmıştı. Bir taraftan Suriye’den bir Libya çıkartmaya çalışan batılı emperyalistler, radikal İslamcı teröristler ve “körfez ittifakı” “Halep düşüyor” diye kıyameti kopartırken; Suriye, Rusya, Çin ve İran “Halep kurtarılıyor” diyordu. Türkiye ise, son dönemdeki dalgalanmalarına paralel bir biçimde, ülke içinde “Halep düştü, düşecek” diye protesto gösterileri düzenletirken, ülke dışında, Rusya ile birlikte Halep’teki radikal İslamcı çetelerin ateşkes görüşmelerini yürütüyordu.

Sonuçta Halep cihatçı çetelerin elinden kurtarıldı ve Suriye Ordusu Halep’te hakimiyetini kurdu.

Elbette ki, Suriye savaşının kilittaşı niteliğindeki Halep’in kurtarılması, ABD emperyalizmi ve onunla ittifak halindeki Körfez ülkelerinin (Suudi Arabistan, Katar) vb. yenilgisi anlamına geliyor. Ancak bu basit bir yenilgi değildir. ABD, bundan önce de birçok yenilgi aldı, sömürgelerinde mevziler kaybetti, ya da doğrudan sömürge kaybetti. Küba Devrimi, Vietnam yenilgisi bunların en önemlileri arasındadır.

Ancak bu yenilgileri almasına rağmen, dönem, ABD emperyalizminin yükseliş dönemiydi. Dünya hegemonyasını inşa ederken yaşadığı “kazalar”dan ibaretti. Ve toplamda, ABD’nin hegemonyasında yarattığı sarsıntı derinleşmedi, ABD emperyalizmi başka “güzergahlar”dan yoluna devam etti. Halep yenilgisi ise, gerilemekte olduğu bir döneme denk geldi; üstelik de gerileyişini hızlandıran bir etki yaratacak derecede önemli bir kırılma noktası oldu.

Gerek 15 Temmuz sonrasında AKP hükümetinin yalpalayan ancak ABD’den belli bir uzaklaşma da içeren tutumu; gerekse Suriye savaşının dengelerinin artık değişiyor olması, ABD’yi en çok zorlayan unsurlardır.

 

Süreç AKP’yi Rusya’ya yaklaştırıyor

Suriye savaşının başından itibaren Türkiye, ABD’nin politik hattı üzerinde yol alan bir tutum izliyordu. Zaman zaman ABD ile çelişiyor görünmesine rağmen, genel politikası bu yöndeydi. Kürtlerle kurulan ilişki gibi bazı konularda çelişkiler yaşanıyordu, fakat Suriye’de Esad’ın devrilmesi, radikal cihatçı örgütlerin desteklenmesi gibi konularda, ABD ile Türkiye’nin hedef ve beklentileri ortaktı.

15 Temmuz darbesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler, AKP hükümetinin iradesini aşan bir ölçüde, Rusya ile yakınlaşmayı getirdi. Elbette daha darbe öncesinde Rusya ile görüşmeler başlamış, 24 Kasım 2015’te düşürülen Rus uçağının yarattığı tahribatı tamir etme girişimleri boy vermişti. Ancak 15 Temmuz’da gerçekleşen ABD destekli darbeyi, Rusya’nın yardım ve desteğiyle atlatan Erdoğan, bu borcuna karşılık, önemli adımlar atmak zorundaydı. En önemli adım da, Suriye politikasında ABD kulvarından Rusya’nın yoluna geçmek oldu.

Önce “Esad gitsin” hedefi bir kenara bırakıldı. Ardından Halep’teki cihatçıların çekilmesini isteyen Rusya’ya, “Nusracı arkadaşlarla konuşacağız” sözünü verdi Erdoğan. Temmuz’da Türkiye darbe günlerini yaşarken, PYD ABD’nin desteğiyle “Fırat’ın batısı”na geçmiş, Menbiç’i IŞİD’i temizleyerek ele geçirmişti. PYD’nin buradan ilerleyerek Afrin kantonuyla birleşmeye çalıştığı ortadaydı. Buna karşılık Türkiye, Rusya’nın desteğini ve onayını alarak, 24 Ağustos günü Cerablus’a girdi. Sözde ÖSO grupları girmiş, TSK ise sadece destek vermişti. Gerçekte ise, savaş AKP’nin savaşıydı. Cerablus’tan Dabık ve El Bab’a doğru ilerledikçe bu gerçek daha açık ortaya çıktı.

Bütün bu süreç boyunca, aslında Erdoğan ABD ile de ilişkileri tamir etme çabasını taşıdı. Sonuçta Türkiye bir NATO ülkesi ve ABD emperyalizmi ile kurulan bağlar, bir darbeyle çok kolay sökülüp atılabilecek durumda değildi. Zaten İncirlik üssünün kullanımının sürdürülmesi de bu gerçeğe dayanıyordu. Ancak savaşa ilişkin hesaplar, ABD ile değil, Rusya ile daha yakın olmasını zorunlu kıldı. Ve bu zorunluluk giderek arttı, bağlar güçlendi.

AKP hükümeti, bu dönemde bile ABD ile ilişkileri tümüyle kesmek istemedi. ABD’nin Genelkurmay Başkanı Dunford başta olmak üzere, çeşitli yetkililer sayısız kez gidip geldi, görüşmeler gerçekleştirildi. AKP kimi zaman Musul operasyonunda hak ve yer iddia etti, kimi zaman Barzani ile özel görüşmeler yaparak PKK ve PYD’ye karşı ortaklık zemini aradı. Sonuçta tümüyle Rusya’ya bağlanmadan, ABD ile de ayrı bir ilişki sürdürme çabasını korudu.

 

Rus büyükelçisi Karlov’un öldürülmesi

Tam da böyle bir dönemde, Rus Büyükelçi Karlov’un öldürülmesi, Rusya-Türkiye arasındaki bağlara yeni bir düğüm daha attı.

Karlov’un öldürülmesinin suçu hemen ‘FETÖ’nün üzerine atıldı; ancak bu durum Erdoğan’ı kurtarmaya yetmedi. Öyle ya, katil bir polisti ve 15 Temmuz öncesinde cemaatle olan ilişkisi ve 15 Temmuz darbe dönemindeki tutumuna ilişkin sayısız şaibe sözkonusu olmasına rağmen, Erdoğan’ın koruması olarak görev yapmaya devam etmişti. Keza büyükelçi, kendisi “korumasız” dolaşma eğiliminde olsa bile, elçilik dışına çıktığında, güvenliği Türkiye’nin sorumluluğu altındaydı.

Aynı günlerde, Rusya ile yaptığı pazarlık nedeniyle, Erdoğan Halep’teki cihatçılara verdiği desteği kesmek, Halep’i Rusya’ya vermek zorunda kalmıştı. Ve bu geri adımını gizlemek amacıyla, Rusya konsolosluklarının önünde, AKP tarafından Halep’e destek eylemleri organize ediliyor, Rusya lanetleniyor, cihat çağrısı yapılıyordu. Salt bu protesto ve lanetleme gösterileri bile, saldırının siyasal sorumluluğunun Erdoğan ve AKP’ye yüklenmesi için gereken zemini oluşturmaya yetiyordu.

Bu koşullarda, katilin kurşunu Karlov’a sıkılmıştı, ancak vurulan Erdoğan oldu. Saldırı ile, birincisi Erdoğan’ın da topun ağzında olduğu, en güvendikleri tarafından vurulabileceği mesajı veriliyordu; ikincisi, Türkiye ile kurduğu ilişkiler üzerinden Rusya tehdit ediliyordu; üçüncüsü, Türkiye’ye Rusya’dan uzak durma uyarısı yapılıyordu.

Ancak sonuç tam tersi oldu. Büyükelçiye saldırının ertesi günü, Moskova’da İran, Rusya ve Türkiye Dışişleri Bakanları Moskova Deklarasyonu’nu imzaladılar. Moskova Deklarasyonu, Suriye’nin geleceği konusunda, Erdoğan’ın ipleri tümüyle Rusya’nın eline verdiğini gösteriyordu.

 

Moskova Deklarasyonu ve Esad’ın geleceği

ABD başta olmak üzere batılı emperyalistler “Suriye’de savaşı kaybettik” sözünü artık daha açıktan söylüyorlar. Ancak “bari barışı kaybetmeyelim” diye de ekliyorlar. Gerçekten de, savaşta hedeflerine ulaşamadılar. Görünen o ki, “barış”ı da onlarsız sağlamak için Rusya çoktan harekete geçmiş durumda.suriye-halep

20 Aralık’ta Rusya, İran ve Türkiye’den dışişleri ve savunma bakanlarının katılımıyla toplanan Moskova toplantısı, Rusya’nın inisiyatifinde ve Suriye’nin lehine kararlar aldı. Rusya bu masaya, iki büyük avantajla oturmuştu. Birincisi, Halep’teki savaşı bitirmiş, Halep’i kurtarmış olarak geldi. İkincisi, başka zaman olsa birçok tartışma konusu çıkarabilecek olan Türkiye, Karlov suikastinin ağır yükünü omzunda taşıyarak oturduğu masada, Rusya’nın çizdiği çerçeveye itirazsız imza atmak zorunda kaldı.

Neydi bu çerçeve?

Öncelikle, üç ülke Suriye’deki önceliğin Esad’ın gönderilmesi değil, “terörle mücadele” olduğunu kabul etti. Rusya’nın ve İran’ın başından itibaren savunduğu çizgi buydu zaten. Esad’ı çekilmeye zorlamayan muhalifleri, siyasi çözümün bir parçası yapmak; Esad’ın çekilmesini mutlak şart olarak belirleyenleri ise, terör örgütü sayarak, onlara karşı savaşmak. Son ana kadar buna karşı olduğunu çeşitli biçimlerde açıklamayı sürdüren Türkiye de, bu maddeyi kabullenmek zorunda kaldı.

İkincisi, bildiride geçen “terör örgütleri” tanımlaması da, Türkiye açısında bir başka yenilgi ve geri adımı ifade ediyordu. Erdoğan, bugüne kadar El Nusra’nın hep arkasında durmuş, onun “terör örgütleri” listesinden çıkartılması için büyük çaba göstermişti. “El Nusra da DAEŞ’e (IŞİD dememek için uydurulmuş bir kelime DAEŞ) karşı çok ciddi mücadele veriyor” diyerek savunmuştu. Moskova Bildirisi ise, “üç ülke hem IŞİD ve El Nusra’ya karşı savaşta, hem de diğer silahlı muhalefet gruplarını bu terör örgütlerinden ayrıştırmada işbirliği” yapacaklarını açıkladılar. Böylece Türkiye iki mevzi birden kaybetmiş oldu; hem El Nusra’nın “terör örgütü” olarak tanımlandığı bir metni imzaladı, hem de YPG’nin “terör örgütü” olduğu yolundaki iddiasını, ortak metne geçiremedi.

Üçüncüsü, deklarasyonun birinci maddesi şöyle: “İran, Rusya ve Türkiye, içerisinde pek çok etnik grubu barındıran, çok mezhepli, demokratik ve SEKÜLER bir devlet olarak Suriye ARAP Cumhuriyeti’nin egemenliğini, bağımsızlığını, birliğini ve toprak bütünlüğünü tamamen destekliyor.” Bu cümle, iki unsurun birden altını çiziyor. Bir taraftan, Suriye’deki radikal İslamcı saldırıya karşılık, “seküler” bir devlet olduğunu vurguluyor. Diğer taraftan, “pek çok etnik grubu barındıran” bir ülke olduğunu kabul etmekle birlikte “Arap Cumhuriyeti” sözleriyle Kürtlerin federatif bir yapı talebine kapıyı kapatıyor. Federasyon konusunu dışlaması elbette Türkiye’nin de istediği bir ifade. Ancak Suriye’nin “seküler” bir devlet olduğunun vurgulanması, kendi ülkesinde şeriatı hakim kılmaya çalışan, laik yaşam tarzına müdahale eden, dinci-gerici örgütlenmeleri destekleyen, Suriye’nin de gerici-şeriatçı bir ülke olması için 5 yıldır uğraşan AKP için, oldukça önemli bir geri adım oldu.

Bu maddelerin herbiri, AKP hükümetinin dış politikasını nasıl değiştirmek zorunda kaldığını göstermesi bakımından çarpıcı. Üstelik Rusya, sadece bu anlaşmayı imzalatmakla kalmıyor, Türkiye’yi de “garantör” ülkeler arasına alarak, anlaşmanın uygulanması konusunda AKP’nin elini-kolunu daha da bağlıyor.

 

Kürt hareketinin yönü

PYD bugün asıl olarak ABD ile işbirliği halinde savaşın içinde yer alıyor. Özellikle Menbiç’in ele geçirilmesi ve Rakka’ya yönelik saldırının başlatılması süreci, ABD’nin doğrudan desteği altında gerçekleşiyor.

Son dönemde savaşın odağı Halep’e kitlenmiş haldeyken, YPG kendi güneyinde-Rakka yönüne doğru birçok alanı IŞİD’den temizleyerek ele geçirdi.

ABD’nin desteklediği radikal İslamcı çeteler Rusya karşısında ağır yenilgiler aldıkça; Suriye savaşında ABD’nin dayanabileceği tek güç olarak YPG kalmış oldu. Ve YPG için açıkça, “ABD’nin kara gücü” söylemi yaygınlaştı. Bu nedenledir ki, Türkiye’nin bütün baskısına rağmen ABD, Türkiye’nin Kürt bölgesine saldırmasına izin vermiyor. Kürtlerle ilişkiyi güçlü tutmak için bütün olanaklarını sunuyor. 

Rusya açısından ise durum biraz daha karmaşık. Suriye’de tam hakimiyeti kurmak, Kürt bölgesini de kazanmaktan geçiyor. Bu nedenle Rusya Kürtleri de sürece katmak için çaba gösteriyor. Mesela geçtiğimiz Kasım ayında, Kürt temsilciler, Rusya’nın Lazkiye’de bulunan Hmeymim askeri üssünde Rusya ile görüşmeler yaptılar. Bu görüşmelerden resmi bir anlaşma çıkmadı. Ancak pratikte ve savaş alanında iki tarafın da birbirine karşı dikkatli davrandığı görülüyor. Mesela PYD, Moskova’da büro açtı ve Moskova’da da birçok görüşmeler gerçekleştirildi. Keza, Halep’in kuzeydoğusunda bulunan Şeyh Maksud kasabası, IŞİD’çilerin yenilmesi ve kovulmasının ardından bugün YPG’nin elinde bulunan bir alan. Ancak Şeyh Maksud’un etrafı tümüyle Suriye Ordusu tarafından çevrili; yani herhangi bir kantonla bağı yok ve Suriye isterse yalıtılmış olan bu bölgeyi ele geçirmek için savaşabilir. Ama sadece bu alanda değil, genel olarak Suriye Ordusu ile YPG, karşı karşıya gelmemeye çalışıyor, birbirleriyle savaşmıyorlar. 

Rusya, Türkiye ile kurduğu ilişkide bile Rojava’yı dikkate alan bir çizgi izliyor. Mesela Türkiye’nin Cerablus’a girmesine izin verdi. Ve belki de bunu yaparken hedeflerinden biri de Kürtlere karşı bir tehdit unsurunu devreye sokmaktı. Ancak Türkiye YPG mevzilerine saldırdığı anda, Rusya kesin bir biçimde bunu engelledi.

Çünkü Rusya, Suriye’nin geri kalanının tümünü kurtarsa bile, Kürt bölgesi olmadan Suriye’nin “toprak bütünlüğü”nü sağlayamayacağını biliyor. Bu nedenle PYD ile ilişkileri kopartan hamlelerden kaçınıyor. Keza birçok defa federasyona yeşil ışık yakan açıklamalar da yaptı. Moskova Deklarasyonu’nda yer verilmemiş olsa bile, bir süre sonra bunu yeniden gündeme getirebilir.

PYD ise, bir taraftan kaderini ABD’ye bağlamış görünürken, Rusya ile de tümüyle ipleri koparmıyor. Bunu bölgesel adımlarla da yapıyor. Mesela Kobane-Cizire kantonu ABD ile daha doğrudan bir ilişki içinde Menbiç ve Rakka savaşlarını yürütürken, Afrin kantonu, kimi zaman Rusya ile birlikte hareket edebiliyor. Üstelik, artık kantonların birleşmesi ihtimalinin ortadan kalkması, Kürtlerin daha fazla manevra yapmasını da zorunlu kılıyor. 

 

Yeni dönem, yeni dengeler

Halep savaşın başladığı yerdi. Halep’in kurtarılması, savaşın seyrini değiştiren unsur oldu. Halep’teki savaşın yoğunlaştığı son bir aylık süre, sadece Suriye içinde değil, genel olarak dünya dengelerinde önemli değişmelere tanıklık etti.suriye-asker

Mesela Suriye için yıllardır Cenevre’de “barış görüşmeleri” yapılır, masalar kurulur; ancak bir sonuç üretemez. Gerçekten barışı sağlayan masa Cenevre’de değil, Moskova’da kuruldu. Ve bu masada, ABD başta olmak üzere, savaşı başlatan, savaşın içinde bir biçimde yer alan batılı ülkelerin hiçbirisi yoktu. Açık biçimde, ABD, “Suriye barış görüşmeleri”nden dışlandı.

Diğer taraftan, Halep’te kıran kırana bir savaş verilirken, Musul savaşı da, Rakka savaşı da belli bir duraklama evresine girdi. Operasyon tümüyle durdurulmadı, ancak kısmen yavaşlatıldı. Bu aynı zamanda, ABD’nin Ortadoğu savaşına ilişkin bir duraklama ve bekleyiş evresine girdiğini gösteriyordu.

Bu duraklama, ABD’deki seçim süreciyle bağlantılı ele alınıyor. 8 Kasım’dan itibaren Obama artık “topal ördek”, Trump ise göreve başlamadığı için sorumluluğu yok. Yaşanan geçiş süreci, ABD’nin karar alma mekanizmalarında bir hantallık yaratabiliyor elbette. Ancak diğer taraftan, devletlerin işleyişlerinde aslolan kişilerin değişimi değildir; devlet politikaları sözkonusudur. Yani Obama’dan ve Trump’dan bağımsız olarak, ABD’nin Ortadoğu politikasıdır belirleyici olan.

Ve asıl sorun burada ortaya çıkıyor. ABD, Ortadoğu’da yenildiğini görüyor, bir politika değişikliğine gitme ihtiyacı duyuyor. Zaten seçim sonuçları da, bu politika değişikliğinin ürünü olarak şekillendi. Bugüne kadar Suriye’de radikal cihatçıları destekleyen, Suriye ve Esad’a savaş açan tutum, Obama’ya ve Demokrat Parti’ye maledilip, Trump ile yeni bir başlangıç yapmak istedi ABD’li tekeller.

Ancak bu da kendi içinde oldukça önemli handikaplar taşıyor. Suriye’de yaşadıkları çıkmaz nedeniyle Trump, Rusya ile yakınlaşma ifade eden, ABD’nin bundan sonra Ortadoğu’ya değil, uzak Asya’ya yöneleceğini belirten sözler sarfediyor. Ancak bu sözler, ABD emperyalizminin “dünya imparatoru” olma hedefleriyle örtüşmeyen sözler. ABD ne Ortadoğu’daki hedeflerinden vazgeçebilir; ne de bu hedefleri, Rusya’nın hedefleriyle uzlaşabilir.

Tam da bu nedenle, ABD, Rakka’da ya da Musul’da yeni mevziler elde etmek için uğraşıyor; Rusya Halep’e odaklanmışken Palmira’ya IŞİD saldırısı düzenletiyor; Kürt bölgesini mutlak biçimde elinde tutabilmek için tüm gücünü harcıyor; sadece Suriye’de değil, PKK ve KDP ile de güçlü bir ilişki kurmaya çalışıyor; Türkiye’nin bir NATO ülkesini olduğunu hatırlatarak bağları yeniden güçlendirmek istiyor.

Ve bütün bunların yardımıyla savaşı yeni bir rotaya oturtmak için zaman kazanmaya çalışıyor. Zaten Obama’nın, görev süresinin dolmasına günler kala, Suriye’deki radikal İslamcı çetelere ağır silahlar verilmesini öngören bir yasayı imzalaması, ABD’nin, göstermeye çalıştıkları gibi, Ortadoğu’da barışçıl bir yola girmeyeceğinin kanıtlarından biri.

Gerileme bir kere başladığında, bunu durdurmak çok kolay değil. Ancak gerileme sürecinde olduğu gerçeği, ABD’nin bunu durdurmak için çok daha saldırgan ve çok daha pervasız politikalar izleyeceği gerçeğini değiştirmiyor. Gerileme, bir anda çöküş anlamına gelmiyor. Kaçınılmaz bir ölümde bile, cançekişme sürecini uzatmak, bu süreçte etrafına en fazla zararı vermek için uğraşmak da kaçınılmaz bir gerçek. Bu yüzden, ABD’nin geriliyor oluşu, savaştan ve rekabetten düştüğü olarak ele alınmamalı.

ABD bu sorunlarla boğuşurken, Çin, İran üzerinden Ortadoğu genelindeki etki gücünü artırıyor. Çin’in ekonomik ve siyasi desteğini arkasına alan İran, üç cephede birden (Yemen, Irak ve Suriye) savaşıyor ve bu savaşlarda yenilmiyor. Ve bu başarıları sayesinde, dünya genelinde güç ve prestiji de artıyor.

Rusya ise, Suriye savaşında kazandığı ivmeyi daha da hızlandırmak için çok çeşitli manevralar gerçekleştiriyor. Bunlardan en önemlisi, Arap ülkeleri ile kurduğu ilişkilerin gelişmesi. 2015 Kasım ayında, Irak, Suriye, İran ve Rusya’nın içinde yer aldığı bir koordinasyon merkezi oluşturmuştu. Son aylarda, Mısır’ın Esad lehine Suriye savaşına dahil olduğu, asker gönderdiği ortaya çıktı. Geçtiğimiz Aralık ayında ise, Libya’daki Tobruk hükümetinin yanında yer alan General Halife Hafter, Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. Rusya; Irak, Cezayir, Suriye, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin içinde olduğu, Libya’yı da buna eklemeye çalışan bir “Arap ekseni” oluşturmaya çalışıyor. Bu ittifakın, Ortadoğu politikalarını belirlemede, Rusya ve İran ile birlikte hareket etmesi için çaba gösteriyor.

Diğer taraftan, Avrupa’nın ABD ile kurduğu ilişkide de önemli çatırtılar yükselmektedir. Fransa’da seçimleri kim kazanırsa kazansın, Rusya ile yakınlaşma politikası izleyeceği görülüyor. Seçilme ihtimali yüksek olan, sağcı aday François Fillon, doğrudan Rusya’ya yakın söylemler kullanıyor. Benzer biçimde, Almanya’nın da doğalgaz konusunda bağımlı olduğu Rusya ile imzaladığı “Kuzey Akım boru hattı” projesinin, Alman-Rus ilişkilerini güçlendirmesi bekleniyor. Bulgaristan ve Moldova gibi bazı ülkelerde de, Rus yanlısı başkanlar seçimleri kazandılar.

Son iki yıl içinde, Rusya iki yönden ciddi bir kuşatma altındaydı. Birincisi Ukrayna ile yaşanan kriz ve Kırım’ın işgali nedeniyle AB’nin ağır boykotuna maruz kaldı; ikincisi, Rusya’ya sınır olan bazı ülkeler, NATO ile yaptıkları füze vb anlaşmalarla Rusya’ya dönük önemli tehditlere dönüştüler. Ancak Rusya, geçen süre içinde bu kuşatmayı kendi lehine çevirmiş görünüyor.

Halep zaferi, sadece Ortadoğu’da değil, dünya genelinde emperyalistlerin güç dengelerinin değiştiğini, yeni bir dönemin başladığını gösteriyor.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …